Kur’an’ın Tefsirinde Yeni Bir Dönem: Şahs-ı Manevînin Kudsi Vazifesi
Kur’an’ın Tefsirinde Yeni Bir Dönem: Şahs-ı Manevînin Kudsi Vazifesi
“Kur’an’ı tefsir edene lâzım gelir ki gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalplerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer.”
Emirdağ Lâhikası 2
Kur’ân, Allah’ın insanlığa gönderdiği ezelî hitabıdır. Onun her ayeti birer nur kandili, her kelimesi birer hikmet denizidir. Lakin bu sonsuz hakikati anlamak, basit bir akılla değil; derin bir deha, kudsî bir kalbî duyuş ve ilahî bir kavrayış ister. Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ı tefsir etmenin böylesine yüce bir vasıf gerektirdiğini ifade ederken aynı zamanda bu çağda tek bir şahsın bunu başaramayacağını, bu işin artık bir şahs-ı manevînin vazifesi olabileceğini anlatır.
Bu tesbit, Kur’an hizmetinde ferdî başarıların ve dâhîlik taslamalarının değil; ihlasla kaynaşmış bir cemaat ruhunun, tesanüd ve teavün (dayanışma) ile çalışmasının önemini ortaya koyar. Çünkü artık Kur’ân’ın derinliklerine inmek, sadece zihin değil; kalplerin birleşmesi, ruhların kenetlenmesi ve ihlasın yeşermesiyle mümkündür.
Kur’ân Tefsiri: Zamanla Derinleşen Bir Mesele
İslam’ın ilk dönemlerinde Kur’ân’ın tefsiri sahabe ve tabiîn tarafından yapılırken, ayetlerin iniş sebepleri ve yaşanmış olaylarla bağlantılar canlıydı. Zaman ilerledikçe bu bağlar koptu, idrak zorlaştı. Kelimeler aynı kalsa da insanların anlayışı değişti. Çağ farklılaştı, sorunlar derinleşti. Bu sebeple Kur’ân’ın asrın idrakine uygun olarak yeniden okunması ve açıklanması zorunlu hâle geldi.
Ancak bu açıklama işi, sade bir yorum değil; hadsiz derecede dikkat, hikmet, marifet ve şuur ister. Kur’ân öyle bir hitaptır ki hem avama hem havassa, hem çobana hem hakîme seslenir. Onu hakkıyla anlamak için “gayet âlî bir deha”, “derin bir içtihad”, “kuvve-i kudsiye” yani manevî bir liyakat gerekir. Böyle bir donanım ise artık tek bir ferdin omzunda taşınamayacak kadar ağırdır.
Fert Değil Cemaat: Şahs-ı Manevî Kavramı
İşte bu noktada devreye Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu “şahs-ı manevî” kavramı girer. Şahs-ı manevî, bir cemaatin ortak aklı, ortak kalbi ve ortak ruhudur. Bu, içtimaî bir şuurdur; ama sıradan bir topluluk değil, ihlasla birleşmiş, samimiyetle kaynaşmış bir heyettir. Farklı bedenlerde aynı ruh gibi işleyen bu yapı, Kur’ân’ın nurlarını anlamada ve açıklamada Allah’ın lütfuna daha mazhar olur.
Bu şahs-ı manevî nasıl oluşur?
Ruhların imtizacıyla: Kalplerin aynı hedefe yönelmesiyle,
Tesanüd ile: Bireylerin birbirine dayanmasıyla,
Efkârın telahuku ile: Fikirlerin birleşip birbirini tamamlamasıyla,
İhlas ve samimiyet ile: Menfaat ve enaniyetin silinip yalnız Allah rızasının gözetilmesiyle.
Böyle bir heyet oluştuğunda, bu topluluk Allah katında bir ruh gibi görünür ve büyük hakikatlerin taşıyıcısı olur.
Risale-i Nur: Şahs-ı Manevînin Tefekkür Meyvesi
Risale-i Nur Külliyatı, işte böyle bir şahs-ı manevînin ürünü olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar Bediüzzaman bu eserleri kaleme almışsa da, onun ifadesiyle bu eserler Kur’an’ın malıdır, onun bir nevi manevi tefsiridir ve bu hizmet bir ferdin değil, bir cemaatin omuzlarında yükselmiştir.
Bu noktada talebelerinin duası, yazısı, müzakeresi ve sadakati; tefekkür zincirinin halkaları gibidir. O yüzden Risale-i Nur, bu asrın “kuvve-i kudsiyesi”ni temsil eder; ferdî değil cemaat merkezlidir.
İhlas ve Samimiyet: Şahs-ı Manevînin Ruhudur
Bediüzzaman’ın sürekli vurguladığı gibi, bu manevî yapının can damarı ihlastır. İhlas yoksa, şahs-ı manevî dağılır, cemaat fani olur, tefsir yüzeyde kalır. İhlasla yapılan hizmetler ise, gayret-i ilahiyeye mazhar olur, tesiri devam eder.
İhlassız ilim, zekice bir gösteri olabilir ama gönülleri fethedemez. İhlaslı bir hizmet ise, az da olsa derin ve kalıcıdır.
Sonuç: Kur’an’a Cemaatle Yaklaşmak, Tevhidin Tecellisine Mazhar Olmaktır
Kur’an; cemaatin, ihlasın, dayanışmanın ve kalbî birliğin kitabıdır. Onun hakikatlerine ulaşmak için, yalnız zeka değil; samimi gönüller, dayanmış eller, birleşen fikirler gereklidir. Bu çağda Kur’an’ı anlayacak ve anlatacak kudsî yapı, artık bir “şahs-ı manevî”dir.
Her mü’minin görevi ise bu ruhun parçası olmaktır. Kendi şahsi görüşüyle değil, tevazu ve teslimiyetle bu manevî heyetin içinde yer almaktır. Çünkü bu zamanın kurtuluş yolu ferdî kahramanlıkta değil; manevî cemaat ruhundadır.
Özet:
Bu makalede, Kur’an’ın bu asırda ferdî zeka ile değil, ihlasla birleşmiş bir şahs-ı manevî tarafından tefsir edilebileceği fikri işlenmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an’ın derinliğine erişmenin ancak ruhların, fikirlerin ve kalplerin kaynaşmasıyla mümkün olduğunu ifade eder. Bu çağda hakikî bir tefsir ancak cemaat ruhuyla, ihlasla ve dayanışmayla yapılabilir. Risale-i Nur da bu şahs-ı manevînin bir tefekkür meyvesidir. Sonuç olarak, her mü’minin vazifesi; bu manevî yapıya destek olmak, ilmi cemaatle yaşamak ve ihlası merkeze koymaktır.