Şehadet, Mazlumiyet ve İlâhî Adalet
Şehadet, Mazlumiyet ve İlâhî Adalet
“Bir zaman, Eski Harb-i Umumî’de, düşmanların ehl-i İslâm’a ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan tahammülüm haricinde azap çekerdim. Birden kalbime geldi ki:
O maktûl masumlar şehit olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir mal ile mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki eğer perde-i gayb açılsa o mazlumlar, haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp “Yâ Rabbî! Şükür elhamdülillah.” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.”
Kastamonu Lâhikası
Şehadet, Mazlumiyet ve İlâhî Adalet: Zulüm Altındaki Masumların Ahiret Kazancı Üzerine İslamî Tahlil
Kastamonu Lâhikası Işığında Kur’anî ve Fıkhî Değerlendirme
Giriş:
İnsanlık tarihi zulüm, savaş ve gözyaşıyla yoğrulmuştur. Özellikle mazlumların, masumların, çocukların katledilmesi gibi vicdanları derinden yaralayan manzaralar, inanan kalplerde tarifsiz acılara sebep olur. Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki ifadesi, bu acıyı derinlemesine yaşamış bir mü’minin şefkatini, fakat aynı zamanda bu şefkati İslam’ın adalet ve hikmet penceresinden nasıl dengeye getirdiğini gösterir.
Bu yazıda, bu hakikatin Kur’ân, hadis, fıkıh ve kelam yönlerinden tahlili yapılacak; İslam âlimlerinin görüşleriyle birlikte tasvib ve tenkit boyutları ele alınacaktır.
- Kur’ân-ı Kerîm ve Şehitlik Kavramı:
Kur’ân, savaşta öldürülen mü’minler hakkında net bir hüküm verir:
> “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler. Lakin siz farkında değilsiniz.”
(Sure: Bakara, 2/154; Âl-i İmrân, 3/169)
Bu ayet, mazlumca ölen mü’minlerin ölümünün dünya nazarında zayi olsa da uhrevî nazarda büyük bir terfiye vesile olduğunu bildirir. Özellikle düşman saldırıları, işgaller ve zulüm ortamlarında hayatını kaybeden kadın, çocuk ve yaşlılar da “fiilî şehit” sınıfına dâhil edilmiştir. Resûlullah (s.a.v.) hadislerinde şöyle buyurur:
> “Ümmetimden kim samimi bir şekilde şehit olmayı isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre, 190)
“Yıkıntı altında kalan, boğulan, yanarak ölen, vebadan ölen, karnından hastalanarak ölenler de şehittir.” (Ebu Davud, Cihad, 24)
Bu hadisler, İslam’da şehitliğin sadece savaş meydanında ölmeye mahsus olmadığını, zulme uğrayarak hayatını kaybeden mazlumların da şehitlik mertebesine ulaşabileceğini gösterir.
- Fıkıh ve Kelâm Açısından Mazlumun Ahiret Kazancı:
İslam âlimleri mazlumiyetin, ahirette büyük bir karşılık doğuracağını ittifakla kabul etmiştir. Çünkü Allah, kul hakkı ve zulüm hususunda son derece titizdir:
> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hud, 11/113)
Bu ilke çerçevesinde, zulme uğrayan her birey —ister müslim ister gayrimüslim olsun— adalet-i İlâhiyeye göre hakkını alacaktır. İmam Ebu Hanife ve birçok Ehl-i Sünnet kelamcısı, kâfirlerin dünya musibetleri sebebiyle ahirette cehennem azabından bir miktar hafifletilmeleri veya bu musibetlerin onlara bazı hafifletici yönler kazandırabileceğini ifade etmişlerdir.
İmam Mâtürîdî’nin yaklaşımı da bu çizgide ilerler. O, Allah’ın adaletinin mazluma haksızlık etmeyeceğini, her acının mutlaka bir karşılık bulacağını belirtir. Fakat bu karşılık, ebedî azaptan tam bir kurtuluş anlamına gelmez; ilâhî rahmetin bir tezahürüdür.
- Bediüzzaman’ın Yaklaşımı: Şefkatin Hikmete Dönüşmesi
Bediüzzaman burada iki önemli noktayı öne çıkar:
Birincisi, mü’min masumların şehitlik ve velayet mertebesine çıkmasıdır. Onların dünya hayatı sona erse de, ebedî saadete terfi etmiş olmaları, görünen zulmün arkasındaki İlâhî rahmetin bir göstergesidir.
İkincisi, hatta kâfir dahi olsa —masumane zulme uğramışsa— çektiği musibetlerin karşılıksız kalmayacağına dair kanaatidir. Bu, cehennemden kurtulma değil, adalet-i İlahiye’nin mazluma lütuf yönüdür. Ve bu görüş, Kur’an’da geçen şu ilkeye dayanır:
> “Rabbin zulmedici değildir.” (Kehf, 18/49)
Böylece, Bediüzzaman’ın bu tesbiti fıkha muhalif değil, onu tamamlayan ve yüksek bir hikmet penceresinden bakan bir yorumdur.
- Tenkid ve Tasvib Noktaları:
Tasvib Edenler:
Risale-i Nur talebeleri ve birçok mütefekkir âlim, bu yaklaşımın hem Kur’ânî hem de kelamî açıdan isabetli olduğunu, özellikle zamanımızda aşırı şefkatin insanı isyana sürükleyebileceği bir dönemde, duyguları hikmetle dengeleme açısından önemli bir bakış sunduğunu kabul etmişlerdir.
Tenkid Edenler:
Bazı fıkıhçılar ise kâfirin ahiretteki mükâfatından bahsetmenin yanlış anlaşılmalara yol açabileceğini, bu konuda söz söylerken son derece ihtiyatlı olunması gerektiğini belirtmişlerdir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken, “cehennemden kurtuluş” gibi bir vaadin değil; dünyevî musibetin rahmet-i İlahiyede karşılıksız kalmayacağına dair bir hikmet penceresinin dile getirildiğidir.
Sonuç:
Kastamonu Lâhikası’ndaki bu veciz beyan, şefkatle hikmeti, rahmetle adaleti birleştiren yüksek bir Kur’ânî bakış açısı sunmaktadır. İslam, mazlumun hakkını ebediyen zayi etmez. Bu ister mü’min ister gayrimüslim olsun, Allah’ın adaleti tecelli eder. Mü’min masumlar şehitlik ve velilik mertebesine çıkar, kâfir mazlumlar ise kendi durumlarına göre rahmetten bir nebze nasiblenirler. Bu gerçekler, insanı hem teselli eder hem şefkatin hikmetle yoğrulması gerektiğini öğretir.
Özet:
Kastamonu Lâhikası’ndaki ifade, İslam’ın zulme uğrayanlara nasıl baktığını ortaya koyar. Mü’min mazlumlar şehit ve veli olurken, gayrimüslim mazlumların da çektikleri dünyevî belaların karşılıksız kalmayacağına dair Kur’anî ve fıkhî işaretler vardır. Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, şefkati hikmetle terbiye eden bir çizgidir. İslam hukuku ve kelamı da bu görüşü mutlak anlamda değil, İlâhî adaletin genişliği bağlamında ele alır. Mazlumun duası reddedilmez; ister müslim, ister gayrimüslim olsun.