Musibet Zamanında Akıl, Şuur ve Merhamet İmtihanı
Musibet Zamanında Akıl, Şuur ve Merhamet İmtihanı
“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez manasındaki
اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ
kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.”
Kastamonu Lâhikası
Giriş:
İnsanoğlu, bir musibet geldiğinde yalnızca bedenen değil, kalben, ruhen ve aklen de o musibetten etkilenir. Hele ki bu musibetler, ferdî değil de küresel boyutta olursa, her kalbin ve her ruhun dairesine kadar sirayet eder. Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hakikati veciz bir şekilde ifade ederek, bu tür zamanlarda insanların manevi duruşlarını ve anlayışlarını nasıl şekillendirmeleri gerektiğini ortaya koyar. Özellikle gaflet ve dalalet ehlinin, musibetleri yanlış anlamaları ve yanlış tavırlarla karşılamaları, onları hem dünyada hem de ahirette azaba sürükler. Bu yazıda, bu tesnitin hikmetli yönlerini tahlil etmeye çalışacağız.
- Herkesin Hissedar Olduğu Bir Musibet:
Bediüzzaman’a göre bir musibet yalnızca fiziki alanla sınırlı değildir. O, “herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır” diyerek, musibetin çok boyutlu yapısına dikkat çeker. Bir musibetin yalnızca doğrudan mağdurları değil, dolaylı yoldan haberdar olanlar da ruhsal ve zihinsel olarak etkilenir. Çünkü insanoğlu hem rikkat-i cinsiye (insanlığa karşı yaratılıştan gelen şefkat) hem de alâkadarlık (ilgi ve merak) cihetiyle, başkasının acısını kendi ruhunda hissedebilir. Ancak bu hassasiyet, hakikatle yoğrulmadıkça, insanı istikamet yerine huzursuzluğa sürükleyebilir. - Gaflet ve Dalaletin Ruhî Felaketi:
Musibet zamanlarında özellikle ehl-i gaflet ve dalalet, yani dünyaya dalmış, uhrevî hakikatlerden uzak kimseler, musibetleri manasız ve gelişigüzel birer felaket olarak görürler. Bu anlayışsızlık, onların acılarını katmerli hâle getirir. Çünkü musibetin arkasındaki rahmet-i umumiyeyi ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeyi göremediklerinden, yaşanan her şeyi rastgele ve zalimce bir kaderin oyunu gibi anlarlar.
Bu da onları hem şahsî acılarıyla hem de toplumun ortak sıkıntılarıyla ezilme noktasına getirir. Zira dinî bir şuur ve tevekkül olmadığında, insan ne kendi derdine dayanabilir ne de başkasının derdiyle baş edebilir.
- Vakit ve Vahdet İsrafı: Lüzumsuz Merak ve Siyasî Boğuşmalar:
Bediüzzaman’ın bu parçada en sert şekilde eleştirdiği hususlardan biri de insanların, vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp siyasî, ideolojik ya da afakî meselelere boğulmalarıdır. Bu tür meraksız ve lüzumsuz meşguliyetler, hem kalbi yorar hem de aklı zayıflatır. İnsan, kendi dairesindeki asli görevlerini ihmal edip, yapamayacağı ve müdahale edemeyeceği büyük meselelerle uğraştıkça ruhunu sersemleştirir, aklını gevezeleştirir.
Bu hal, sadece şahsi felaket değil, aynı zamanda toplumsal birlik ve maneviyat açısından da büyük bir zaaftır. Çünkü herkesin her şeye burnunu soktuğu yerde, tevazu değil gurur, sabır değil öfke, hizmet değil laf çokluğu hâkim olur.
- Zarara Rıza Gösterene Şefkat Edilmez:
Bediüzzaman, “اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ” (Zarara rıza gösterene şefkat edilmez) kaidesiyle önemli bir hukuk-u şefkat meselesine dikkat çeker. İnsan, bile bile kendine zarar verecek işlere girerse, o zararın doğurduğu acılara şikâyet edemez. Aynı şekilde, gafletle musibeti yanlış değerlendiren, ibret almak yerine isyan eden kimseler de merhameti hak etmez hâle gelirler. Bu insanlar, musibeti tevhide ve takvaya götüren bir uyarı olarak değil, boş bir tesadüf gibi görürler ve neticede kendi belalarını da lüzumsuzca büyütürler. - Hakiki Kurtuluş Yolu: Tevekkül, Tezekkür ve Teslimiyet:
Musibetlerin asıl gayesi; gafleti dağıtmak, kalbi uyandırmak ve hakikate yönlendirmektir. Eğer insan bu gayeyi fark ederse, musibet onun için bir azap değil, bir rahmet tokadı olur. Ancak gaflet gözlüğüyle bakan, bu tokadı yalnızca bir dayak olarak görür ve asi olur.
Oysa doğru tavır; musibeti Cenab-ı Hakk’ın bir terbiyesi, insanlığın ortak imtihanı ve şahsî hayatın muhasebesi olarak görmektir. Bu şekilde bakan kimse, musibeti kendi kemaline bir merdiven yapar.
Sonuç:
Bediüzzaman’ın bu ifadesi, özellikle günümüz insanının karşılaştığı kriz, afet, savaş ve sosyal bunalımlar gibi musibetlerde nasıl bir tavır takınması gerektiğini göstermektedir. İnsan, kendi asli görevini unutup, lüzumsuz merak ve polemiklerle vaktini israf ederse, hem dünyevî hem uhrevî zararlara duçar olur. Musibetlerin arkasındaki rahmet ve hikmeti göremeyenler, hem kendi acısıyla hem de insanlığın derdiyle kahrolurlar. Oysa hakiki kurtuluş, musibeti bir uyanış vesilesi bilip, tevekkül ve teslimiyetle Allah’a yönelmektedir.
Özet:
Bu makale, Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir pasaj üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman, musibetlerin yalnızca fiziksel değil, ruhî ve aklî boyutları olduğuna işaret eder. Özellikle gaflet ve dalalet içindeki kimseler, bu musibetleri rahmet ve hikmet nazarıyla göremediklerinden, hem kendi acılarına hem de ümmetin ve insanlığın derdine dayanamaz hâle gelirler. Lüzumsuz merak ve siyasî çekişmelerle asıl vazifelerini unutanlar, zarara rıza göstermeleri sebebiyle şefkatten dahi mahrum kalırlar. Kurtuluş ise tevekkül, hakikat şuuruyla bakış ve teslimiyettedir.