Emirle Var Olmak, Kanunla Sürmek: Tabiatın Sessiz Şahitliği

Emirle Var Olmak, Kanunla Sürmek: Tabiatın Sessiz Şahitliği

İnsan aklı, dış dünyaya baktığında şaşırtıcı bir düzenle karşılaşır:
Güneş doğar, yıldızlar sükût içinde döner, çiçekler mevsiminde açar, bebekler doğar, yapraklar düşer.
Her şey bir ölçü, bir kanun, bir intizam içinde işler.
Ve bu düzen, hakikatte bize seslenir:
“Ben kendiliğimden var değilim; bir irade, bir kudret, bir emir tarafından var edildim.”

Tabiat: Matbaa Gibi Ama Akılsız

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:

> “Tabiat, misâlî bir matbaadır, tâbi değil; nakıştır, nakkaş değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kànundur, kudret değil; şeriat-ı irâdiyedir, hakîkat-i hariciye değil.”

Bu ifadede, tabiatın ne olmadığı açıkça beyan edilir. Tabiat:

Bir sanat değildir, bir sanatkârın eseridir.

Bir kanunlar bütünü değildir, kanun koyanın iz düşümüdür.

Bir sebep değildir, bir sonucun taşıyıcısıdır.

Tıpkı bir matbaa gibi, kendiliğinden yazmaz, emirle işler, dizayn edilmiştir ama dizayn edici değildir.
Bir nakış, nakkaş olmadan nasıl var olamazsa;
Bir kanun, kanun koyucu olmadan nasıl anlam ifade etmezse;
Tabiat da ilâhî bir kudret ve iradenin yansımasıdır.

Her Şey Emirdendir, Kudretledir

Kur’an-ı Kerîm, bu gerçeği veciz bir şekilde şöyle bildirir:

> “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece ‘Ol!’ demesidir. O da hemen oluverir.”
(Yâsîn Suresi, 82)

Yani yaratma, uzun süreçlerin tesadüflerle geliştiği bir mekanizma değil;
bir emirle başlayan,
bir kudretle şekillenen,
bir kanunla devam eden muazzam bir sistemdir.

Bu sistem içinde ruh da vardır.
Ruh, Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Sabit, daim, fitrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emrden, sıfat-ı irâdeden gelmiştir. Ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir.”

Yani ruhumuz da emir âleminden gelmiş, kudretle beden elbisesine büründürülmüştür.
Ruh, sadece biyolojik bir unsur değil; ilahî bir emanet, semavî bir misafir ve bu dünyada geçici bir seyyâledir.

İnsan ve Tabiat: Emirde Birleşen İki Âlem

İnsan bedeni toprağa bağlıdır, toprakla beslenir.
Ama ruhu göklere aittir, emirle var olmuştur.
Aynı şekilde tabiat da maddeye dair bir âlem görünür ama içyüzü emir ve kudretle işler.

Bu yüzden insanla tabiat arasında derin bir bağ vardır:
İkisi de bir emri yerine getirmekle var olur, bir kanunla devam eder.
Ve her ikisi de, kendi diliyle Allah’ı anlatır.

> “Göklerde ve yerde olanlar hep Allah’ı tesbih eder.”
(Hadîd Suresi, 1)

Tabiatın tesbihi, sessizdir ama derindir.
Bir çiçeğin açışıyla, bir yaprağın düşüşüyle, bir nehrin akışıyla…
Ve insanın görevi bu sessiz zikri anlamak, okumak ve şahitlik etmektir.

Son Söz: Kudreti Unutan, Kanunda Kaybolur

Eğer bir kişi bu muazzam düzeni, bu kusursuz tabiatı sadece sebep-sonuç zinciri olarak görürse;
kanunu görüp kanun koyucuyu inkâr ederse,
işte o zaman o insan, manayı kaybeder, hikmeti yitirir, kudretle bağını koparır.

Oysa bakmakla görmek arasında fark vardır.
Bakan göz, sadece görüntüyü seyreder.
Ama gören kalp, eseri değil, müessiri, sanatı değil, sanatkârı görür.

Özet

Bu makalede, tabiatın hakikatte bir yaratıcıya dayandığı; kendiliğinden değil, ilâhî bir emrin, kudretin ve iradenin yansıması olduğu anlatılmıştır. Tabiatın, matbaa gibi bir araç olduğu; yazılan değil, yazdırılan olduğu anlatılmıştır. Ruhun da âlem-i emrden geldiği ve kudretle bedenleştirildiği izah edilmiştir. Sonuç olarak insanın, tabiatı okuyarak Allah’ın kudretini, hikmetini ve sanatını idrak etmesi gerektiği, aksi hâlde kanunlar arasında anlamı kaybedebileceği belirtilmiştir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 29th, 2025