DİN VE VATAN SADAKATİ

DİN VE VATAN SADAKATİ:

“İkdam Ceride-i Muteberesine!  

   Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı. 

   Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilaf akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.”
Sadat-ı Berzenciye’den Dava Vekili Ahmet Arif
Hizan Sadat-ı Kiramından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıdık
Ulema-i Ekrad’dan Said-i Kürdî
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Bir Ümmetin Vicdanı Konuşuyor

Tarih bazı anlarda susar, bazı anlarda ise konuşur. Lakin konuşan sadece kalem değil, vicdandır. İşte Said Nursî’nin, 1919 yılında Şerif Paşa ile Ermeni temsilcisi Bogos Nubar arasında yapılan gizli antlaşmaya karşı yazdığı bu mektup, sadece bir cevap değil; bir milletin dinine, tarihine ve izzetine sadakatini haykıran bir vicdan beyanıdır.

Bu mektup, bir siyasi bildiriden öte; ümmetin bölünmesine karşı kalbin isyanı, aklın izahı ve vicdanın itirazıdır. Kürtlerin tarihî duruşunu, İslâm birliği içindeki yerini ve fitnelere karşı tavrını en veciz şekilde ortaya koyar.

  1. Metnin Tarihî Arka Planı: Osmanlı’nın Dağılışında Fitne Oyunu

1919… Osmanlı Devleti yıkılmakta, Sevr’e giden zemin hazırlanmaktadır. O karanlık günlerde Paris Barış Konferansı’nda bazı “sözde” temsilciler – Şerif Paşa ve Bogos Nubar – masa başında “Kürdistan” ve “Ermenistan” haritaları çizmekte, tarihi dostlukları ve kan kardeşliğini yok sayarak düşmanlık plânları yapmaktadırlar.

Bu sözde ittifak, sadece coğrafi bir pazarlık değil, ümmetin kalbine saplanan bir hançerdir. Çünkü dört asırdır Osmanlı çatısı altında İslam’ın sancaktarlığını yapan Kürt halkı, “dini ve milleti uğruna” can vermiştir. Ve şimdi, henüz şehitlerinin kanı kurumadan, onları soykırıma uğratmış güçlerle birlik yapması beklenmektedir. Bu, tarihe, dine ve şehide ihanettir.

  1. Duruşun İlmî ve Ahlâkî Boyutu: Din, Irktan Üstündür

Said Nursî ve imzacıları, bu ihanet girişimine karşı sadece siyasî değil, dini ve ahlâkî bir savunma yapmaktadır. Mektubun en dikkat çekici cümlelerinden biri şudur:

> “Salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler.”

Yani Kürtler, dinî sebatları ve bağlılıkları gereği, ümmeti bölen hiçbir ayrılıkçı hayalin peşinden gidemezler. Bu cümle, bir milleti sadece etnik değil, imanî bir kimlik olarak değerlendiren büyük bir şuuru temsil eder.

Burada “ümmetçilik” ile “etnik milliyetçiliğin” çatışması gözler önüne serilir. Said Nursî’ye göre milliyet, dinin hizmetinde olursa makbuldür; aksi hâlde ırkçılık zehrine dönüşür. Nitekim kendisi bunu yıllar sonra şöyle açıklar:

> “İslamiyet milliyetiyle müttehidiz; yoksa Türk unsuriyetine dayanmakla değil.” (Münâzarât)

  1. Ümmet Şuurunun Merceğinden: “Kardeşimin Düşmanıyla İttifak Etmem”

Kürtlerin Ermenilerle değil, İslam ümmetiyle birlikte hareket etmeleri gerektiğini savunan bu mektup, aslında bir hukuk beyanıdır. Diyorlar ki:

> “Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.”

Yani ümmetin ortak vicdanına zıt düşen hiçbir kişi veya anlaşma, meşru ve temsil yetkisine sahip sayılamaz. Bu ifadenin bugünkü karşılığı şudur: Hiçbir bireysel siyasal hamle, ümmetin vicdanını ve birliğini temsil edemez.

Bu yaklaşım, modern demokrasilerdeki halk iradesine yakın bir çizgide durmaktadır. Ancak bu iradenin kaynağı seküler değil, manevî ve imanî bir şuurdur. Bu da gösterir ki ümmet bilinci, sadece inanç değil, aynı zamanda aktif bir toplumsal sözleşme ve sorumluluktur.

  1. Kürtlerin Tarihî Rolü: İmanla Yoğrulmuş Bir Millet

Said Nursî’nin ifadesiyle:

> “Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları…”

Bu cümle, Kürt halkının tarih içindeki yerine ayna tutar. Kürtler, Osmanlı’nın her cephesinde savaşa katılmış, Balkanlar’dan Yemen’e kadar her yerde şehadetle yoğrulmuş bir millettir. Bunun sebebi sadece devlet sevgisi değil, İslam aşkıdır.

Yani “din”, Kürt milletinin hamurunu yoğuran unsurdur. Bu yüzden, bir Kürt ancak diniyle oynanırsa parçalanır. Said Nursî bunu çok erken bir dönemde fark etmiş ve hayatını bu şuuru muhafazaya adamıştır.

  1. Günümüze Hitap Eden Boyut: Dün Yazılmış Bir Metin, Bugüne Mektup

Bugün hâlâ bazı çevreler Kürtleri ümmetten koparma hayali kurarken, Said Nursî’nin bu metni canlı bir cevap gibi duruyor. Çünkü bu mektup sadece bir dönemin metni değil, ümmetin dağılmasını önleyecek manevî bir sigortadır.

Milliyetçiliğin dinin önüne geçtiği her yerde, fitne çıkar. Dinde ittihad ise milleti hem yükseltir hem korur. Bu yüzden Nursî’nin çözümü nettir: Irk üzerinden değil, iman üzerinden birlik!

Sonuç: Kalemle Savunulan Vahdet

Bu tarihi mektup, sadece bir gazete yazısı değil; aynı zamanda bir ümmet beyannamesidir. Kürtlerin, din uğruna verdiği şehitleri unutmadıklarını; Ermenilerle değil, ümmetle beraber olacaklarını; milliyetin değil, dinin belirleyici olduğunu veciz bir şekilde ilan eder.

Ve nihayetinde Said-i Kürdî ve arkadaşlarının imzası, bu metni kişisel olmaktan çıkarır. Çünkü onlar sadece birey değil, bir milletin sesi, bir ümmetin şuurudur.

Makale Özeti

Bu makale, Said Nursî’nin 1919’da İkdam gazetesine yazdığı mektubu merkeze alarak Kürtlerin İslam birliği içindeki yerini, milliyetçilik karşısındaki duruşunu ve ümmet şuuruna bağlılığını ele almıştır. Mektup; Kürt halkının tarih boyunca ümmete sadakatle hizmet ettiğini, hiçbir siyasi anlaşmanın bu şuura aykırı olamayacağını ve ümmetin vicdanına karşı gelen temsilcilerin meşru sayılamayacağını bildirir. Risale-i Nur perspektifiyle de desteklenen bu yaklaşım, günümüz ayrılıkçı zihniyetlerine karşı güçlü bir tarihî ve ilmî delildir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025