Felâketten Dirilişe: Uhuvvetin Mayasında Bir Devletin Kaderi”

Felâketten Dirilişe: Uhuvvetin Mayasında Bir Devletin Kaderi”

> “Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifâye-i cihadı deruhde ile kendini, yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye’nin felâketi; Âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiye’nin inkişafını hârikulâde ta’cil etti.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Bayraktarlık Vazifesi: Bir Tarihî Sorumluluğun Muhasebesi

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, Osmanlı Devleti’nin tarihsel misyonunu tarif ederken aynı zamanda kaderî bir süreci de tahlil etmektedir. Osmanlı, yalnızca bir siyasi yapı değil, İslâm’ın izzeti ve birliği uğruna “kendini feda etmeyi” şiar edinmiş bir medeniyetin temsilcisiydi.

Bu feda oluş, sıradan bir imparatorluk refleksi değil; ümmetin mukadderatıyla birleşmiş bir teklif-i İlâhî idi. Hilâfet sadece bir unvan değil, bütün İslâm coğrafyasının ruhunu bir arada tutan bir emanetti.

  1. Felâket Görünen, Aslında Bir Uyanış Fitilidir

Osmanlı’nın yıkılışı, sadece bir devletin çöküşü değil; ümmetin moral çöküşü, manevî çözülüşü gibi algılandı. Ancak Bediüzzaman burada farklı bir pencere açar:

> “Bu felâket, Âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.”

Yani bu yıkım, İslâm dünyasının yeniden silkinişi, ferdiyetçilikten uhuvvete geçişi için bir ilâhî hazırlık hükmündedir. Her şok, bir şuura gebedir. Her yıkım, bir yeniden yapının öncesidir. Osmanlı’nın çöküşü, milliyetçilik akımlarıyla paramparça olan İslâm beldelerini uhuvvet fikrine daha derinden muhtaç hâle getirmiştir.

  1. Uhuvvet-i İslâmiye: Çaresizliğin Değil, Şuurun Doğurduğu Bir Bağ

Bediüzzaman, İslâm kardeşliğini “mayemiz”, yani hayatiyetimizin özü olarak görür. Musibetler, bu uhuvvetin yeniden hatırlanmasına vesile olur. Batının sömürgeciliği karşısında dağınık kalan ümmet, sadece aynı dine değil, aynı kader ağına sahip olduğunu tekrar fark eder.

Bugün hâlâ bu birlik ihtiyacı canlıdır. Filistin’den Doğu Türkistan’a, Arakan’dan Yemen’e kadar her zulüm, Müslümanların ayrı ayrı değil; bir vücut gibi hareket etmesini zarurî kılmaktadır. Bu ise, mezhep, meşrep, ırk ve dil farklılıklarının üstünde bir uhuvvet bilinci ister.

  1. Cihad: Savaş Değil, Fedakârlık Ruhudur

“Farz-ı kifâye-i cihadı deruhde etmek” ifadesi, yalnızca kılıçla yapılan bir mücadeleyi değil; ilimle, fikirle, sabırla, medeniyetle yapılan bir fedakârlığı da kapsar. Osmanlı bu cihadı asırlarca omuzlamış; şimdi ise bu vazife, tüm Müslüman milletlerin ortak sorumluluğu hâline gelmiştir.

Bugün bu cihad, kimi zaman kalemle, kimi zaman ekranla, kimi zaman yardımla, kimi zaman duayla yapılmak zorundadır. Çünkü artık cihadın en zoru, hakikati ayakta tutma cihadıdır.

  1. Yeni Bir Diriliş: Küllerinden Doğan Bir Ümmet

Bediüzzaman’ın tesbiti, yalnızca bir geçmişi yorumlamak değil, geleceğe yön çizmektir. Osmanlı’nın felâketi, eğer doğru okunursa, İslâm ümmeti için bir yeniden doğuşun hazırlığıdır. Uhuvvetin inkişafı, yeni bir medeniyet inşasına gebedir.

Ancak bu inkişaf:

Sadece siyasetle değil, ahlâkla olur.

Sadece güçlü devletle değil, uyanmış fertlerle mümkündür.

Sadece maddî kalkınmayla değil, ruhi dirilişle gerçekleşir.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz ifadeleri, Osmanlı’nın tarihî misyonunu, yaşadığı felâketin kaderî hikmetini ve bu felâketin ümmet için nasıl bir uyanış fırsatına dönüştüğünü açıklamaktadır. İ’lâ-yı kelimetullah uğruna kendini ümmete vakfetmiş bir devletin yıkımı, İslâm dünyasının kardeşlik ruhunu (uhuvvet-i İslâmiye) keşfetmesini hızlandırmıştır. Bu musibet, bir çözülüş değil, manevî bir toparlanışın işaretidir. Ümmet, uhuvvet bilinciyle yeniden dirilecek, küresel zillete karşı izzetli bir duruş sergileyebilecektir. Yeter ki fertler, bu çağrıyı kalplerinde duysun ve adım atsın.

 

Loading

No ResponsesHaziran 30th, 2025