İkramı Görüp İkram Ediciyi Tanımamak: En Büyük Nankörlük
İkramı Görüp İkram Ediciyi Tanımamak: En Büyük Nankörlük
Düşün ki bir insan var. Kendisine her gün türlü nimetler, lezzetler, güzellikler ulaşıyor. Sabah sofraya oturduğunda taze ekmek, mis gibi kokan çay, gözü doyuran meyveler önünde. Hastalanınca iyileşmesi için şifa sebepleri hazırlanmış; doktorlar, ilaçlar, bedenin kendi içindeki tamir mekanizmaları harekete geçiyor. Geceleri yıldızların altında uyuyor, gündüzleri güneşle ısınıyor. Gökyüzünden rahmet yağıyor, toprak binbir türlü meyveyle karşılık veriyor. Hava, su, toprak, ateş hep onun hizmetinde.
Bu insan, sofraya gelen yemeği getiren garsonu görüyor. Tepsiyi taşıyan eli takdir ediyor. Ancak bu nimetleri ikram eden asıl Zât’ı görmüyor, bilmek istemiyor, hatta inkâr ediyor. “Bu nimetler tesadüfen geldi, doğa yaptı, kendi oluştu,” diyor. Hatta daha da ileri giderek, bu sonsuz ikramları sunan Kudret Sahibine nankörlük ediyor, inkâra kalkışıyor.
İşte bu hal, aklı başında hiçbir insanın kabul edemeyeceği büyük bir tersliktir. İnsan, bir mektubu okuduğunda onun bir yazarı olduğunu düşünür. Bir tabloya baktığında ressamını arar. Bir saraya girdiğinde mimarını ve sahibini merak eder. Peki, bu kâinat sarayı ve içindeki mucizevî düzen karşısında nasıl olur da bir yaratıcının varlığı akla getirilmez?
Tanımanın Hikmeti ve İman Etmenin Şerefi
Kâinatta her şey; gökyüzündeki yıldızlardan, toprağın altındaki solucanlara kadar hepsi birer görevli gibidir. İlahi bir emirle işlerini yapar, yerli yerinde vazife görür. Bu kadar düzen, denge ve hikmet, başıboşlukla, tesadüfle açıklanabilir mi?
Gözü olup da güneşi inkâr etmek, aklı olup da kudreti tanımamak, eline gelen hediyelere bakıp da göndereni unutmak… Bu, sadece nankörlük değil; aynı zamanda bir kalp körlüğüdür.
İman etmek, o nimetlerin arkasındaki Rahman’ı tanımaktır. O’nun gönderdiği ikramlara teşekkürle mukabele etmektir. Asıl huzur da budur, gerçek şeref de budur.
Bir Temsille Mesele
Bir gün bir köyde bir gariban yaşarmış. Her sabah kapısının önünde sepet dolusu nimetler bulurmuş: sıcak ekmekler, taze meyveler, içme suyu… Başta şaşırmış ama sonra alışmış. Gün gelmiş, bu nimetleri kendiliğinden oluştu sanmış. Daha da ileri gidip bu nimetleri getiren kişiye kaba davranmaya, hakaret etmeye başlamış.
Meğer bu nimetleri gönderen kişi köyün en cömert ve zengin beyiymiş. Garibanı sevmiş, ona iyilik etmek istemiş. Ancak garibanın nankörlüğünü görünce, nimetler kesilmiş. O zaman açlıkla baş başa kalınca, hakikati anlamış ama iş işten geçmiş…
Sonuç ve Düşündürücü Hakikat
İnsan, nimetleri görüp de Nimet Sahibine yüz çevirirse, hem kendi değerini kaybeder hem de ebedî bir huzuru kaçırır. Bu kâinat bir sofradır; sofra da bir ikramdır. Her ikramın bir ikram edeni vardır. Gözün görmediği, kalbin hissetmediği, aklın düşünmediği zaman; insan hayvandan daha aşağıya düşer. O yüzden önce şükretmek gerekir. Çünkü şükür, nimetleri tanımanın ve nimeti vereni sevmenin ilk adımıdır.
Özet:
Bu makalede, insana ikram edilen nimetleri görüp de o nimetlerin sahibini tanımamanın büyük bir nankörlük ve akılsızlık olduğu vurgulanmıştır. Her nimetin bir vereni olduğu gibi, kâinattaki nimetlerin de Allah tarafından ikram edildiği anlatılmıştır. Bu nimetleri görüp de Allah’ı tanımamak, hem vicdanî hem aklî bir körlüktür. İman, bu nimetleri doğru okumak ve teşekkürle mukabele etmektir.