İŞTE GELDİK GİDİYORUZ
İŞTE GELDİK GİDİYORUZ
Dünyanın altındakiler üstündekilerden daha çok.
Her gün bir dünya geliyor, bir dünya gidiyor.
İnsanoğlu yeryüzüne her geldiğinde “kalıcı” gibi davranır ama aslında her gelen, gidenler kervanına katılmak için gelir. Doğum, yaşamın kapısıdır; ölüm ise gerçek yurdun eşiği. Ve işte böyle başlar “gelip geçmek” dediğimiz o büyük yolculuk. Sessiz, derin, kaçınılmaz…
Bugün toprağın üstünde yürüyenler, dün toprağın altında olanların çocuklarıdır. Ve yarının üstündekileri de bizden sonrakiler olacak. Dünya bir konaktır, durak değildir; bir yoldur, menzil değil. Ama insanlar bu yolda ebediyet hayaliyle oyalanır, baki sandıkları fani şeylerin peşinden ömür tüketirler.
Oysa her gün bir dünya geliyor; bebek çığlıklarıyla başlıyor hayat. Her gün bir dünya gidiyor; sessiz cenaze alaylarıyla uğurlanıyor. Bu muazzam dönüşüm, her nefeste işleyen bir hakikattir. Ve insan bu hakikatin ortasında, çoğu zaman gafletle yürür.
Dünyanın altındakiler üstündekilerden daha çok. Mezarlar şehirlerden daha kalabalık. Sessizliğin diliyle bağırıyorlar:
“Biz de sizin gibiydik, siz de bizim gibi olacaksınız!”
Ancak dünya öyle büyülü ki, bu sesleri bastırıyor. Ekranlar, vitrinler, reklamlar, hırslar… Hepsi birer uğultu makinesi. Kulakları hakikate sağırlaştırıyor. Oysa bir mezarlığın yanından geçmek bile yeterdi aslında, bir anlık uyanış için…
İşte geldik, gidiyoruz… Ne getirebildik, ne götürebileceğiz?
Biriktirdiklerimiz değil, verdiklerimiz bizimle gelecek.
Sahip olduklarımız değil, şükrettiklerimiz kalacak.
Sevdiklerimiz değil, Allah için sevebildiklerimiz bize yoldaş olacak.
Hayat; gelip geçmenin değil, gelişin ve gidişin anlamını bulmanın adıdır. Bu anlamı bulanlar için ölüm bir yok oluş değil, bir kavuşma olur. Öyleyse bu gidişi unutmadan, her günü son gün gibi yaşamak gerekir. Çünkü son günün zamanı gizlidir, ama gelişi kesindir.
Ve bir gün sıra bize de gelecek.
Toprak, sessizce yeni bir “dünya” daha alacak altına.
Geriye ise sadece şu kalacak:
“O, ne için yaşamıştı? Ve neye değer vermişti?”