Fiilî Tebliğ ve Ahlâkın Fethi – İslâmiyet’in En Kuvvetli Davet Yolu
Fiilî Tebliğ ve Ahlâkın Fethi – İslâmiyet’in En Kuvvetli Davet Yolu
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i îmâniyenin kemâlatını ef’âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bâzı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.”
Hutbe-i Şamiye
Tarih boyunca nice dinler ve medeniyetler geldi geçti. Kimisi kılıçla yayılmaya çalıştı, kimisi ikna ile. Fakat hiçbir yöntem, güzel ahlâk kadar etkili ve kalıcı olmadı. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği gibi, ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i îmâniyenin kemâlatını bizzat yaşayarak, davranışlarımızla temsil ettiğimizde; sadece bireyler değil, toplumlar ve devletler bile İslâmiyet’e yönelir. Çünkü hakikat, en güçlü ve en sarsılmaz tebliğdir.
Ahlâk: Kelâmın Ötesinde Bir Dil
Ahlâk, sessiz bir dildir. Konuşmaz ama anlatır. Ve çoğu zaman sözün ulaştığı yerden çok daha öteye geçer. Bir müminin dürüstlüğü, sadakati, şefkati, affediciliği, emanete riayeti, komşusuna davranışı, işindeki titizliği; Kur’ân ve Sünnet’in yaşayan bir tefsiridir. İnsanlar çoğu zaman dine, bir kitabın veya bir hitabın davetiyle değil, o dinin mensubunun hâliyle tanışır ve ısınır.
Bugün dünyada İslâm’a ilgi gösteren milyonlarca insanın hikâyelerine bakıldığında, birçoğunun, bir Müslümanın ahlâkına şahit olduktan sonra hakikati araştırmaya başladığı görülmektedir. Bu durum, İslâm’ın en güçlü silahının ahlâkî temsil olduğunu açıkça ortaya koyar.
Hakikat Sadece Bilgiyle Değil, Temsil ile Tesir Eder
İmanî hakikatler, yalnızca aklî delillerle değil, ahlâkî tecellilerle de kalplere işler. Bir Müslümanın sabrı, tevekkülü, teveccühü; Allah’a olan bağını fiilen isbat eder. Bu sebeple Bediüzzaman’ın vurguladığı “kemâlat” (olgunluk ve mükemmellik), yalnızca sözle değil, ef’âl ile yani amellerle, davranışlarla gösterilmelidir.
Bugün İslâm dünyasının yaşadığı en büyük çelişkilerden biri; en güzel ahlâkın sahibi olan bir dinin mensuplarının, zaman zaman bu ahlâkı hayata yansıtamamasıdır. Bu tezat, hem içte yozlaşmaya hem de dışta itimatsızlığa yol açar. Oysa İslâm, yeryüzüne merhamet, adalet, şefkat ve hikmet getirmek için gönderilmiştir. Bu değerler, ancak bireysel ve toplumsal hayatta görünür hâle geldiğinde, İslâm daveti gerçek anlamda yankı bulur.
Devletlerin ve Kıt’aların İslâm’a Girmesi
Bediüzzaman’ın dikkat çektiği başka bir nokta da çok çarpıcıdır: Ahlâkın ve îman hakikatlerinin fiilî tebliği sadece bireyleri değil, kıtaları ve devletleri bile İslâm’a yöneltebilir. Zira insanlar, huzuru ve adaleti ararlar. Eğer bu değerler bir toplumda en yüksek seviyede yaşanıyorsa, başkaları da o modele yönelir.
Tarihte bunun birçok örneği vardır. İslâm’ın Hindistan, Endonezya, Afrika gibi coğrafyalarda savaşsız ve kılıçsız yayılması; tüccarların, âlimlerin ve sûfîlerin ahlâkıyla gerçekleşmiştir. Bugün de benzeri bir medeniyet daveti mümkündür; fakat bunun yolu ne bombadan ne propagandadan geçer. Yol, temsilden geçer.
Özet:
Bu makalede Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de vurguladığı, “İslâm’ın ahlâkî ve imanî güzelliklerinin fiilen yaşanmasının” tebliğdeki en güçlü araç olduğu fikri işlenmiştir. İslâmiyet’in evrensel yayılışı, kuru sözlerle değil, yaşanmış ahlâkla mümkündür. Müslüman bireylerin sabrı, dürüstlüğü, merhameti ve adaleti; İslâm’ı sessizce ve en etkili şekilde anlatır. Bu temsil gücüyle, yalnız bireyler değil, toplumlar ve devletler de İslâm’a yönelir. Makale, sözlü değil fiilî tebliğin ve ahlâkî dönüşümün önemine dikkat çeker.