Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku
Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku
“Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder
وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا
altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. “
Sözler. 30. Söz
*********
> “Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 30. Söz
Ene: İlâhî Kudrete Ayna mı, Yoksa Sahte Bir Malik mi?
İnsanlık, kendisine emanet edilen ene (benlik) vasıtasıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakla mükelleftir. Ene, İlâhî tecellîlere ayna olmak için verilmiş bir ölçü birimi, bir manivela gibidir. Lakin bu emaneti doğru anlamayan kişi, kendi varlığını mana-yı harfiyle (Allah’a işaret eden bir pencere olarak) değil de mana-yı ismiyle (kendi adına ve kendinde var zannederek) görmeye başlarsa, emanete hıyanet etmiş olur.
İşte bu hıyanet, Kur’an’ın “قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا” (Aldanıp Nefsini kirleten hüsrana uğramıştır) ayetinin tehdit ettiği ruhî iflasa yol açar.
Enaniyetin Dalalet Üreten Yüzü
Ene kendini malik sandığında, üç büyük sapmaya zemin hazırlar:
- Şirk: Kendisini malik zannederek, Allah’ın mutlak mülkünü parçalara ayırır ve mahluklara dağıtır.
- Dalalet: Varlığın anlamını kendi bakışına göre şekillendirir; hakikatin kaynağını unutur.
- Hıyanet: İlâhî emanet olan fıtratı kendi nefsine rehin bırakır, hakikatin yolundan sapar.
Bu yüzden enaniyet, dalaletin ana kaynağı, şirkin ilk kapısı ve ilahlık vehminin çıkış noktasıdır.
Kozmik Bir Korku: Semavat, Arz ve Cibal Neden Ürktü?
Kur’an’da anlatıldığı gibi, Allah Teâlâ emaneti (sorumluluk ve bilinç) göklere, yere ve dağlara teklif ettiğinde hepsi çekinmiş ve ürkmüştür. Çünkü bu emanetin içinde, ene sırrı ve serbest irade gibi büyük hakikatler saklıdır.
Bediüzzaman, bu ürkütücü durumun hakikatini şöyle açıklar:
Semavat ve arz ve cibal, “farazî bir şirk” ihtimalinden dahi korkmuşlar. Çünkü eğer ene, kendini malik sanırsa:
İlahlık vehmine kapılır.
Başkalarını da ilahlaştırır.
Kâinatın düzenini şirke alet eder.
Yani bu farazî bir şirk değil, potansiyel bir helak kaynağıdır. Dağların, göklerin, yerin bile çekindiği bu sorumluluk, insanın eline verilmiş ve maalesef çokları tarafından da suistimal edilmiştir.
Hakiki Kurtuluş: Enenin Vazifesini Hatırlaması
Ene, ancak kendi yaratılış hikmetini hatırlarsa, asli görevine döner:
Kendine malik olmadığını, Malik-i Hakikî’nin Allah olduğunu anlar.
Kendini tanımakla Rabbini tanımaya yönelir.
“Ben kimim?” sorusuna “Allah’ın bir kuluyum” cevabını verir.
Böylece emanete hıyanet değil, sadakat göstermiş olur. O zaman da ne arz, ne gök, ne de dağlar ürker. Çünkü insan emanetin kıymetini bilmiş, ona sadakatle riayet etmiştir.
Özet:
Bu makalede, insanın yaratılışına yerleştirilen ene adlı emanetin doğru anlaşılmazsa nasıl dalalet, şirk ve hıyanete yol açacağı izah edilmiştir. Bediüzzaman’a göre, ene kendini malik sanarsa, İlâhî nizamı dağıtır, şirke kapı açar.
Bu yüzden Kur’an’daki “emaneti yüklenme” kıssasında, semavat, arz ve cibal dahi bu emaneti üstlenmekten çekinmiştir.
Kurtuluş, enenin kendisini Allah’a bakan bir ayna olarak görmesiyle mümkündür. O vakit benlik, ilahî hakikatin hizmetine girer, şirk ve hıyanet yok olur. İşte o zaman insan, dağları bile korkutan bir emanete sadakat göstermiş olur.