Aşk-ı Mukaddes ve Ferah-ı Münezzeh: Kudsi Lezzetlerin Gölgesinde Bir Yolculuk
Aşk-ı Mukaddes ve Ferah-ı Münezzeh: Kudsi Lezzetlerin Gölgesinde Bir Yolculuk
“Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bakiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tenaumlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, ona layık şuunatla tabir edilen ulvi, kutsi, güzel, münezzeh manaları vardır. ‘Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye’ tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnatı vardır ki, her biri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvi, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.)
*******
İnsanoğlu varlık âlemine gözünü açtığında, en önce “güzelliğe”, “merhamete”, “aşka” ve “feraha” muhtaç olduğunu fark eder. Sevmeden duramaz, sevilmeden yaşayamaz. Lezzet peşindedir, neşe arar, muhabbetle mest olur. Fakat bu duygular, yalnızca dünyaya ve fâni hazlara hapsedilecek kadar basit değildir. Çünkü insanın yüreğine konulan bu hisler, sonsuzluğu arar, ebedîliği ister. İşte burada devreye Rabbanî bir hakikat girer: İnsanda bulunan bütün aşk, muhabbet, şefkat, neşe ve ferah duyguları, Zât-ı Akdes’in mukaddes sıfat ve şuunatının birer gölgesidir.
İlahî Şuûnatın Yansıması Olarak İnsanî Duygular
Her mahlûkta görülen muhabbet, şefkat ve neşe; Hâlık’ın Zâtına layık, münezzeh ve mukaddes halleri olan “aşk-ı mukaddes”, “ferah-ı münezzeh”, “mesrûriyet-i kudsiye” gibi ulvî şuunatın birer iz düşümüdür. Allah’ta bu fiillerin bizim anladığımız manalarda olmadığını bilmekle beraber, onların en yüce, en arı ve en saf halleri olduğunu imanla tasdik ederiz. Zira Cennet’te kullarına sonsuz rahmet ve şefkatiyle muamele eden bir Rab, kendi Zâtına layık tarzda kullarına karşı bir memnuniyet ve ulvî bir sevinç haline sahiptir. Ama bu sevinç, insanî ve cismânî değildir; mukaddestir, münezzehtir, kudsîdir.
Cennet’te Tebessüm Eden Kudret
Cennet yalnızca kullar için değil, aynı zamanda Rahmân’ın rahmetinin, Cemîl’in cemalinin ve Vedûd’un muhabbetinin bir tecellî sahnesidir. Orada kullar, Rablerinin sonsuz ihsan ve ikramlarıyla mutlu olurken; o ilâhî muamelelerde, Zât-ı Akdes’in razı oluşunun, memnuniyetinin ve muhabbetinin kutsî bir yansıması da hissedilecektir. Kul mutlu olurken, sanki kudret tebessüm eder; kul mesrur olurken, rahmet adeta coşar. Ama bunlar bizim anladığımız şekilde değil, münezzeh ve aşkın bir keyfiyetle tahakkuk eder.
İzini Sürmekle Yetinmek
Biz bu mukaddes hakikatleri ne idrak edebiliriz ne de tam tarif edebiliriz. Çünkü Zât-ı İlâhî’nin şuunatı, zaman ve mekân üstü olduğu gibi, beşer idrakinin fevkindedir. Ancak, Kur’an ve sünnetin gösterdiği sınırlar içinde, bu hakikatlerin gölgelerinde gezebilir; onların izini sürebiliriz. Allah’ın isimleri ve fiilleri üzerinden, O’nun sonsuz muhabbetini, razı oluşunu ve ulvî sevinçlerini imanla ve marifetle anlayabiliriz.
Sonuç Yerine: Aşkın Kaynağına Yolculuk
Dünyadaki bütün sevgiler, lezzetler ve sevinçler; mukaddes bir kaynağın gölgeleri gibidir. Onların asılları ise Allah’ın zâtî ve mukaddes şuunatıdır. İnsan bu gölgelerden asıllara yönelirse, dünya hayatı fâni bir oyun olmaktan çıkar, ehl-i aşk için bir vuslat yolculuğuna dönüşür. O zaman sevmek, sadece bir duygu değil, Rabbin aşkına açılan bir kapı olur.
Özet:
Bu makale, insanın içinde var olan aşk, muhabbet, ferah ve lezzet duygularının, Allah’ın mukaddes ve münezzeh şuunatının bir yansıması olduğunu açıklamaktadır. Cennet’te kullarına sonsuz merhamet ve şefkat gösteren Allah’ın, Zâtına layık tarzda “aşk-ı mukaddes” ve “ferah-ı münezzeh” gibi kutsî hallere sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu kudsî şuunat, insanî anlamların çok üstünde olup, sadece Kur’anî çerçevede imanla anlaşılabilecek ulvî gerçekliklerdir. İnsan, bu gölgelerden asıllara yönelerek hayatını derinleştirebilir.
********
Aşkın ve Ferahın Aslı: Gölgeden Asıla Yolculuk
İnsan, kalbiyle sever, ruhuyla ferah bulur, gönlüyle haz duyar. Fakat çoğu zaman farkına varmaz ki; bu sevgi, bu neşe, bu lezzet duyguları kendi başına birer hakikat değil, daha yüce bir hakikatin gölgesidir. Tıpkı bir dağın gölgesinin serinletmesi gibi, bu duygular da insanı serinletir; ama gölgenin kendisi değildir asıl olan.
Kur’an ve hikmet penceresinden bakıldığında görülür ki, mahlûkattaki muhabbet, şefkat, aşk ve mesrûriyet; Zât-ı Akdes’in “aşk-ı mukaddes”, “lezzet-i kudsiye”, “ferah-ı münezzeh” gibi şuunatının yansımasıdır. Bunlar insana, yaratılış gayesiyle uyumlu bir şekilde, Allah’ı tanıması ve sevmesi için verilmiştir.
Bu duygular, yalnızca dünyevî hazlarla sınırlı kalırsa, kısa ömürlü olur; hatta zamanla acıya ve boşluğa dönüşür. Ama eğer insan, bu hislerini yaratana yöneltir; her muhabbetin Allah’a bir kapı, her sevinci O’nun razı oluşuna bir pencere bilirse, o zaman duygular kemâl bulur, aşk vuslata dönüşür, lezzet ibadete inkılâp eder.
Mukaddes Tebessüm: Cennet’in Sırrı
Cennet, sadece bir ödül değil, aynı zamanda Zât-ı Rahmân’ın kullarına olan memnuniyetinin ve rızasının bir tecellîsidir. Cennet ehli orada ferah ve saadet içinde olacak; ama asıl saadet, Allah’ın razı olduğunu bildirmesiyle yaşanacaktır: “Radıyallahu anhum ve radû anhu.” (Beyyine, 8) Ayette geçen bu razılık hali, kullar için zirve bir mutluluk olduğu gibi, bu razılığın arka planında Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes ve ulvî bir razı oluşu, kudsî bir tebessümü vardır —elbette bizim anladığımız anlamda değil; fakat O’na layık, münezzeh ve aşkın bir tarzda.
Gölgeden Asıla Yönelmek
Dünyada sevdikçe, ferahladıkça, içimizde bir şey hep daha fazlasını ister. Çünkü bu dünyadaki her aşk, her şefkat ve her neşe; ebedî bir asılın peşindedir. Fâni olan, ebedî olana perde olmuş; geçici olan, bâki olanın işaretçisi kılınmıştır. Ne zaman ki insan, bu işaretleri doğru okur, o zaman yaratılış sırrına yaklaşır.
İşte insanın kalbine düşen o tarifsiz huzur anları, gözünden süzülen bir damla şükür yaşı, bir çocuğun tebessümünde görülen şefkat ışığı —hepsi aşk-ı mukaddesin ve ferah-ı münezzehin cilveleridir. Ve bu cilveler, insana “Sana yönel” der, “Aslına dön” der, “Sevdiğin her şeyde O’nun kokusu var” der.
Sonuç: Duygulardan Marifete
İnsan, kendisine verilmiş olan bu aşk ve lezzet duygularını sadece dünyaya sarf ederse, bir gölgeyi asıl zannederek ömrünü geçirir. Fakat bu duyguları, yaratılış maksadı olan marifetullah ve muhabbetullah için kullanırsa, o zaman her sevgisi ibadet olur, her neşesi bir tefekkür olur, her ferahı bir vuslat hazırlığına dönüşür. Böylece insan, duygularının derinliğinde Rabbini bulur.
Özet:
Bu makale, insanın içinde bulunan sevgi, şefkat, neşe ve ferah gibi duyguların, Allah’ın mukaddes şuunatının yeryüzündeki gölgeleri olduğunu ifade etmektedir. Cennet’teki saadet, sadece kulun mutluluğu değil, aynı zamanda Allah’ın razı oluşunun münezzeh bir tecellîsi olarak görülür. İnsanın bu duyguları doğru yönlendirerek Allah’a ulaşabileceği, dünya lezzetlerini birer vesile kılarak aşkın kaynağına yönelebileceği ifade edilmektedir.