Hakkın Hatırı ve Hüsn-ü Zan Sınavı
Hakkın Hatırı ve Hüsn-ü Zan Sınavı
“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hâtırı âlîdir. Hiçbir hâtıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkibete bakınız.”
Münâzarât
İnsanlık tarihi boyunca hak ile batılın mücadelesi, sadece meydanlarda değil, kalplerin ve niyetlerin derinliklerinde de yaşanmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât eserindeki şu veciz ifadeler, bu mücadelenin nazik bir noktasına işaret eder:
“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hâtırı âlîdir. Hiçbir hâtıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkibete bakınız.”
Bu cümle, hakkı tanımanın ve onu her şeyin önünde tutmanın bir iman ve vicdan borcu olduğunu ortaya koyarken; aynı zamanda hak ile duygu, adalet ile merhamet, gerçek ile temenni arasındaki dengeyi kurmamız gerektiğini de ihtar eder.
Hakkın Hatırı ve İnsan İmtihanı
İnsan, dostuna karşı vefalı olmak ister. Yakın bildiğine, sevdiklerine, kendi safında gördüklerine hüsn-ü zan beslemek ister. Ancak bu duyguların, hakkı gölgelediği yerde adalet yara alır. Hakkın hatırı, kişisel dostluklardan, aidiyetlerden ve tarafgirlikten daha yüksek tutulmalıdır.
Hakkın hatırı âlîdir çünkü hak, Allah’ın bir ismidir. Hakk’ın rızası daima hak üzere olmakla mümkündür. Bu yüzden hak, kişiye göre eğilip bükülmez, zamana göre değişmez, güce göre şekillenmez. Eğer bir dost yanlış yapıyorsa, onu yanlışında desteklemek, ona kötülük etmektir. Çünkü hakta sebat, hem o kişinin selameti hem de toplumun huzuru için elzemdir.
Hüsn-ü Zan ile Gaflet Arasındaki İnce Çizgi
Bediüzzaman burada hüsn-ü zan tehlikesine dikkat çekerken, onu bütünüyle reddetmez; aksine, yerli yerinde bir hüsn-ü zan anlayışına davet eder. Hüsn-ü zan, İslam ahlâkının güzelliklerindendir; ancak bu meziyet, hakikatin üstünü örtmek için değil, gerçeği daha adil ve dikkatli anlamak içindir.
Eğer hüsn-ü zan, delile dayanmıyorsa; hele hele bir dessasaya (hilekâr, sinsi) yönelmişse, artık bu zan masum olmaktan çıkar, bir tür gaflet veya tarafgirliğe dönüşür. Bediüzzaman’ın şu ikazı bu noktada derindir:
“Delil ve âkibete bakınız.”
Yani, mesele kişilerin sözlerine veya görüntüsüne değil; davranışlarının deliline, neticesine ve izlerine bakılarak anlaşılır.
Tarafgirlikten Hakkaniyete
Bugünün dünyasında hak, çoğu zaman şahısların veya grupların çıkarlarına kurban ediliyor. Dostluklar, siyasî eğilimler, ideolojik bağlar ya da sosyal medyanın yönlendirmesiyle insanlar hakikatin değil, tarafların peşinden gidiyor. Bu ise hakikatin örselenmesine, zulmün makyajlanmasına, batılın parlatılmasına yol açıyor.
Bir mü’minin en temel vazifesi, hakkı tutmak ve kaldırmaktır. Bu uğurda en yakınını da karşısına alabilmeli, gerekirse kendi nefsine bile muhalefet edebilmelidir. Zira Allah’ın rızası, hakkın yanında olmaktadır.
Sonuç: Delil ve Âkibet Pusulası
Her insan bir hüküm verirken, önce delile sonra akıbete bakmalıdır. Sözlerin, davranışların ve kişiliklerin cazibesine kapılmak yerine, Allah’ın ölçüsünde sabit kalmak gerekir. Zira güzel zan, kalp yumuşaklığı getirir; ama zanla hak yer değiştirmemelidir. Hakikat, hüsn-ü zandan daha değerlidir. Çünkü hak Allah’ın ismidir; zannın ise beşerî zaaflardan doğan bir tabiatı vardır.
Özet:
Bu makalede Bediüzzaman’ın “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir” sözünden hareketle hak, adalet, hüsn-ü zan ve delil merkezli düşünmenin gerekliliği anlatıldı. Hüsn-ü zan, güzel ahlâkın bir parçasıdır; ancak delilsiz bir hüsn-ü zan, özellikle müfsid ve dessas kişilere yönelirse, hakikatin üzerini örter. Bu sebeple tarafgirlik değil, hakkaniyet esastır. Delil ve âkibete bakarak hüküm vermek, hem bireysel feraset hem de toplumsal adalet için zorunludur.