Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak
Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak
“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.”
Şualar
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derin tefekkür dolu cümlesi, bütün kâinatın, en küçük zerreden en büyük semavî varlıklara, velilerden peygamberlere kadar her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ettiğini beyan eden müstesna bir hakikati ifade etmektedir.
İnsan bazen inkâr eder, bazen gaflete düşer, bazen de Rabbini görmüyormuş gibi davranır. Oysa o nereye baksa, kime sorsa, neyi incelese; ister taş, ister yıldız, ister bir kalp, ister bir hayvan… her biri ona aynı şeyi söyler:
“Biz Allah’ın sanatıyız! O var, birdir, ezelîdir, ebedîdir.”
Bediüzzaman bu hakikati veciz bir ifadeyle şöyle dile getirir:
> “Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar…”
Bu cümleyle beraber hakikatin üç büyük şahidi ortaya çıkıyor:
- Kâinatın Zikri: Zerreden Yıldızlara Şehadet
Bütün varlıklar, ne olduklarını bilmiyor olabilirler ama ne için yaratıldıklarını bilir gibi davranırlar. Güneş doğar, ağaç meyve verir, arı bal yapar, bulut yağmur indirir. Sanki hepsi “Benim sahibim var” dercesine hareket eder. Onlar konuşmaz ama fiilleriyle bağırırlar:
“Biz tesadüfen değil, ilimle, kudretle yaratıldık!”
Bu sessiz şehadet, semâvâtın enginliğinde de, toprağın koynunda yeşeren küçücük bir çiçekte de aynıdır. Atomdan galaksiye kadar her varlık, bir delildir. Zira eseri görüp müessiri inkâr etmek, akla hakarettir.
- İnsanlığın Kalbinden Gelen Şehadet
Kâinatın özü hayattır, hayatın özü insandır, insanın özü ise kalbidir. İşte o kalpte yerleşen bir iman nuru vardır ki bütün kâinatı aydınlatır. Ve o nurla insanlar Rabbini bulur. Onların en saf, en temiz, en doğru olanları ise peygamberler, veliler ve ariflerdir.
Bu zatların her biri, Allah’ın varlığına dair mucizelerle, keşiflerle, kerametlerle, ilhamlarla haber verirler. Onların bu haberleri, binlerce kişinin tasdik ettiği icma ve tevatür kuvvetindedir.
Hz. Peygamber (sav) başta olmak üzere, veliler, ârifler ve asfiyalar, hem kalpleriyle hem akıllarıyla Allah’ın varlığını ilan etmişlerdir. Bu da tek bir kişinin şahidinden değil, bütün insanlığın seçilmiş özetlerinin şahadetinden doğan sarsılmaz bir delildir.
- Kur’an ve Peygamberin Talimi: Gözlere Gözlük, Kalplere Nur
Bu şehadetleri görmek, anlamak, kalple kavramak kolay bir şey değildir. Gözün göze ihtiyacı olduğu gibi, aklın da bir rehbere ihtiyacı vardır. İşte bu noktada Kur’an-ı Hakîm ve Resûl-i Ekrem (sav) devreye girer.
Onların talimiyle, eğitiminden geçen kalpler artık her şeyi Allah’ın delili olarak görmeye başlar. Çünkü o göz artık nurla bakmaktadır.
Kur’an bir gözlük gibidir; eşyanın hakikatini gösterir. Resûlullah bir öğretmen gibidir; nasıl bakılması gerektiğini öğretir. Onların gösterdiği yolda yürüyen, artık taşın susuşunda da, kuşun uçuşunda da Allah’ı görür.
Özet:
Kâinatın bütün zerreleri, Allah’ın varlığına ve birliğine sessizce ama kesin bir şekilde şehadet eder. Bu şehadeti, Resûlullah’ın talimi ve Kur’an’ın dersiyle anlayan insan; peygamberlerin, velilerin, âriflerin kalp ve akıl yoluyla Allah’a nasıl ulaştığını fark eder. Böylece kâinat kitabı okunur, kalp onu tasdik eder, akıl ise teslim olur.