Zamanın Ruhuna Hitap Eden Peygamber

Zamanın Ruhuna Hitap Eden Peygamber

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü’l-Arap’ta en ziyade revaçta dört şey idi:

   Birincisi: Belâgat ve fesahat.

   İkincisi: Şiir ve hitabet.

   Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

   Dördüncüsü: Hâdisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmek idi.”
Mektubat

BAŞLIK: Asr-ı Saadet’te Revaçta Olan Dört Alan ve Kur’ân’ın Bu Alanlardaki Mucizevî Meydan Okuması
(Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’taki Tesbiti Işığında)

Allah, her peygamberi gönderdiği topluma zamanın en güçlü değerleriyle ve onların anlayabileceği bir lisanla göndermiştir. Zira tebliğin tesiri, muhatabın idrakiyle doğrudan ilgilidir.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm da Ceziretü’l-Arap gibi çetin, çölleşmiş ve kabileci bir yapıya sahip topluma gönderilmişti. Bu toplumun en çok değer verdiği dört şey vardı:

> **1. Belâgat ve fesahat

  1. Şiir ve hitabet
  2. Kehânet ve gaybî haberler
  3. Tarihî hadiseleri ve kevnî vakıaları bilmek**

Bediüzzaman Said Nursî, bu dört unsuru tesbit eder ve Kur’ân’ın bu alanlarda nasıl eşi benzeri olmayan bir mucize olduğunu gösterir. Aşağıda, bu dört özelliği hem örneklerle hem ibretli yönleriyle ele alacağız.

  1. Belâgat ve Fesahat: Sözün Sırrı Kur’ân’da

Arap toplumunda söz ustalığı, bir kimsenin toplumsal konumunu belirleyen en önemli unsurdu. Kabileler arası savaşlar dahi bazen bir beyitte başlayıp bir kıt’ada sona ererdi.

📌 Örnek: Ünlü “Muallakât-ı Seb’a” yani yedi askıya asılan şiirler, Kâbe duvarına asılacak kadar değerli görülmüştü.

İşte tam da böyle bir toplumda Kur’ân-ı Kerîm indi ve şu meydan okumayı yaptı:

> “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’dan şüphedeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin.” (Bakara, 23)

Arap şairleri, edipleri ve hatipleri buna karşı susmak zorunda kaldılar. Çünkü Kur’ân, lafzî güzellikte, mana derinliğinde, ahenk ve üslupta onların çok ötesindeydi. Edebi dehâlar bile Kur’ân karşısında hayranlıktan secdeye kapandılar.

  1. Şiir ve Hitabet: Kur’ân Şiir Değil, Ama Şiiri Aciz Bıraktı

Araplar için şiir, hem tarih hem hukuk hem de kimlikti. Ağıtlar, övgüler, yergiler, hatta savaş ilanları şiirle yapılırdı. Bu yüzden şairler toplumda neredeyse kabile sözcüsü gibiydi.

📌 Örnek: Kab bin Züheyr, Peygamber Efendimiz’e karşı yazdığı hiciv şiirlerinden sonra iman edip Resûlullah’a övgü dolu “Bâne Suâd” kasidesini sunmuş, Peygamber Efendimiz de hırkasını ona hediye etmiştir.

Kur’ân ise şiirle karıştırılamayacak bir üslupla geldi. Ama şiirin zirvede olduğu bir toplumu şiirle değil, şiir üstü bir belagatle fethetti. O kadar ki:

> “Biz ona şiir öğretmedik, zaten bu ona yaraşmaz.” (Yâsîn, 69)

Kur’ân, şiirle yarışmadı; ama onu aştı. Çünkü onda hakikat vardı, hidayet vardı, hikmet vardı. Kelamı yaratılmışın değil, Yaratıcının sözleri olduğu her yönüyle belliydi.

  1. Kehânet ve Gaybî Haberler: Kur’ân’ın Geleceği Bildiren Mucizeleri

Peygamberlikten önce Araplar arasında kâhinler ve müneccimler revaçtaydı. Geleceğe dair söz söyleyenlere büyük ilgi vardı. Fakat bu kâhinlerin sözleri belirsiz, çelişkili ve çoklukla yalandı.

Kur’ân ise birçok gaybî haberi net bir şekilde bildirdi. Bunlar ya:

Gelecekte vuku bulacak olaylar,

Peygamberimizin bilmesi mümkün olmayan geçmiş bilgiler,

Ahirete ve melekuta dair beşer üstü hakikatlerdi.

📌 Örnekler:

“Rumlar, en yakın yerde yenildiler. Ama birkaç yıl içinde galip gelecekler.” (Rum, 2-4)
→ Bu ayet, Rumların mağlup olduğu bir zamanda indi ve birkaç yıl içinde aynen gerçekleşti.

“Sen onların yanında değildin… Biz sana vahyediyoruz.” (Kasas, 44-46)
→ Musa kıssası anlatılırken, Peygamberimizin Tevrat’ı okumadığı, o bilgiyi vahiyden aldığı anlatılır.

Kur’ân, bu yönüyle kâhinleri değil; gerçek bilgiyi, saf ve şaşmaz bir vahiyle getiren Peygamber’i ortaya koydu.

  1. Hadisat-ı Maziye ve Vakıat-ı Kevniye: Kur’ân’ın Kozmik ve Tarihsel Bilgeliği

Araplarda geçmiş olaylara dair bilgi, şecere ve hikâyeler yoluyla aktarılırdı. Lakin bu bilgiler çoğu zaman eksik, efsanevi ya da yanlış temelliydi. Ayrıca kâinatla ilgili bir felsefî bakış yoktu.

Kur’ân hem tarihi olayları aslına uygun şekilde anlattı, hem de kâinatın yaratılışına dair çok derin ve hikmetli bilgiler verdi:

📌 Tarihî Örnek:

Musa, Firavun, Nuh, İbrahim kıssaları…
→ Kur’ân’da bunlar hem ibret hem hakikat açısından sunulmuştur.

📌 Kevnî Örnek:

“Göğü Allah yükseltti, mizanı O koydu.” (Rahman, 7)
→ Fiziksel yasaları ifade eden bir kâinat nizamı sunulmaktadır.

“Biz gökleri direksiz olarak yükselttik…” (Ra’d, 2)
→ O dönemin astronomik anlayışının ötesinde, boşlukta yörünge yasalarına işaret eder.

Kur’ân, hem tarihin karanlık noktalarını aydınlattı hem de kâinatı bir kitap gibi okumayı öğretti.

Sonuç: Kur’ân, Her Alanda En Üstün Cevabı Verdi

Cahiliye toplumunun en parlak görünen alanları, Kur’ân karşısında birer karanlık mecra haline geldi.
Kur’ân, bu dört alana da ışık tuttu ama onların üslubunu taklit etmedi. Onları doğruya yönlendirdi, yüceltti, arındırdı. Böylece:

Sözün en güzeliyle geldi, edebiyatı aştı.

Hitabetin özünü getirdi, şiiri gölgeledi.

Gelecek haberlerini net verdi, kâhinliği çürüttü.

Geçmişi doğruladı, kâinatı tefekkür ettirdi.

Bu da gösteriyor ki Kur’ân, zamanın revaçta olan her alanına hem meydan okumuş, hem de onu ıslah etmiştir.

ÖZET:

Efendimiz’in zamanında Arap toplumu dört şeye çok önem veriyordu: belâgat, şiir, kehânet ve tarihî bilgi.

Kur’ân, her biriyle ilgili eşsiz bir mucize ortaya koyarak bu alanlara hem meydan okudu hem rehberlik etti.

Kur’ân’ın kelamı, sadece o çağı değil, tüm çağları aydınlatacak bir hakikati içinde barındırıyordu.

Bu dört unsurun tamamı Kur’ân’ın ilahi kaynağını, eşsizliğini ve evrenselliğini isbat etmektedir.

 

Loading

No ResponsesHaziran 25th, 2025