Kur’an’dan Doğan Velayet-i Kübra: Hakiki Mürşid ve Sonsuz Feyiz Kaynağı
Kur’an’dan Doğan Velayet-i Kübra: Hakiki Mürşid ve Sonsuz Feyiz Kaynağı
“Sahabelerden ve tabiîn ve tebe-i tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder. ”
Mektubat
Kur’ân-ı Kerîm sadece bir kitap değildir; o, insanlığın maddî-manevî terakkisinde yegâne rehber, en yüksek hakikatlerin menbaı, en büyük mürşid-i hakikîdir. Nitekim sahabe-i kiramdan başlayarak, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn silsilesine kadar gelen ve velayet-i kübraya ulaşan büyük zatların hayatlarına baktığımızda, bu yüce kitabın onların her bir latifesine nasıl sirayet ettiğini görürüz. Onlar Kur’an’ı yalnız akılla değil; kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi bütün letaifleriyle derinden derine hissederek yaşadılar. İşte bu yüzden Kur’an, onlar için yalnız bir ders kitabı değil, her haliyle yol gösterici bir mürşid ve tükenmez bir feyiz kaynağıydı.
Kur’an, muhatabını sadece bilgiyle donatmaz; onun kalbini temizler, ruhunu yüceltir, vicdanını diriltir. Velayet-i kübra dediğimiz yüksek derecedeki velâyet mertebesi de işte bu çok yönlü terbiye ve tefekkürden doğar. Çünkü bu velâyet, yalnız harici ibadet ve zahiri ilimle değil; deruni marifet, ihlas, teslimiyet ve Kur’an’la fıtratın bütünleşmesiyle oluşur. Onun içindir ki, sahabeler ve onları takip eden sâdıklar, Kur’an’ı hayatlarına nakşetmiş, her halini Kur’an’dan süzülmüş bir hikmetle yaşamışlardır.
Burada dikkat çeken bir başka nokta da şudur: Kur’an, kıyamete kadar her zaman ve zeminde aynı hakikatleri feyizli bir şekilde akıtmaya devam eder. Çünkü onun ilahî kaynağı zaman üstüdür. Her bir çağda, her bir muhataba; onun kalbine, aklına ve istidadına göre hitap eder. Tıpkı kevnî âyetlerin her devirde yeni keşiflere yol açması gibi, Kur’an’ın lafzî ve manevî âyetleri de her zaman ehil olanlara velayet ve hakikat kapılarını aralar. Yani Kur’an’ın mürşidliği, zamanla sınırlı değildir; bu mürşid-i ekber, ehil olan her kalbin iç dünyasına rehberlik eder.
Velayet-i kübra ise bu rehberliğe en ileri düzeyde açık olanların yürüdüğü yoldur. Sadece kerametle, olağanüstü hallerle değil; daha çok marifetullah, muhabbetullah ve teslimiyet-i tamme ile tanımlanır. Bu yolun yolcuları, Kur’an’dan gelen nur ile her şeyi okurlar, olayların iç yüzünü görürler, nefsin tuzaklarını bilir ve Rablerinin rızasını her şeyin önüne koyarlar. İşte sahabelerden Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) ve sonraki devirlerde gelen Hasan Basrî, İmam-ı Azam, İmam Rabbânî gibi zatlar, Kur’an’ın feyzinden doğan velayet-i kübranın en parlak temsilcileri olmuşlardır.
Bu hakikati görmezden gelmek, Kur’an’ı sadece lafızdan ibaret bir kitap sanmak olur. Oysa Kur’an, hakikati en hakiki şekilde ifade eden ve gönülleri ebedî saadete hazırlayan bir yüce hitaptır. İçinde her derde deva vardır ama o devayı bulmak için samimi bir kalp, teslim olmuş bir nefis ve halis bir niyet lazımdır. Bu şartlar yerine geldiğinde Kur’an, mürşid-i hakiki olarak devreye girer ve sahibini velayet mertebelerine taşır.
Özet:
Bu makalede, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde Kur’an’ın hakiki bir mürşid olarak nasıl hayatlara yön verdiği ve velayet-i kübraya ulaşan zatların Kur’an’dan tüm letaifleriyle nasıl istifade ettikleri ele alınmıştır. Kur’an’ın zamanla sınırlı olmayan bir rehber olduğu, her dönemde hakiki arayıcıya feyiz kapılarını açtığı, bu yüzden velayet-i kübranın da Kur’an merkezli bir hayatla mümkün olduğu anlatılmıştır.