Kâinatın Gölgesindeki Hakikat-i Muhammediye
Kâinatın Gölgesindeki Hakikat-i Muhammediye
“Hem mesela
لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ
beyanında “Bu hitap zâhiren Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâma müteveccih ise de zımnen hayata ve zevi’l-hayata râcidir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-i Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem ism-i a’zamın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. ”
Emirdağ Lâhikası 1
“Lemâ Halaktü’l-Eflâk”ın Sırrı:
Giriş
“لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ” – “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım.” hadîs-i kudsîsi, İslâm düşünce tarihinde derin ve geniş izler bırakmış, özellikle tasavvufî ve hikemî düşüncenin merkezinde yer almıştır. Bu ifadeyle kâinatın yaratılış hikmetinin Hz. Muhammed’in (asm) varlığına bağlandığı anlaşılır. Ancak bu beyan, zahirî bir mânâdan ibaret değildir; arka planında çok daha derin bir ontolojik ve hikmet boyutu taşır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndaki değerlendirmesi bu inceliği hikmet penceresinden açar.
- Küllî Hakikat ve Ferdî Şahsiyetin Ayrımı
Bediüzzaman, bu hadisin zâhiren doğrudan Hz. Peygamber’e (asm) hitap ettiğini, fakat hakikatte onun temsil ettiği küllî hakikat-i Muhammediyeye baktığını ifade eder. Bu ayrım çok önemlidir. Zira Risale-i Nur’da “hakikat-i Muhammediye”, sadece bir şahsiyeti değil; hayat, şuur, nur ve ubudiyet gibi mefhumların özünü temsil eder.
Hz. Muhammed (asm), sıradan bir beşer değil; varlığın özü, kâinatın çekirdeği ve en büyük tecellinin mazharıdır. Bu yönüyle onun varlığına bağlanan yaratılış, sadece “şahsına” değil; taşıdığı manaya, yani temsil ettiği ilâhî hakikate bağlanmıştır.
- Kâinatın Gayesi ve Meyvesi: Ubudiyet ve Şuur
Hakikat-i Muhammediye’nin “kâinatın meyvesi” ve “gayesi” olarak tanımlanması, insanın ve özellikle Hz. Peygamber’in (asm) varlığındaki şuur ve ubudiyet sıfatlarının, kâinatın yaratılış gayesini tamamladığını gösterir. Şuur ve ibadet, yaratılışın en ileri düzeyi ve en yüksek maksadıdır. Bu yönüyle, Hz. Muhammed (asm) sadece peygamberlik göreviyle değil, tüm mahlukat adına şuurla Allah’a yönelen en kâmil kul olduğu için yaratılışın merkezine yerleştirilmiştir.
- Nur-u Muhammedî: Varlığın İlk Işığı
Tasavvufî gelenekte “Nur-u Muhammedî” doktrini olarak bilinen görüşe göre, Allah’ın ilk yarattığı şey, Hz. Muhammed’in nurudur. Bu görüş, Risale-i Nur’da da temellendirilir. Çünkü Bediüzzaman’a göre bu nur, sadece bir ışık değil; ilim, hikmet, hayat, şuur, isimlerin tecellisi ve ubudiyetle yoğrulmuş bir hakikattir. Yani her şey ondan neş’et eder; her şey ona döner.
- “Hayat”ın Merkeziliği: Zevil-Hayatın Sırrı
Risale-i Nur’da hayat, varlığın özü olarak sunulur. Hayat, sadece canlılık değil; Allah’ın isimlerinin en parlak aynasıdır. Hakikat-i Muhammediye’nin “hayatın hayatı” olması, onun Allah’a yönelişin, şuurun ve kulluğun zirvesi olması hasebiyledir. Böylece “Sen olmasaydın” hitabı, kâinatı varlık ve anlam kazandıran hayata, hayatın en kâmil tecellisi olan Peygamber Efendimiz’e (asm) yöneltilmiştir.
Sonuç: Hadisin Hikmeti ve Varlığın Tevhidi
Bu nazarla bakıldığında, “Lemâ halaktü’l-eflâk” ifadesi asla abartılı bir kişisel övgü değildir. Aksine, varlık içindeki ilâhî muradın en açık ifadesidir. Varlığın gayesi olan şuur, ubudiyet ve marifet, en mükemmel şekliyle Hz. Peygamber’de (asm) tecelli ettiği için, onun varlığı âlemin yaratılış sebebi olmuştur.
Özet
Bu makalede, “لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ” hadîs-i kudsîsi ve Risale-i Nur’daki izahı üzerinden, kâinatın yaratılışındaki ilâhî hikmetler ele alınmıştır. Bediüzzaman’a göre bu hitap, zâhiren Peygamber Efendimiz’e (asm), batınen ise onun temsil ettiği küllî hakikate, yani şuur, hayat ve ubudiyetin en kâmil şekline yönelmiştir. Hakikat-i Muhammediye, kâinatın çekirdeği, hayatın özü ve esmâ-i hüsnânın en büyük tecelli mahalli olduğu için, onun varlığı tüm âlemin varlık sebebidir.