Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır.

Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakiki’ye ait şükrü, senayı zâhirî esbaba verir, hata eder.”
Mektubat

Allah Namına Vermek ve Almak: İhlâsın, Tevazuun ve Tevhidin Sırrı

İnsanoğlu, hayatının her alanında muhtaçtır; hem vermeye hem almaya. Ancak bu karşılıklı ihtiyaç ilişkisi, bazen nefsin karıştığı, bazen gururun gölgelendiği, bazen de gafletin sızdığı bir zemine dönüşebilir. Bediüzzaman Said Nursî, bu noktada hem veren hem alan için hikmetli bir ölçü getirir:
“Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır.”
Bu cümle, sıradan bir nasihatten çok, kulluğun ve sosyal ilişkilerin tevhid ekseninde nasıl olması gerektiğini gösteren büyük bir düsturdur.

Verenin İmtihanı: Minnet mi, Rahmet mi?

Allah bir kula mal verir, ilim verir, kudret verir; bir başkasına da ihtiyaç verir. Verenin asıl görevi bu nimeti “Allah namına” vererek bir vasıta olduğunu unutmamaktır. Fakat Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi, çoğu zaman veren gafildir. Yani:

Kendini Malik zanneder.

“Ben verdim, ben yaptım” der.

Minnet eder, başa kakar.

Karşılık bekler, riyaya düşer.

Bu hâl, verenin ihlâsını bozar, sevabını siler, hatta zulme dönüşebilir. Çünkü verdiği şey zaten onun değildi; Allah’ın bir emanetiydi. Minnet ederek verdiğinde, kendisini ilahî rahmetin önüne koymuş olur. Bu, hem kul hakkına hem de Allah hakkına tecavüzdür.

Alanın İmtihanı: Şükrü Kime?

Alan kişi de gaflete düşebilir. Yardımı ya da iyiliği Allah’tan değil, doğrudan verenden bilirse büyük bir yanılgıya düşer. O zaman:

Asıl Mün’im (nimet verici) olan Allah’ı unutur.

Şükrü insanlara yöneltir, belki de medh ü senada aşırıya kaçar.

Tevhid zedelenir, Allah’a olan tevekkül incinir.

Oysa her alan bilmelidir ki, her verenin arkasında Mün’im-i Hakikî (Gerçek Veren) Allah vardır. İnsan sadece bir sevk memuru, bir vasıta, bir emanetçidir.

Tevhid Merkezli Sosyal Ahlâk

Bediüzzaman’ın bu ölçüsü, sadece bireysel bir ibadet disiplini değil, aynı zamanda toplumsal bir ahlâk devrimidir. Çünkü:

Veren “Allah namına” verdiğinde, kibirden arınır, ihlâsa kavuşur.

Alan “Allah namına” aldığında, zelil olmaz, şükürde sabit olur.

Minnetleşme, borçlandırma, riyakârlık ve dünyevî çıkarlar ortadan kalkar.

Toplumda güven, sevgi, merhamet ve adalet hâkim olur.

Bu, İslam’ın kurmak istediği sosyal adalet sisteminin temeli, sadaka ve infakın ruhudur. Bütün ibadetlerin ve yardımların özünde bu tevhid şuuru vardır.

Tasavvufi Bir Bakış: Fâniden Bâkiye

Tasavvuf, bu düsturu şöyle şerh eder: “Al da ver de, Hak’tandır.” Kişi fâniden bir şey alırken aslında bâkinin (ebedî olan Allah’ın) ihsanına mazhar olur. Bu idrak, insanı hem alçakgönüllü yapar hem de kulluk bilincini derinleştirir.

Bir sufî, kendisine ikram edilene bakarken der ki:
“Bu bana filan kuldan değil, Rabbimden geldi.”
Aynı şekilde verirken de:
“Ben değil, Rabbim seni bu ikramla sevindirdi.”
der. Böylece hem kibre düşmez hem de muhatabını incitmeden ihsanda bulunur.

Modern Hayatta Bu Ölçünün Önemi

Günümüzde yapılan yardımlar, çoğu zaman reklam aracı hâline gelmiştir. Sosyal medya paylaşımları, afişler, teşekkür konuşmaları… Verenin niyeti bulanır, alanın kalbi incinir. Bu sebeple ihsanın da tebliğin de temelinde Allah namına vermek ve almak prensibi yer almalıdır.

Bu ölçüyle yapılan bir infak:

Hem Allah katında makbul olur,

Hem insan onurunu korur,

Hem de ahlâkı yüceltir.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın “Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır” sözü, kulluğun özüdür. Veren, kendini mal sahibi değil, Allah’ın memuru görmelidir. Alan da nimeti Allah’tan bilmeli, şükrünü O’na yöneltmelidir. Aksi hâlde veren, minnetle günaha girer; alan da şükürsüzlükle nankör olur. Bu düstur, ihlâsı, tevazuu ve tevhidi hayatımıza hâkim kılar; toplumsal ahlâkı ve insanî ilişkiyi ıslah eder.

Kısaca Özet:
Her şeyin sahibi Allah’tır. Veren, Allah’ın adına verdiğini bilmeli; alan, Allah’tan geldiğini fark etmelidir. Böylece ne kibir olur ne minnet, ne gurur olur ne ezilme. “Allah namına vermek ve almak”, ihlâsı, tevhidi ve hakiki kardeşliği tesis eder. Sosyal ilişkilerin kalbinde bu ilahi ölçü yer almalıdır.

 

Loading

No ResponsesHaziran 25th, 2025