Suların Taşıyamadığı Yük: Kanunî, Zenbilli Ali Efendi ve Batı’ya Açılan Kapı
Suların Taşıyamadığı Yük: Kanunî, Zenbilli Ali Efendi ve Batı’ya Açılan Kapı
Osmanlı padişahlarının en ihtişamlısı olarak bilinen Sultan Süleyman Han, sadece askerî zaferleriyle değil, medeniyet inşasıyla da tarih sahnesinde derin izler bırakmıştır. Kanunî sıfatını alması, adalete verdiği önemin bir işaretiydi. Ancak ne gariptir ki, onun zamanında içeri sızan bir başka “kanun”, yani Batı’dan ithal edilen akılcı fakat ruhsuz yasalar, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin ifadesine göre, İstanbul’a görünmeyen bir “pislik” olarak sirayet etmişti.
Ali Efendi’nin meşhur sözü şöyledir:
> “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”
Bu cümle, zahiren sert ve ağırdır. Fakat içinde derin bir hikmet barındırır. Zira burada, görünüşte hayırlı ve hizmet gibi görünen bir eylem — kırk çeşme sularını getirmek — bir başka gözle eleştirilmekte ve manevî bir tahribatın altı çizilmektedir. Peki nedir bu sözün arkasındaki derinlik?
Batı’dan Gelen “Kanun”: Suret mi, Hakikat mi?
Kanunî döneminde Osmanlı, Avrupa ile olan münasebetlerinde artık savunmadan çok etkileşim dönemine girmiştir. Hukukta, eğitimde ve sanatta Batı’ya göz kırpma başlamış; “akılcı” düzenlemeler, İslamî hükümlerin yerine geçmeye başlamıştır. Ali Efendi’nin eleştirisi, bir şeriat âlimi olarak bu “hikmetsiz” ve “meşru temelden kopuk” düzenlemelerin ilerde meydana getireceği fitneye karşı bir uyarıdır.
Zira o biliyordu ki, bir milletin kanunları sadece ceza ve müeyyide değildir; o milletin ruhunu, ahlâkını, kıblesini şekillendirir. Ve batıdan alınan kanun, batının balığını da beraberinde getirir. Bu balık, tuzağıyla birlikte gelir; oltadaki yem, medeniyet gibi görünür, fakat ardında bağımlılık, zihin işgali ve kimlik erozyonu vardır.
Balıkçılık Mecazı: Oltadaki Yem ve Büyük Yutkunma
Balıkçılık, bu çerçevede mühim bir mecazdır. Batı, Osmanlı’ya sadece balık vermemiştir; balık tutmayı da öğretmiş ama kendi oltasıyla, kendi kurallarıyla. Şark’ın irfanı, kendi sahilinde sabırla rızık bekleyen bir derviş iken, Batı’nın denizlerinde hırsla, rekabetle ve benlikle balık avlamaya koşulmuştur.
Sonuç: kendi denizinde yabancı, yabancı denizlerde kayıp bir balıkçıya dönüştük. Avcı olduk derken avlandık. Yem olduk, oltayı tutan ellerin kim olduğunu bile göremez olduk.
Bugüne Yansıması: Batılılaşma, Kimliksizlik ve Ruhsuz Medeniyet
Ali Efendi’nin uyarısının üzerinden beş yüz yıl geçti. Ve gerçekten de, o görünmeyen pislik temizlenemedi. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve modern dönem boyunca “batıya açılma” adı altında yapılan her hamle, biraz daha kimlik kaybı ve taklit ile sonuçlandı. Şehirler büyüdü, kalabalıklaştı ama insan küçüldü. Sular aktı, yollar yapıldı ama ruh kurudu. Kanunlar çoğaldı, mahkemeler kuruldu ama adalet yerini bulamadı.
Bugün dahi, hukuk fakültelerimizde Roma Hukuku okutulmakta; genç beyinler, kendi kadim fıkıh sistemlerini değil, Fransız modeliyle yoğrulmaktadır. Sonuç: vicdan yerine prosedür, merhamet yerine şekilcilik hâkim.
Sonuç: Hakk’a Dayanmayan Hiçbir Kanun, İnsanı Kurtaramaz
Zenbilli Ali Efendi’nin o çarpıcı sözü, bize bir gerçeği haykırır: Şeriatın, yani Allah’ın hükmünün dışında aranan her nizam, her sistem, her çözüm, sonunda insanı ifsad eder. Sultan Süleyman’ın getirdiği kırk çeşme suyu, bir şehri arındırabilir ama bir milleti arındırmak için “kaynağın” temiz olması gerekir. Kaynak batıdan değil, vahiyden akmalıdır.
Ve bugün dahi, bu necaseti temizlemenin yolu, tekrar aslımıza dönmek; kendi kaynağımızdan, yani Kur’ân ve Sünnet pınarlarından su içmektir. Yoksa, modern çağın ne kadar “temiz” suyu akarsa aksın, batının “kanun” pisliği içimize sızmışsa, hiçbir çeşme bizi temizleyemez.