GİZLİ KEMÂLÂTIN TEBERRÜKÜ: SAN’ATIN DİLİYLE KONUŞAN ÂLEM
GİZLİ KEMÂLÂTIN TEBERRÜKÜ: SAN’ATIN DİLİYLE KONUŞAN ÂLEM
Her sanatkâr, maharetini sergilemek ister. Bir hattat, yazdığı bir satırda; bir mimar, inşa ettiği bir yapıda; bir bestekâr, notalar arasında saklı olan bir ahenkte kendi ruhunun inceliklerini sunar. Sanatkâr, eserinde görünür hale gelir. Bedîüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi:
> “Bu âlemin Sâni’inin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu hârika san’atlarla onları göstermek ister.”
Bu cümle, varlık âlemini yalnızca fizikî bir sahne değil; sanatla işlenmiş bir vitrin, sırlarla dolu bir galeri olarak okumayı teklif eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, kudretinin azametini, ilminin sonsuzluğunu ve cemâlinin güzelliğini mahlûkat aynasında temaşa ettirmek ister. Ve bu temaşayı mümkün kılmak için de her bir varlık, O’nun gizli kemalâtını taşıyan birer işaret levhası olur.
Gizli Kemalât Ne Demektir?
Kemâl, eksiksiz ve kusursuz olma hâlidir. Gizli kemalât ise, Zât-ı Akdes’in bizzat Zât’ına mahsus olan, mahlûkat eliyle kavranması güç olan yüce meziyetleridir. Bunlar doğrudan bilinemez; ancak eserler vasıtasıyla okunabilir. Tıpkı güneşin doğrudan gözle görülmeyip, ışığı ve ısısıyla hissedilmesi gibi…
Cenâb-ı Hak, “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim” kudsî hadisiyle işaret edildiği üzere, bilinmeyi murad etmiştir. Fakat bu bilinme, sadece akılla değil; kalple, tefekkürle, ibretle, hayretle mümkündür. Onun içindir ki kâinat bir sergi, insan bir temaşa edici ve iman bir mana okuma ilmidir.
Âlemdeki Sanatın Dili
Bir kelebeğin kanadında renk uyumu, bir çiçeğin açışındaki zamanlama, bir atomun içindeki denge… Her biri bir sanat inceliği taşır. Ancak bu sanat, sadece dış güzellikte kalmaz; bir kasdın, bir iradenin ve bir hikmetin nişanını da taşır. Sanat, ustayı gösterir; hikmet, muradı bildirir.
Eğer bir tablo varsa ressam vardır. Eğer bir kitap varsa müellif vardır. Eğer bir âlem varsa, elbette bir Sâni’ (yaratıcı sanatkâr) vardır. Ve bu Sâni’, sadece var etmekle kalmaz, kendi güzelliğini eserinde gizleyip sonra onu göstererek bilinmek ister.
İşte bu yüzden, güneş sadece ısıtmaz, aynı zamanda hayret uyandırır. Kuş sadece uçmaz, aynı zamanda ibret verir. İnsan sadece yaşamakla kalmaz, aynı zamanda düşünmek ve şükretmekle yükümlüdür. Çünkü varlık, sadece “var olmak” için değil, bir manayı taşımak ve bir kemâlâtı bildirmek için vardır.
İnsanın Rolü: Temaşa, Tefekkür, Tesbih
Bu san’atlı âlem, boşuna değildir. Her bir varlık, Sâni’ini tanıtmak ve tesbih etmek için yaratılmıştır. Fakat bu tesbihi anlayacak bir idrak sahibi de gereklidir. İşte insan, o yüzden yaratılmıştır: Görsün, düşünsün ve şahitlik etsin. Sanatkârın eserine bakan hayran bir göz gibi; “Ne güzel yapmış, ne hikmetli işlemiş!” diyebilsin.
İnsanın varlık karşısındaki en büyük görevi, kör olmamaktır. Körlük burada mecazîdir: Duyduğu halde anlamayan, gördüğü halde ibret almayan, yaşadığı halde tefekkür etmeyendir. Çünkü hakikî bir bakış, her şeyde O’nu görebilmektir.
SONUÇ ve ÖZET:
Bu kâinat, yalnızca maddenin sahnesi değil; Allah’ın gizli kemâlâtını sergilediği harika bir sanat galerisidir. Her varlık, O’nun kudret, hikmet, ilim ve cemalinin bir tecellisidir. Gaye, bu sanat vasıtasıyla Sâni’in tanınması ve sevilmesidir. İnsan, bu kudsî seyir ve tefekkür vazifesiyle yaratılmıştır.
Özetle:
Kâinatın her bir cüz’ü, Cenâb-ı Hakk’ın gizli kemalâtının aynasıdır. Bu sanatlı düzen, tesadüfle değil, bilinçli ve hikmetli bir kastla var edilmiştir. İnsan bu manayı okuyabilirse, hem varlığın şifrelerini çözer hem de hayatının gerçek gayesini bulmuş olur.