Zamanlar Üstü Bir Zeka, Zamanlar Ötesi Bir Şeriat: Ümmî Bir Peygamberin Teceddüt Eden Mucizesi
Zamanlar Üstü Bir Zeka, Zamanlar Ötesi Bir Şeriat: Ümmî Bir Peygamberin Teceddüt Eden Mucizesi
“İki asır evvel harika sayılan keşif, bu zamana kadar mestur kalsaydı; tekemmül-ü mebadî cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al!.. Sonra onüç asır geri git!.. O zamanların te’siratından kendini tecrid et!.. Dehşet-engiz olan Cezîret-ül Arab’da otur; dikkatle temaşa et!
Görürsün ki; ümmî, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş, tek bir adam, -ki yalnız zekaya değil, belki gayet kesir tecârübün mahsulü olan- fünûnun kavâniniyle öyle bir nizam ve adaleti te’sis ediyor ki, isti’dad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse; O şeriat dahi tevessü’ ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelîden geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini te’min eder. İnsaf eder isen; yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev’i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarfını çürütmüş ola…”
Âsâr-ı Bediiye
> “İki asır evvel harika sayılan bir keşif, şimdi bir çocuğun dahi kavrayabildiği bir seviyeye gelmişse, on üç asır evvelki bir hakikat, nasıl olur da hâlâ eskimez, yıpranmaz, tazeliğini korur?”
Zaman, insanlık için hem ilerleyişin hem de unutuşun sahnesidir. İnsan her geçen çağda yeni şeyler öğrenir; keşfeder, kurar, bozar, yeniden dener. Ancak bu akışta bazı hakikatler vardır ki, zamanın tozuna hiç bulaşmaz. Onlar her asırda taze kalır; çünkü kaynağı zamandan değil, ezelden gelir.
İşte Kur’ân ve onun getirdiği şeriat da böyle bir mucizevî istisnadır. Onu getiren Zât ise, zamanın çocuğu değil, çağları aşan bir rahmet önderidir: Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).
Ezelî Bir Şeriatın Beşerî Tahayyülü Aşan Derinliği
Bediüzzaman’ın dikkat çektiği nokta, Kur’ân’ın ihtiva ettiği hukuk, ahlak, siyaset, toplum ve ibadet sisteminin; sadece o çağ için değil, tüm çağlar için geçerli olmasıdır. Bu hakikat, basit bir bilgi meselesi değildir. Bu, insanlık aklının bile ancak asırlar sonra varabileceği sistemlerin, bir çöl toplumuna –hem de bir ümmînin diliyle– aniden ve eksiksiz bir biçimde gelmiş olmasıdır.
Ve Bediüzzaman haklı bir soruyla zihni sarsar:
> “On üç asır geri git! O zamanların şartlarından sıyrıl! Arap Yarımadası’ndaki o bedevî vahaya otur ve düşün: Böyle bir ortamda, okuma yazma bilmeyen bir kişi nasıl olur da bütün insanlığa hitap eden, ebedî bir şeriat ortaya koyar?”
Bu sual, insaf sahiplerinin vicdanını susturmaz. Çünkü bu ancak Kelâm-ı Ezelî’den gelen bir vahyin neticesi olabilir. Zira o şeriat, sadece o günün dertlerine değil, bugünün ve yarının bile çözemediği sorunlara cevap verecek kapsayıcılıktadır.
Zekâ Yetmez: Şeriatın Kaynağı İnsanı Aşar
Bediüzzaman’ın altını çizdiği bir diğer nokta ise şudur:
“Sadece zekâ kâfi gelmez.”
Zira bu şeriat, yalnız zekânın ürünü değil; sayısız tecrübenin, denemelerin, aklî birikimin süzülmesiyle elde edilebilecek hükümlerin aniden, ümmî bir beşer vasıtasıyla gelmesidir. Bu da gösteriyor ki, kaynağı insan değil; insanı da yaratan Zât’tır.
Eğer bu sistem bir filozofun eseri olsaydı, çağının bilgisiyle sınırlı olurdu. Eğer bir toplum mühendisinin kurgusu olsaydı, birkaç asırda çürür giderdi. Fakat bu, “zamanın eskitemediği bir hakikat zinciri” olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü hakikat, elbise gibi değil; fıtrat gibidir. Her çağda aynıdır; insan var oldukça bakidir.
Evham-ı Seyyie: Bugünün Körlüğü, Dünün Aydınlığını Kapatmaz
Bediüzzaman, bu parlak hakikate gözlerini kapayanların bahanesini de teşhis eder:
> “Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarafını çürütmüş ola…”
Yani, şayet bir kimse bu parlak hakikati göremiyorsa, sorun hakikatte değil, onun vicdanındaki pusudadır. Önyargı, inkârın maskesidir. Vicdanın sesi kısmışsa, göz hakikati seçemez. Kalpte taassup varsa, zihin ne kadar açık olursa olsun, basiret görmez olur.
Kur’ân’ın Ezelîliği, Beşerin Ezelî Hasretinedir
İnsanlık, çağlar boyunca hep adalet, huzur, hikmet ve denge aramıştır. Bu arayış, fıtratın ezelî hasretidir. Kur’ân ise bu hasretin cevabıdır. O yüzden ne çağlar onu çürütebilir, ne yenilikler onu geçersiz kılabilir. Zira Kur’ân’ın hükümleri, geçici hevesler için değil; fıtratın değişmeyen gerçekleri için inmiştir.
Bu yüzden ne kadar ilerlerse ilerlesin insanlık, sonunda yine Kur’ân’a dönecek, dönecektir. Çünkü aradığı adalet, ahlak ve huzur, onun sayfalarında asırlardır parıldamaktadır.
Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kur’ân’ın ve onun getirdiği şeriatın beşer üstü bir mahiyet taşıdığına dair ifadesini esas alır. Kur’ân, ümmî bir Peygamberin diliyle, çöl gibi cahil bir ortamda ortaya çıkmasına rağmen, asırları ve akılları aşan hükümler getirmiştir. Bu, sadece zekânın değil, vahyin eseridir. Kur’ân’ın hakikatleri bugün bile tazeliğini korumakta, modern bilginin ulaşmakta zorlandığı zirvelerde hüküm sürmektedir. Bu durum, onun insan yapısı değil, Kelâm-ı Ezelî olduğu gerçeğini apaçık ortaya koymaktadır. Ona kör kalanlar ise genellikle hakikati değil, kendi evhamlarını savunmaktadır.