EŞYADAKİ DEĞİŞİM

EŞYADAKİ DEĞİŞİM[1]

Her an değişimdeyiz.
“Külle yemin hüve fî şe’n”,

“O her an yaratma halindedir.”[2]
“Ve tilkel eyyamu nudaviluha beynen Nâs.”,

“O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz…”[3]
Allah her gün bir dünya götürüyor, bir dünya getiriyor.
Tüm bu değişimlerin Zamanla bir ilgisi vardır.[4]
Bir dursa her şey yok olacak.
Bir şeye iki kere tecelli etmemektedir.
EŞYADAKİ değişim, tecellideki değişimden ileri gelir.
Kayyumiyet hakikati ile sıkı bir ilgisi vardır.[5]
Kainat adeta bir Fabrika gibi işler.
Çocuğun oluşumu, Doğumu, büyümesi, yaşlanıp ölmesi hep bir seyir içerisindedir.

“Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kup kuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmaya başladı. Mezkûr âyetin ifade ettiği şu mânâya delâlet eden -2- âyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânın izdivacından tevellüd edebilir.
….. Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun? Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun,haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.”[6]

@@@@@@

“O gün semâyı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz.”[7]
“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.” [8]
“İşte, tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.”[9]

@@@@@@ 

Hareket halinde olan kâinat sürekli genişlemektedir.

“Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.”[10]

Atomlardaki sürekli dönme gibi, kâinatta sürekli dönmektedir.

Böylece atomu büyülttüğünüzde kâinatta, kainatı küçültüp atom haline getirdiğinizde aynı sistem ve hareketi görürsünüz.

Allah’ın Sıfatlarının sürekliliği söz konusudur, Halık yani yaratıcı sıfatı gibi.

Allah sürekli yaratandır.

Zira Allah’ın zatı ezeli ve ebedi olduğu gibi, sıfatları da ezeli ve ebedidir.

                                                                      @@@@@@

İnsan ve kâinattaki sürekli değişim, varoluşun temel özelliklerinden biridir. Bu değişim hem fiziksel, hem biyolojik hem de metafizik düzeyde kendini gösterir ve İslami, felsefî ve bilimsel perspektiflerden ele alınabilir.

### 1. **İnsandaki Sürekli Değişim**:

   – **Fiziksel Değişim**: İnsan bedeni doğumdan ölüme kadar sürekli bir değişim içerisindedir. Büyüme, gelişme, yaşlanma, hücrelerin yenilenmesi ve ölmesi gibi biyolojik süreçler devamlı bir dönüşüm yaratır.

   – **Psikolojik ve Zihinsel Değişim**: İnsan zihni de sürekli gelişir ve değişir. Öğrenme, deneyim kazanma, duygusal durumlar, kişisel gelişim, dünya görüşü ve algılar zamanla dönüşür.

   – **Ruhsal ve Manevi Değişim**: Dini veya felsefi açıdan bakıldığında, insanın manevi yolculuğu da sürekli bir değişim sürecidir. Bu, kişinin ahlaki ve ruhsal gelişimini içerir. İnsanın ruhu, dünya tecrübeleri ve ahlaki seçimlerle olgunlaşır.

 

### 2. **Kâinattaki Sürekli Değişim**:

   – **Kozmik Değişim**: Evren sürekli bir genişleme ve değişim içindedir. Bilimsel açıdan bakıldığında, evrenin genişlemesi, galaksilerin oluşumu ve yok olması, yıldızların doğumu ve ölümü, kara deliklerin oluşumu gibi süreçler kozmik düzeyde değişimin bir parçasıdır.

   – **Döngüsel Doğa**: Gezegenler, mevsimler, okyanus akıntıları, rüzgarlar gibi doğal süreçler sürekli bir devinim ve döngü içerisindedir. Bu döngüler doğadaki dengeyi sağlar.

   – **Mikrokozmos**: Atomlar ve moleküller düzeyinde bile sürekli bir hareket ve enerji alışverişi vardır. Bu, maddeyi ve enerjiyi sürekli bir değişim içinde tutar.

 

### 3. **Metafizik ve Felsefi Bakış Açısı**:

   – **İslamî Perspektif**: İslam’da Allah’ın “El-Bedi” ve “El-Halik” gibi isimleri, O’nun yaratma ve yenileme gücünü ifade eder. Kâinattaki değişim, Allah’ın yaratma kudretinin ve hikmetinin bir yansıması olarak görülür. Her an her şeyin yeniden yaratılması ve sürdürülmesi, İslamî teolojide “teceddüd-ü emsal” kavramı ile ifade edilir.

   – **Felsefi Perspektif**: Herakleitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın” sözü, varoluşun sürekli değişim içinde olduğunu ifade eder. Bu görüşe göre, değişim varlığın en temel özelliğidir ve hiçbir şey sabit değildir.

 

Sonuç olarak, hem insan hem de kâinat sürekli bir değişim döngüsüne tabidir. Bu değişim, varoluşun sürekliliğini ve gelişimini sağlayan bir mekanizma olarak anlaşılabilir.

*************

“Evet, her gün her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici her bir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ‌ cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere her birisine bir ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ‌ ı lamba yaptığı gibi öyle de o kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, her vakit Kur’an’ı okumakla tahattur edip nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle Kur’an, gayet mu’cizane tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakikatsiz tevehhüm etmekten şeytan bile kaçar. Ve onları dinlemeyen münkirlere cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.” Onuncu Mesele.

************

Kıssadan Hisse;

Nasrettin Hoca bir vakit eşeğini hava alsın diye, zar zor dama çıkarmış.

Bir müddet sonra “Yeter artık inme vakti” diye çekmiş eşeği, kan ter içinde kalmış Hoca, ama nafile. İnmemiş eşek bir türlü.

“Ne halin varsa gör “diye eşeği damda bırakıp  inmiş aşağı.

Oynama alanı bulan eşek, zıplamış durmuş damda.

Öyle zıplamış ki dam delinip aşağı düşüp ölmüş.

Akıbeti ibretle izleyen Hocamız hemen dersi çıkarmış tabi:

– “Demek ki eşeğin mertebesini yükseltirsen hem bulunduğu yere zarar veriyor hem de kendine…! “

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=cZhMIasUpb0&t=1s

[2] Rahman.29.

[3] Âl-i İmrân Suresi.140.

[4] https://tesbitler.com/2020/03/12/zamanda-yolculuk/

[5] https://tesbitler.com/2015/01/02/kayyum-ismi/

[6] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mesnevi-i-nuriye/habbe/103

[7] Enbiyâ Sûresi: 104.

[8] A’râf Sûresi: 54.

[9] Yâsin Sûresi: 53.

[10] Zariyat.47.




KULAK-KAFA VE KALB

KULAK-KAFA VE KALB[1]

İnsana ve insanın dünyasına giriş kapısı kulaktır.

Onun için insan her şeyi kulaktan alır veya öğrenir.
Veyahut ta kulaktan zehirlenir.
Peygamberlerden sağır yoktur ancak Yakup peygamber gibi görmeyen, Musa Peygamber gibi peltek var.
Bir ara başım döndü rahatsızlaştım.
Doktor iki kulağıma baktı, ikisinde de tıkanma var deyip, damla verdi. Rahatladım.
Bu durumu bir de ChatGpt de araştırdığımda Özetle şu çıktı.

@@@@@

Kulak, Beyin ve Kalp Arasındaki İlişki
Kulak, beyin ve kalp, insan vücudunun birbirine bağlı ve etkileşimli üç önemli organıdır. Bu üç organ arasındaki ilişki, karmaşık bir sinir sistemi ağı ve hormonsal etkileşimler sayesinde gerçekleşir.
Kulak, Beyin ve Kalp Arasındaki Bağlantının Önemi:
* Denge ve Koordinasyon: İç kulakta bulunan denge organları, beyne vücudun pozisyonu hakkında sürekli bilgi gönderir. Beyin bu bilgiyi kullanarak kaslara komutlar gönderir ve vücudun dengede kalmasını sağlar. Kalp atış hızının düzenlenmesi de bu denge mekanizmasıyla yakından ilişkilidir.
* Stres ve Duygular: Yüksek sesler, ani gürültüler veya hoş olmayan sesler, beyinde stres tepkisini tetikleyebilir. Bu durum kalp atış hızını artırır, kan basıncını yükseltir ve vücudu alarma geçirir.
* Uyku: Kulaklarımız, uyku düzenimizin düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Gürültü, uyku kalitesini olumsuz etkileyerek kalp sağlığı ve genel sağlığı etkileyebilir.
* Müzik Terapisi: Müzik, beyindeki duygusal merkezleri ve ödül sistemini uyararak ruh halini iyileştirir. Bu durum kalp atış hızını düzenler, kan basıncını düşürür ve stresi azaltır.
* İşitme Kaybı ve Sağlık Sorunları: İşitme kaybı, yalnızlık, depresyon gibi psikolojik sorunlara yol açabilir. Bu durum, kalp hastalıkları, inme ve demans gibi sağlık sorunları riskini artırabilir.
Özetle:
Kulak, beyin ve kalp arasındaki ilişki, vücudun genel sağlığı için oldukça önemlidir. Kulak sağlığının korunması, beyin sağlığının korunması ve kalp sağlığının korunması birbirini tamamlayan faktörlerdir. Düzenli sağlık kontrolleri, sağlıklı yaşam alışkanlıkları ve işitme sorunlarının zamanında tedavi edilmesi, bu üç organ arasındaki dengeyi korumak için önemlidir.
Ek Bilgiler:
* Tinnitus (kulak çınlaması): Stres, yüksek tansiyon, kulak enfeksiyonları gibi birçok farklı nedenden kaynaklanabilir ve kalp sağlığı ile de ilişkilendirilebilir.
* Meniere hastalığı: İç kulağı etkileyen bir hastalık olup, baş dönmesi, işitme kaybı ve tinnitus gibi belirtilere neden olur. Bu hastalık, kalp ritmi bozuklukları gibi diğer sağlık sorunlarıyla da birlikte görülebilir.

@@@@@@@

Manevi olarak kulak, beyin ve kalb arasında ne gibi bir irtibat, yakınlık ve bağlılık, ilgi ve alaka var?

Manevi Açıdan Kulak, Beyin ve Kalp Arasındaki İrtibat
Manevi olarak kulak, beyin ve kalp; insanın ruhu, zihni ve kalbiyle yakından ilişkili üç önemli organ olarak görülür. Bu üç organ arasındaki etkileşim, insanın dünya ile olan bağlantısını, içsel deneyimlerini ve manevi gelişimini şekillendirir.
Kulak: Evrenin Sesini Dinlemek
* İlahi İşaretler: Manevi öğretilerde kulak, ilahi mesajları, iç sesleri ve evrenin ritmini duymak için bir araç olarak kabul edilir.
* Bilgelik Kaynağı: Dinleme eylemi, sadece sesleri duymakla kalmaz, aynı zamanda başkalarının deneyimlerini anlamak, bilgi edinmek ve bilgeliğe ulaşmak için bir kapıdır.
* Dönüşümün Aracı: İlahi sözlerin, müziklerin ve doğanın seslerinin dinlenmesi, insanın iç dünyasında dönüşümlere yol açabilir ve ruhsal bir uyanış sağlayabilir.
Beyin: Anlamları Yorumlamak ve Bilgeliği Üretmek
* Fikirlerin Merkezi: Beyin, duyular aracılığıyla alınan bilgileri işler, anlamlar üretir ve düşünceleri şekillendirir.
* İnanç Sistemleri: İnanç sistemleri, değerler ve dünya görüşü, beyinde şekillenir ve insanın davranışlarını yönlendirir.
* Sezgi ve İlham: Beyin, sadece mantıksal düşüncelere değil, aynı zamanda sezgilere, ilhama ve iç görüye de açık olabilir.
Kalp: Sevginin ve Bağlantının Merkezi
* Aşk ve Merhamet: Kalp, sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguların merkezi olarak kabul edilir.
* İçsel Bilgi: Kalp, bazen zihnin anlayamadığı şeyleri hissedebilir ve içsel bir bilgeliğe sahip olabilir.
* Evrensel Bağlantı: Kalp, insanı evrensel bir bütünün parçası olarak hissederek, diğer canlılarla ve evrenle bir bağ kurmasına yardımcı olur.
Üçlünün Birliği
Bu üç organın manevi açıdan bir araya gelmesi, insanın tam potansiyelini gerçekleştirmesine olanak tanır.
* Kulak dinler, beyin anlar, kalp hisseder: Bu üçlü bir araya geldiğinde, insan daha derin bir anlayışa, daha büyük bir bilgeliğe ve daha güçlü bir manevi bağlantıya ulaşabilir.
* Denge ve Uyum: Kulak, beyin ve kalp arasındaki denge ve uyum, içsel huzur ve mutluluk için önemlidir.
* Manevi Büyüme: Bu üç organın birlikte çalışması, insanın manevi olarak büyümesine ve gelişmesine katkıda bulunur.
Özetle:
Manevi olarak kulak, beyin ve kalp, insanın ruhani yolculuğunda birbirini tamamlayan önemli unsurlardır. Kulak, evrenin sesini dinlemek için bir kapıdır, beyin anlamları yorumlar ve bilgeliği üretir, kalp ise sevgi ve bağlantının merkezi olarak hizmet eder. Bu üç organın uyumlu çalışması, insanın daha bütünleşik ve anlamlı bir yaşam sürmesini sağlar.

***************   

“Lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vahime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.”


Kulak varsa, kulağa hitap edecek bir de dil gerekir. İnsanın kalbinin bir köşesinde bulunan lümme-i şeytan (şeytanın kürsüsü) ya da vehim duygusu, kulak ile ifade edilirken, şeytan da bu duyguları kullanan dil ile ifade ediliyor.

Şeytan insana şerleri telkinde bulunuyor, insanın nefis, vehim, şehvet ve öfke gibi duyguları da bu telkine kulak verip harekete geçiyorlar. Üstad Hazretleri bu münasebeti kulak ve dil şeklinde tasvir ediyor. Alıcı ve verici gibi; şeytan veriyor, o duygular da alıyor…

Kulak alıcı, dil vericidir.

@@@@@@

Gece namazına veya sabah namazına kalkmadan devamlı surette uyuyan kimse hakkında Resûl-i Ekrem (asm) kinâyeli bir ifadeyle “Öyleyse o adamın kulaklarına -veya kulağına- şeytan işemiştir.” buyurmak suretiyle, şeytanın o kimseyi hükmü altına aldığını, tuzağına düşürdüğünü, onun da bu hâlinden âdeta memnun olduğunu ve şeytanın tuzağından kurtulmaya niyeti bulunmadığını, şeytanın da kendisine bu kadar boyun eğen ve bir dediğini iki etmeyen bu şahsı iyice hafife alıp kendisiyle alay ettiğini anlatmak istemiştir.

Şüphesiz boş ve mânasız işlerle uğraşan, faydasız sözlerle oyalanan kimselerin kulağı, ilâhî sözleri ve ezan sesini duyamayacak kadar kirlenir. Ona meleğin sesinden çok şeytanın sesi ve telkini hoş gelir. Bunun sonucu olarak vaktinde uyanıp kalkamaz ve ibadetini en değerli zamanda yapamaz.

“Şeytanın kulağa işemesi” meselesinin mecâzî bir anlatım değil gerçek olduğunu düşünen âlimler de bulunmaktadır.

@@@@@

[1] https://www.youtube.com/watch?v=QcSmW8hS_KE&t=327s




FİKREN- KALBEN- RUHEN İŞGAL VE KUŞATILMIŞLIK

FİKREN- KALBEN- RUHEN İŞGAL VE KUŞATILMIŞLIK

Fikren, kalben ve ruhen işgal edilmişler, kendisinin de, Gazze’nin de işgalini durduramazlar.

Kuşatılmış İslam ülkeleri kuşatmayı nasıl kaldırabilirler?
Ancak kendi kuşatılmışlıklarına son vererek.

– Dışarı ile mücadele ederken içeri kesinlikle unutulmamalıdır. Bütün genel kanaat ve görünen o ki, içerideki dengesiz olan insanlar, iç ayaklanmalar, iç kışkırtmalar, psikopat olan insanlar tahrik edilerekten başta devlet ricaline, devlet mensuplarına hakaret etmek suretiyle ve ona onurlu olmayan bir zihniyetin sahip çıkmasıyla birlikte ortalık ve ortam karıştırılmaya çalışılmaktadır.

Tıpkı küfürbaz birine yapılan özel davet gibi.

Bu mu onur?[1]

Her zaman söylediğim gibi; Türkiye’nin zemini kaygan bir zemindir ve çok rahatlıkla alta konulan bir muz kabuğu, bir sabun parçası ile dahi toplumun ayağı kaydırılmakta, bazı hassas noktalar tahrik edilerekten adeta iç kavgaya doğru toplum sevk edilmektedir.

Şu anda böyle bir kötü zihniyet bulunmaktadır. Biz dışarı ile ve dağdaki PKK ile uğraşırken onun uzantısı olan içteki psikopat gibi insanlar, dengesiz tipli insanlar kışkırtmalara, bir yandan ordu, bir yandan toplumun farklı kesimleri tahrik edilip birbirleriyle kavga edilir hale getirilmektedir.

Devlet bunu hassasiyetle göz önünde bulundurmalı, meselenin üzerine gitmeli, meseleyi sadece serbest bırakaraktan dışarıdan takip etme ile değil, bizzat ağır cezaları ile cezalandırmalıdır.

-Mesela; Türkiye’nin en sakin ili olan Adıyaman’da ve hatta merkezde PKK ve de sempatizanları arttıkça terör ve uyuşturucuda da bir artış görülmektedir. 

En azından terörün uğrak ve geçiş yeri olurken, uyuşturucunun da satış yeri yapılmaya çalışılmaktadır. 

-PKK’lı taraftar ve sempatizanlarının artışı otomatikman terör ve uyuşturucunun da artışını etkilemektedir. Çünkü PKK demek uyuşturucu demektir. 

*************   

– “CHP ile Haçlının tarihe bakışı aynı.

MHP lideri Bahçeli, bölücülüğün CHP’nin siyasetine iyice sirayet ettiğini vurgulayarak, “DEM’lenen CHP’nin siyasi pozu ve pozisyonu yüksek düzeyli tehdittir. Cumhuru ve Cumhuriyet’i ayrıştırma partisine dönüşen CHP’nin Türk tarihine bakışı Haçlı emellerinin bakışıyla neredeyse birebir aynıdır” dedi.”[2]

-CHP’nin devletçilik okunu değiştiren CHP genel başkanı Özgür Özel bu hareketiyle CHP’nin değiştiğini mi gösteriyor?

Yüz yıldır Kemalizm rolünü üstlenerek ayakta kalmak için on senede bir darbelerde varlığını sürdürdü.

Şimdi o yol kapanınca PKK ve FETÖ’ye mi kayıyor?

*****************  

İçinde masonların yoğun hatta hâkim olduğu İttihat ve Terakki cemiyeti Osmanlıyı yıkmakla kalmamış, kendi varlığını hem Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve sonrasında da göstermiştir.

Belki her partide olabileceği gibi özellikle Cumhuriyetin kurucu Partisi olan CHP’nin içerisinde varlığını ve hakimiyetini daha çok ve bariz bir şekilde göstermiş ve sürdürmüştür.
Azınlık bile olsa kontrolü elinde tutmuş, din karşıtı söylem ve duruşuyla toplumdaki çatışmayı ve kavgayı sürdürmüştür.
CHP’nin bazen toplumla ve dinle barışı sözde kalmış, içindeki tepkiler bunu bastırmıştır.
Tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi.
CHP’nin içerisinde bulunan bu % 5 ve 10 bile olsa diğer çoğunluğa hakim olmuş ve kontrolünde tutmuştur.
Bunlar Türkiye’yi de darbelerle kontrol ettiler, her 10 yılda bir.
Onun için ağzımız çok yandı.
Ayranı üfleyerek içmek mecburiyetinde kaldık.[3]
Onun içindir ki, Teğmenlerin kılıçlı yemini ağızları yakma tedirginliği veren yersiz bir çıkıştır.
15 temmuz bildirisi ‘Yurtta Sulh cihanda sulh’ şeklinde oldu, önceki darbelerde alet edildiği gibi.

– Mezuniyet töreninde Teğmenlerin yapılan yeminlerin dışında bir kısım teğmenin Atatürk’ün askerleri olduklarını ifade ederek, her darbede kullanılan Atatürkçülük burada da kullanılarak temayüle aykırı olarak, kural dışı yeminde bulunuluyor.

15 Temmuz’un şifresi olan Kapadokya’nın yine ABD tarafından kullanılarak gündeme gelmesi acaba;

Yeni bir 15 Temmuz benzerinin Yunan denizinden mi, PKK’nın dağdan şehre inmesiyle mi yoksa İsraillin saldırganlığının uzantısının Türkiye’ye de ulaştırılmasıyla mı bir darbe planı düzenleniyor?

Çünkü uzun zamandır alt yapısı bir yandan içi farklı kesimlerle karıştırarak, dış ile irtibatını sağlamak suretiyle yapılmak mı isteniyor?

-Oyun hiçbir zaman için bitmedi ve bitmeyecektir de.

Teyakkuzda ve uyanık olmak gerek.

Nitekim İran’ın Kerkük’ün siyasi, askerî, ekonomik-enerji hesapları olduğunu ve günlük 6 milyon dolardan fazla petrol geliri olduğunu kaydeden General Casim “Türkiye’nin orada olmasından en fazla rahatsız olan güç İran. ‘SİHA’yı biz düşürdük’ diyen Tuğgeneral Hamudi de İran’a bağlı Şii Asaib Ehlül Hak kontenjanından orduya giren eski bir milis. Irak Harp Akademisinden gelen biri değil. SİHA operasyonu, Irak ve Türkiye ilişkilerinin gelişmesini sabote ederek bu diyalog zeminini vurmak isteyenlerin işiydi” dedi.[4]

-Dünyayı şekillendirmeye çalışan başta ABD gücü ve İngiliz aklı boş durmuyor.

Bu dünden bugüne devam etti.

Seçime yakın kazanma ihtimalinin yüksek olmasına rağmen Trump’ın devre dışı bırakılmaya çalışılması, Bizdeki Turgut Özal suikastına benziyor.[5] 

Not: Heykelcilik zihniyeti Yahudi zihniyetidir.

Hz. Musa altı yüz bin civarındaki Yahudi’yi firavunun zulmünden kurtarıp Tih çölüne giderken bir köyden geçerler.

O köyde bulunan insanlar puta tapmaktadırlar.

Bunları gören, Firavundan kurtulan ve Hz. Musa’nın peşinden giden bu Yahudiler;

-Ya Musa bunların putu var, bize de bir put yap, demeleri gibi.
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. İsrailoğulları, “Ey Mûsâ! Onların kendilerine ait ilâhları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilâh yapsana” dediler. Mûsa şöyle dedi: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz.
Şüphesiz bunların (din diye) içinde bulundukları şey yok olmaya mahkûmdur. Yapmakta olduklarının hepsi batıldır.”[6]

MEHMET ÖZÇELİK

07-09-2024

 

 

 

 

 

 

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/chpnin-onuru-bu-mu-kufurcuye-ozel-davet-4642069

[2] https://www.yenisafak.com/gundem/chp-ile-haclinin-tarihe-bakisi-ayni-4641323

[3] * https://www.yenisafak.com/gundem/marmariste-fetocu-darbecilerin-saldirdigi-otelde-izler-korunuyor-4632866

https://video.haber7.com/video-galeri/284546-eli-kanli-cuntacilardan-inkar-ve-yalan-bombardimani-darbeye-degil-arsa-bakmaya-gitmisler

Darbe girişiminin telsiz kayıtları: Ölüm emri yağdırdılar!

Vurun, polisleri, polis araçlarını vurun.
https://video.haber7.com/video-galeri/284536-darbe-girisiminin-telsiz-kayitlari-olum-emri-yagdirdilar

[4] https://www.haber7.com/guncel/haber/3455727-bagdat-geregini-yapti-o-general-tutuklandi-derin-baglantilari-ortaya-cikti

[5] https://www.yenisafak.com/dunya/trumpin-mitinginde-ates-acildi-kursun-kafasini-siyirdi-4632906

https://www.haber7.com/foto-galeri/86629-eski-abd-baskani-trump-suikasta-ugradi-iste-dunya-siyasi-tarihinde-liderlere-yonelik-suikastlar

https://video.haber7.com/video-galeri/285824-11-eylul-saldirilarinin-hic-yayinlanmamis-goruntuleri-23-yil-sonra-ortaya-cikti

[6] Araf. 138.139.




CÜNEYT SUAVİ HİKAYELERİ

CÜNEYT SUAVİ HİKAYELERİ

 

   İhtiyar adam, zorlukla taşıdığı süt güğümlerini çadır direkleri arasından geçirmeye çalışırken:

   -Süüt…!, diye bağırıyordu. Süt isteyen süt kuzularına…

   İhtiyar, henüz sözünü tamamlamamıştı ki, çadırından çıkan öfkeli bir adam:

   -Sen aklını kaçırdın herhalde! diye kükredi. Biz yaralılarımızla uğraşırken, sen para kazanma sevdasındasın.

   Yaşlı adamın gözleri dolmuştu. Yumuşak bir sesle:

   -Bu depremde dört torunumu kaybettim evladım, dedi. Onların içecekleri sütü diğer yavrularıma hediye etmek istemişsem, hata mı etmişim.

  • ••

   Bu hadiseyi anlatanlar, “ihtiyar adama çıkışan o kişinin ağlayışını ve ona sarılarak özür dileyişini hiç unutmuyoruz” diyorlar.

**************** 

   GERİ ALINAN DUA

   KIRK GRAM TEBESSÜM

   CÜNEYD SUAVİ

   

   Bir imam ve müezzin, câmilerine getirilen bir cenâzeyi kaldırdıktan sonra, mezarcıyı da yanlarına alarak aynı kabristanda yatan bir evliyâyı ziyaret etmişler. Mezarcı, tam ayrılacakları sırada:

   – Muhterem hocam, demiş. Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Hazır dua ederken, diğer insanlarda olmayan bir şeyi isteyelim.

   İmam, Allah’ın verdiği nimetlerin herkese yettiğini ve daha fazlasına göz dikmenin nankörlük sayılacağını defalarca söylemiş ama boşuna. Sonunda mezarcıyı kıramamış ve hiç kimsenin göremediği

şeyleri görecek gözlere sahip olmak için Allah’a niyazda bulunmuşlar. Duaları, icâbet saatine rasgeldiği için kabul edilmiş. Ve bunu ilk farkeden de imam olmuş.

   İmam efendi, o evliyâya son bir fâtiha okuduktan sonra “âmin” demek için ellerini havaya kaldırdığında bir de ne görsün? Gökyüzünde dolaşan koca bir göl, üzerlerine doğru gelmiyor mu?

   Rengi bir anda sapsarı kesilen imam, anında kelime-i şahadet getirdikten sonra:

   – Hakkınızı helâl edin kardeşler, demiş. Külli nefsin zâikatül mevt. Ölmüşlerimiz birazdan bize kavuşacaklar.                       

   Mezarlığın yanından geçmekte olan köy öğretmeni, imamın bu telaşı üzerine başını yukarı kaldırdığında, hareket hâlindeki bulutları görüp:

   – Korktuğun şey, yağmur bulutlarından başka bir şey değil be hocam, demiş. Evet, bir bakıma koca bir göldeki suyu taşırlar ama, onu bir çok yere dağıttıkları için tehlikeli olmazlar.

   İmam efendi, o ana kadar hiç kimsenin görmediği şeyleri gören gözlerine mi inansın, yoksa öğretmene mi? Tabi ki hiç aldırmamış denilenlere. 

   İmam, yukarıdaki gölün ne kadar dehşet verici olduğunu anlatıp dururken, beli bir haftadır tutuk olduğu için ancak yere doğru bakabilen müezzin, faltaşı gibi açılan gözlerini topraktan ayırmadan:

   – Üstümüzdeki şey göl müdür deniz midir bilmem ama, bir an önce yere aksa iyi olacak hocam, demiş. Bastığımız yerin aşağısında koca bir cehennem var. Belki faydası olur sönmesine. 

   İmam, müezzinin sözü üzerine aşağı baktığında, bu sefer de kıpkırmızı kesilmiş. Erimiş madenlerden oluşan koca bir kazan, ayaklarının altındaki incecik toprak tabakasının altında fokur fokur kaynayıp

duruyormuş. Köy öğretmeni, zangır zangır titreyen imamla müezzini sakinleştirmeye çalışarak:

   – Dünyanın merkezinde magma tabakası vardır, demiş. Ama ilim gözüyle görülür ancak. Siz maşallah nedense farklısınız.

   Bu sözlerden de tatmin olmayan imamla müezzin, topraktan biraz olsun uzaklaşabilmek için tırmanacak yüksek bir ağaç ararken, bir korkuluk gibi hareketsiz duran mezarcıyı görüp meraka kapılmışlar.

Müezzin, makinalı tüfek gibi takırdayan dişleri arasından zorlukla bir kaç kelime çıkartap:

   – Yahu mübârek, demiş. Bir şey görmüyor musun ki, bu kadar tepkisizsin?

   Mezarcı, derinden inleyerek:

   – Keşke öyle olsaydı, demiş. Bu yeni gözlerle, üç gün sonra öleceğimi gördüm. Şimdiye kadar yüzlerce kişiyi mezara koymama rağmen, kendim için böyle birşey düşünmemiştim.

   Öğretmen, hepsinin deli olduğuna karar verip ayrılmış. Mezarcı ise, gömüleceği yeri de gördüğü için, kendi mezarına fâtihalar okuyup üflüyormuş. İmam, sonunda vaziyete el koyarak:

   – Anlaşılan haddimizi çok aştık, demiş. Gelin tekrar dua edelim ki normale dönelim, yoksa ömrümüzün geri kalanını akıl hastanesinde geçiririz..

   Biraz önceki evliyâyı şefaatçi yaparak tekrar dua ettiklerinde, icâbet saatinin son saniyelerini yakalayıp eski hâllerine dönmüşler. Ama mezarcı:

   – Sizler paçayı kurtardınız, diye ağlayıp duruyormuş. İyi ama ben ne halt yerim şimdi?

***************  

   YARIŞ

   HAYATIN İÇİNDEN

   Cüneyd Suavi

   

   En son teknolojik buluşların sergilendiği “Robotlar Fuarı”nı dolduran yüzlerce kişi, engebeli araziler için geliştirilen insan şeklindeki modellerin yarışmasını seyrediyordu. Herbiri onbinlerce dolar

kıymetindeki robotlardan bazıları, önlerine konan engellere ayak uyduramayıp devrilirken, bazıları da metal gövdelerine yerleştirilen bilgisayarlar marifetiyle ayakta kalmayı becerebiliyor ve meraklı seyirciler

tarafından büyük bir hayranlıkla alkışlanıyordu.

   Yarışmanın sonlarına doğru kalabalık arasından sıyrılan 6-7 yaşlarındaki bir çocuk robotlara ayrılan alana girdi ve aynı onlar gibi sallanarak yürümeye başladı. Küçük çocuğun sevimli hareketleri,

kendilerini ruhsuz makinalara kaptıran seyircileri eğlendirip güldürmeye yetmişti.

   Çocuk, birçok robotun takıldığı engelleri birer ikişer aşarak “mucid” olduğu söylenen kişilerin masasına geldi ve en önde oturan gözlüklü adama:

   — Bu robotların büyük işler becereceği söyleniyor, dedi. Hem de çok değerliymişler, öyle değil mi?

   — Elbette, diye cevap verdi adam. Bunların hiç birine paha biçilmez.

   Çocuk, titrek bir sesle:

   — Ama çoğu devrildiler, dedi. Oysa ki ben yıkılmadım.

   Masa başındakiler, ufaklığın sözünden birşey anlamamıştı. Bakışlarını ondan çevirip robotlara yönelttiler.

   Çocuk, yerine dönerken yine sallanmasına rağmen, doğuştan sahip olduğu kalça çıkığına artık üzülmüyordu.

*****************   

   TARİF

   HAYATIN İÇİNDEN

   Cüneyd Suavi

   

   Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

   — Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler.

   Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

   — Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.

   Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.

   Çocuk:

   — Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

   — İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?

   — Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolya lar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.

   Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden

anlamış, adamın kendisini farkettiğini.

   Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

   — Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?

   Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:

   — Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

******************  

                    

                     2001-OCAK-289. SAYI

BAHARA ÖZLEM

Cüneyd Suavi

 

İlk önce güller açtı bahçemizde…

Efendimiz’in (s.a.v.) “Benim nurumdan yaratıldı” dediği o Cennet çiçeklerinin kokusu kapladı her yeri. İlk fasıl tamamlanıp yerlerini geriden gelen tomurcuklara bıraktığında, bu sefer

de rengarenk şebboyların o latif kokuları duyulmaya başlandı. Hiç bir bakım gerektirmeyen bu mütevazi çiçekler, her seneki yerlerinden baharla birlikte boy gösterip boyunlarını

büktüğünde, hanımellerinin ciğerlere bayram yaptıran o asil nefesi sardı ortalığı.

Geçen hafta yazlığımıza geldiğimizde beyaz zambakların, bu hafta ise mutfağımızın hemen önündeki manolya ağacının büyüleyici kokusunu teneffüs ettik. Henüz okullar kapanmadığı

için bir kaç gün sonra Adapazarı’ndaki evimize tekrar döneceğiz. Burada kalacağım günler boyunca manolya çiçeklerinin de kar beyazı yapraklarını dökerek bize veda edeceği

anlaşılıyor. Tabi ki bu yıl için. Ama pek üzülmüyorum. Çünkü balkonumuzun biraz ilerisindeki ıhlamur ağacı, tomurcuklarını birer birer açıp Cennetin bilmem hangi köşesinden

gönderilen o güzelim kokuları yaymaya başlayacak. Daha sonra da ikinci fasıl güllere bırakacak görevini..

Bu güzellikleri hak etmek için yaptığım pek bir şey yok. Çünkü bahçemi ne yeterince sulamaya vaktim var, ne de ekip biçmeye. Onları kuru topraktan çıkartan kudret, uçsuz bucaksız

gökyüzünden indirdiği rahmetle onların susuzluğunu giderirken, ihtiyaç duydukları mineralleri de yine kara topraktan süzüp gönderiyor kendilerine. Sonra da:

— Alın bu Cennet kokularını kullarıma ulaştırın!.. diye emrediyor onlara. Ulaştırın ki, benim çiçekleri hiç solmayan o baki memkeletime şevkleri artsın. Ve kendilerini hangi güzelliklerin

beklediğini görebilsinler.

Güzeli görmeyenler, çirkinlerle yetinmek zorundalar…

****************   

TARİF

HAYATIN İÇİNDEN

Cüneyd Suavi

 

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

— Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler.

Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

— Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.

Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.

Çocuk:

— Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

— İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?

— Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolya lar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.

Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini.

Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

— Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?

Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:

— Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

*************  

BAHARA ÖZLEM

Cüneyd Suavi

 

İlk önce güller açtı bahçemizde…

Efendimiz’in (s.a.v.) “Benim nurumdan yaratıldı” dediği o Cennet çiçeklerinin kokusu kapladı her yeri. İlk fasıl tamamlanıp yerlerini geriden gelen tomurcuklara bıraktığında, bu sefer de rengarenk şebboyların o latif kokuları duyulmaya başlandı. Hiç bir bakım gerektirmeyen bu mütevazi çiçekler, her seneki yerlerinden baharla birlikte boy gösterip boyunlarını büktüğünde, hanımellerinin ciğerlere bayram yaptıran o asil nefesi sardı ortalığı.

Geçen hafta yazlığımıza geldiğimizde beyaz zambakların, bu hafta ise mutfağımızın hemen önündeki manolya ağacının büyüleyici kokusunu teneffüs ettik. Henüz okullar kapanmadığı için bir kaç gün sonra Adapazarı’ndaki evimize tekrar döneceğiz. Burada kalacağım günler boyunca manolya çiçeklerinin de kar beyazı yapraklarını dökerek bize veda edeceği anlaşılıyor. Tabi ki bu yıl için. Ama pek üzülmüyorum. Çünkü balkonumuzun biraz ilerisindeki ıhlamur ağacı, tomurcuklarını birer birer açıp Cennetin bilmem hangi köşesinden gönderilen o güzelim kokuları yaymaya başlayacak. Daha sonra da ikinci fasıl güllere bırakacak görevini..

Bu güzellikleri hak etmek için yaptığım pek bir şey yok. Çünkü bahçemi ne yeterince sulamaya vaktim var, ne de ekip biçmeye. Onları kuru topraktan çıkartan kudret, uçsuz bucaksız gökyüzünden indirdiği rahmetle onların susuzluğunu giderirken, ihtiyaç duydukları mineralleri de yine kara topraktan süzüp gönderiyor kendilerine. Sonra da:

— Alın bu Cennet kokularını kullarıma ulaştırın!.. diye emrediyor onlara. Ulaştırın ki, benim çiçekleri hiç solmayan o baki memkeletime şevkleri artsın. Ve kendilerini hangi güzelliklerin beklediğini görebilsinler.

Güzeli görmeyenler, çirkinlerle yetinmek zorundalar…

 

****************  

DIŞİŞLERİMİZİN İÇ İŞLERİ

TARİHE DÜŞÜLEN NOTLAR

İBRAHİM ERDİNÇ ŞUMNU

 

Sultan Üçüncü Selim devri… Fransa, Napolyon Bonapart’ın gözükara atılganlığıyla Akdeniz’in doğu ve güney sahillerinde yeni sömürgeler elde etme peşindedir… Tulon limanına toplanan Fransız donanması, Osmanlı’nın Mısır vilayetini işgale hazırlanıyor… Kritik günler… İşte bu sırada, Fransa’da olup bitenleri öğrenip Bab-ı Âli’ye bildirmekle vazifeli olan Paris büyük elçiliğimizden gelen bir rapor, tarihimizdeki bazı akıl almaz gafilliklere bir örnek teşkil edebilmesi bakımından ilgi çekicidir.

Paris sefirimiz Moralı Ali Efendi, Napolyon’un sefer hazırlıklarından büsbütün habersiz, sadece ramazanda sahur ve iftar vakitlerinin tayininde çektiği sıkıntıları anlatıyor ve ezcümle şöyle diyordu:

“Şu mübarek günlerde, devlet-i aliyye’mizin himayesi altında, gündüzlerimizi oruçla, gecelerimizi teravih namazının edasıyla ihya etmekteyiz… Ancak Parisin kaderi budur ki, havası çok defa mağmum ve mütegayyirdir… Sahur ve iftar vakitlerini doğru olarak tayin etmede müşkilatımız vardır…”

Paris’te havanın kararsız ve çok defa kapalı olması yüzünden, elbette önemli olan namaz ve oruç ibadetiyle ilgili endişeleri dile getiren Dışişleri’miz, güpegündüz süren harp hazırlıklarından tek kelimeyle bile bahsetmemektedir…

Napolyon’un Mısır harekatını, iş işten geçtikten sonra İngiliz sefirinden öğrenen Üçüncü Selim, öfke içinde ve o nazik mizacına ters düşebilecek bir üslûpla, Ali Efendi’nin raporunun altına şu satırları ilâve ediyor:

“Parisin semasının mütegayyir olmasıyla güneş ve hilali göremeyen bu herif, derya üzerindeki sefineleri de mi hevanın mağmum olmasından göremedi!… Mütegayyir ve mağmum olan semâ değil, bu adamın akl-ü iz’ânıdır!…”

O zaman Dışişleri’nin mazereti, hiç değilse dinî vecibelere gösterilen hassasiyet imiş… Bugünkü kayıtsızlıklara ne gibi bahaneler bulunuyor acaba?…

***************  

İSKEMLE İHTİLALİ

CÜNEYD SUAVİ

 

Küçük bir ülkenin insanları sabahleyin radyo ve televizyonlarını açtıklarında, normal programın kesilerek ard arda marşlar çalındığını duyarak meraka kapılmışlar. Biraz sonra ekrana çıkan bir erkek spiker, ayakta dimdik durmuş vaziyette:

–Büyük milletimiz!.. diye konuşmaya başlamış. Sivil bir darbe ile ülke yönetimine el konulmuştur. Bu günden itibaren her türlü iskemle, koltuk ve kanepenin yanısıra yerden yüksek karyolaların kullanılması yasaklanmıştır. Bu yasağı ihlal edenler, acayip şekilde cezalandırılacaktır.

Konuşmayı dinleyenler, bütün ihtilallerde olduğu gibi “kan gövdeyi götürecek” diye endişe ederken, bu tek maddelik bildiri karşısında oldukça ferahlamış ve emirlere her zamanki sessizlikleriyle itaat ederek yasaklanan eşyaları dışarı atmışlar. Fakir fukara da hepsini parçalayıp kışlık odun yapmışlar.

İskemle ve koltukları çıkartanlar, evde ne kadar yatak minder varsa hepsini yere indirerek orada oturmaya; geceleri de aynı yerde yatmaya başlamışlar. Ve önceleri biraz sıkıntı çekmelerine rağmen bu işe alışmışlar. Üstelik, kısa bir süre sonra yemek masalarını da kapı dışarı etmişler. Çünkü iskemle ve kanepeler olmayınca, bu yüksek masaların bir işe yaramadığını görmüşler. Fakir halka tekrar gün doğmuş ve masalar da kışlık odunlar arasına katılmış. İnsanlar, yerdeki sedirlerin arasına yaydıkları bir örtü veya yer masası üzerinde yemek yedikten sonra, ortadaki masayı yuvarlayıp kaldırıyor ve daha önce uzun merasimler gerektiren yemek işini şipşak hallediyorlarmış.

Yer minderlerine iyice alışan insanlar, bir müddet sonra yüksek dolap veya sehpalar üzerindeki televizyonlarını seyrederken boyunlarının tutulduğunu farketmiş ve bu zahmetten kurtulmak için onları yere indirip altındaki eşyaları evden atmışlar. Sehpa ve dolapların çıkartılmasıyla birlikte odalar daha da rahatlamış ve “küçücük” denilen evlerin aslında ne kadar geniş olduğu anlaşılmış. Bu arada sokağa atılan yeni eşyalarla, dar gelirli vatandaşların yakacak ihtiyacı da tamamlanmış.

Bir ay kadar sonra herkes: “Allah bu ihtilali yapanlardan razı olsun” demeye başlamış. Çünkü her geçen gün başka bir kolaylık ortaya çıkıyormuş. Yerde oturulduğu için elbise ve pantolonların ütüsü hemen bozulduğundan, TV ekranlarında boy gösteren modacılar:

–Sayın seyirciler!.. diye kırıtıyorlarmış. Daha önceki yıllarda nasıl ki yırtık kot, dizleri ya da poposu aşındırılmış pantolon ve yamalı elbise modası görülmüşse, şimdi de buruşuk elbise rüzgarı esmektedir. Buruşmayan kumaşlar ucuzlayıncaya kadar da bu moda geçerli olacaktır.”

İnsanlar, duydukları karşısında adeta havalara uçmuş ve haberin bitmesini bile beklemeden evlerindeki bütün ütüleri dışarı fırlatmışlar. Bu sefer de hurdacılar bayram yapmış. Ütülerin atılmasıyla birlikte elektrik faturaları hafiflemiş, hanımların pembe dizileri seyrederken prizde unuttukları ütülerden çıkan yangınlar sona ermiş ve tabi ki ütü masalarının da atılmasıyla birlikte odalar iyiden iyiye ferahlamış. Artık 70-80 metre karelik evler rağbet görüyor ve büyük evlerde yaşamış olan hanımlar, sabah kahvelerini yudumlarken: “Bu evin çilesini boşuna çekmişiz kardeş, gençliğimiz gitti vallahi” diyerek hayıflanıyormuş. Evlerin küçülmesiyle birlikte ev işlerine yardımcı olan kadınlara ayrılan paralar çocukların harçlıklarına ilave edilirken, sadece “komşularda var” diye alınan lüks eşyalar için harcanan milyonlar da, yine onların dengeli beslenmelerine ayrılmış. Dolayısıyla ikide birde hastalanan çocukların ilaç paraları, kısa bir süre sonra dörtte bire düşerek geçim derdini önemli ölçüde hafifletmiş.

Küçük ülkenin bahtiyar insanları, boğazlarını sıkarcasına etraflarını kuşatan eşyaları kullanmaya mahkum olmadıklarını ve eski insanların masallarda kalan mutluluklarının sebebini kavrayarak gerçek hürriyetin ne demek olduğunu öğrenmişler. Ve borçsuz yaşamanın verdiği rahatlıktan mı, yoksa yer yatağı sayesinde düzelen omurgalarından dolayı mıdır bilinmez, her yerde dimdik yürümeye başlamışlar.

Aradan sadece bir yıl geçtikten sonra, insanlar yine marş sesleri ile uyanmışlar. Ve karşılarında yine aynı spikeri görmüşler. Ama adam, bu sefer lüks bir koltukta oturuyor ve:

–Büyük milletimiz!… diyormuş. Geçen yılki darbeciler, yeni bir ihtilalle işbaşından uzaklaştırılmıştır. Bu konuda, başta koltuk ve kanepe üreticileri olmak üzere ülkemizin büyük iş adamlarının desteği alınmış durumdadır. Büyük gazetelerimiz de, yarından itibaren her beş kupona bir iskemle hediyesiyle sizleri ihya edecektir. Ayrıntılı haber “Azzzz sonra” verilecektir.

****************  

Bir adam hacca gidiyordu. Yanındaki bin altını bir arkadaşına bıraktı. Hacdan döndüğünde parasını geri istedi. Öbürü inkâr edip dedi ki:
-Hayır sen bana para mara bırakmamıştın. Hacı mahkemeye müracaat etti. Bir ağacın altında parayı verdiğini söyledi. Başka şahidi yoktu. Hâkim hacıya dedi ki:
-Peki git bana o ağaçtan bir dal getir. Olur ya belki şâhitlik eder. Hacı gitti. Hâkim de bir kitap okumaya başladı. Aradan epeyce zaman geçince, hâkim başını kaldırıp dedi ki:
-Amma da uzattı, nerede kaldı bu adam? Suçlu dalgınlıkla şöyle söylendi:
-Hâkim bey ancak gelir. Ağaç uzaktır. Hâkim gülerek dedi ki:
-Gördün mü? İşte ağaç şahidlik etti!

**************  

YARIŞ

HAYATIN İÇİNDEN

Cüneyd Suavi

 

En son teknolojik buluşların sergilendiği “Robotlar Fuarı”nı dolduran yüzlerce kişi, engebeli araziler için geliştirilen insan şeklindeki modellerin yarışmasını seyrediyordu. Herbiri onbinlerce dolar kıymetindeki robotlardan bazıları, önlerine konan engellere ayak uyduramayıp devrilirken, bazıları da metal gövdelerine yerleştirilen bilgisayarlar marifetiyle ayakta kalmayı becerebiliyor ve meraklı seyirciler tarafından büyük bir hayranlıkla alkışlanıyordu.

Yarışmanın sonlarına doğru kalabalık arasından sıyrılan 6-7 yaşlarındaki bir çocuk robotlara ayrılan alana girdi ve aynı onlar gibi sallanarak yürümeye başladı. Küçük çocuğun sevimli hareketleri, kendilerini ruhsuz makinalara kaptıran seyircileri eğlendirip güldürmeye yetmişti.

Çocuk, birçok robotun takıldığı engelleri birer ikişer aşarak “mucid” olduğu söylenen kişilerin masasına geldi ve en önde oturan gözlüklü adama:

— Bu robotların büyük işler becereceği söyleniyor, dedi. Hem de çok değerliymişler, öyle değil mi?

— Elbette, diye cevap verdi adam. Bunların hiç birine paha biçilmez.

Çocuk, titrek bir sesle:

— Ama çoğu devrildiler, dedi. Oysa ki ben yıkılmadım.

Masa başındakiler, ufaklığın sözünden birşey anlamamıştı. Bakışlarını ondan çevirip robotlara yönelttiler.

Çocuk, yerine dönerken yine sallanmasına rağmen, doğuştan sahip olduğu kalça çıkığına artık üzülmüyordu.

*********************

Babacı

Küçük çocuk okuldan gelir gelmez holün sonundaki odaya doğru gitti. Ve duvarın dibinde duran tabureye çıkarak, kapının üstündeki camlı bölümden baktı. Babacığı her zamanki yerinde, eski bir sedirde oturuyordu. Önünde de birkaç tane içki şişesi vardı. Sedirin üstüne yayılan örtü, sigara yanıklarıyla yer yer delinmiş, dökülen sıvılarla rengini kaybetmişti. Köşedeki televizyon yine açıktı, babası ona bakacak durumda olmasa da…

Küçük çocuk okula yeni başlamıştı. Buna rağmen kontrol görevini, büyüklere taş çıkartacak bir şekilde yapar, bu işe her şeyden fazla önem verirdi. Çünkü babası sızınca sigarasını elinden düşürür, bazen üstünü başını, bazen yorganı, bazen de yerdeki kilimleri yakardı. Üstelik de her yere alkol bulaştığından, o zamana kadar bir yangın çıkmaması, mucizeden başka bir şey değildi.

Babası için ettiği dualar, daha yangın çıkmadan onu söndürüyordu.

Küçük çocuk kontrol işlemini, kapının üstünden yapmak zorunda idi. Çünkü içeri girse çok kötü azarlanır, duyduğu üzüntüden, o günkü hiç bir dersine çalışamazdı. Anneciği “geçim işi”ni üstlenmişti. Sürekli olmasa da, haftada birkaç gün temizliğe giderdi. Küçük çocuk bu günlerde babasına daha fazla ihtimam gösterirdi. Holün duvarındaki sarkaçlı saatleri, ona görev vaktini bildirirdi. Buçuklarla birlikte, bu da yarım saatte bir demekti. İkide bir yerinden kalkmaya üşense de, babasına duyduğu sevgiden ötürü, bu işten asla şikâyet etmezdi. En büyük üzüntüsü ona yaklaşamamak, bir kerecik bile okşanmamaktı. “Tek çocuk çok kıymetlidir” diyenler, bu bakımdan kesinlikle yanılıyordu.

Babası, yıllar boyu kapandığı odadan sadece tuvalet ihtiyacı için ayrılır, daha sonra hiç bir mekâna uğramadan, adeta koşarcasına geri dönerdi. Küçük çocuk kapının açıldığını duyunca aceleyle koridora fırlayıp, babasının kendisiyle konuşmasını, hatta bazen rüyasında gördüğü gibi, sarılarak öpmesini beklerdi.

Fakat ondan sadece tek bir kelime duyardı: “N’aber?”

“İyiyim babacım!.” derdi gülümseyerek ve sevgisini gönlüne hapsederek…

Çocuk bir gün yine okuldan döndüğünde, kontrol vazifesini yapmak istedi. Fakat çıktığı taburenin bir ayağı aniden kırılınca, kapının pervazına asılı kaldı. Ellerini bırakarak aşağı atlaması, onun için son derece basit bir işti. Fakat tabure devrilip tersine dönmüş, sivri bir kama şeklinde kırılan ayak, tam atlayacağı yere gelmişti.

Çocuk o şekilde sallanıp durmaktayken, babası sesleri duyup dışarı çıktı. Ve tabureyi bir kenara ittikten sonra, oğlunu bel kısmından sıkıca kavrayarak:

“Ellerini bırak!” diye bağırdı. “Merak etme seni tuttum, düşmezsin.”

Küçük çocuk, bu sözleri hiç duymamış gibiydi. O şekilde beklerken:

“Bırak, bırak, korkma!” diye tekrarladı babası. “Seni çok sıkı tuttum, endişelenme!”

Çocuk, ancak kendisinin duyacağı şekilde:

“Gücüm tükenmeden bırakmam babacım!” dedi. “Çünkü bana ilk defa sarılıyorsun.”

*************  

Kâbus

Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlere girmeyip kaçardım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.

Oysa ki o dar yerlere, şimdi ister istemez girecektim.

Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görüyordum.

“Genç yaşta öldü zavallı!” diyorlardı. “Halbuki ne kadar çok işleri vardı.”

Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ, oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup, dostlarımı orada toplamak da hayal olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım.

Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve:

“Geçti artık geçti!” diyordu.

İçimden: “Keşke geçmemiş olsaydı!..” diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.

Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:

“Aman Allah’ım!.” dedim. “Ne olacak şimdi hâlim?”

Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu.

Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık.

Cami deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi, elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim.

Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım.

Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:

“Geçti artık geçti!” diye tekrarladı. “Bitti artık!..”

Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve “Herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar” diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen, dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da millî takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:

“Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli!” diyordu. “Sırılsıklam olduk ya!..”

Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi?

Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura indirdi.

Boylu boyunca yattığım yerden etrafa baktım.

Aman Allah’ım!.. Bu kabir değil miydi?

O âna kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim?

Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum.

Tekrar koyu bir karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.

“Yâ Rabbi!..” diyordum. “Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, Cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim.”

Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:

“Geçti artık geçti!” diye tekrarladı. “Her şey bitti artık!..”

Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.

Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım, beni ayıltmaya çalışarak:

“Geçti artık geçti!” diye bağırıp duruyordu. “Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı!..”

Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu.

Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toplamaya çalışırken:

“Yâ Rabbi!. Sana zerrelerim adedince şükürler olsun!” diyordum. “İyi bir kul olmak için, ya bir fırsat daha vermeseydin?”

*******

Çorbacı

Büyükçe bir şehirde, büyükçe bir lokanta bulunuyormuş. Gerçi ondan büyükleri de varmış ama o civarın en usta aşçıları oradaymış. Çorbaları birisi, kebapları diğeri, börekleri öteki yapıyormuş. Dördüncü aşçı ise, bir tatlı uzmanıymış.

Lokanta kısa sürede dillere destan olmuş ve müşterisi her geçen gün daha da artmış. Sadece öğlen ve akşam saatlerinde değil, sabahları da hınca hınç dolarmış. Çorba meraklıları yataktan kalkar kalmaz, sanki büyülenmiş gibi oraya koşar, mercimek çorbasından tâ işkembeye; ev tarhanasından ezogeline kadar, birkaç tabak çorba içip mest olurlarmış.

Öğle saatlerinde, mis gibi bir döner kokusu sararmış çevreyi. Döneri yapan usta, kekik kaplı yaylalardan getirttiği hayvanları kendi eliyle keser, daha sonra etleri dolapta bekletir, doğal soslarla süsleyip takdim edermiş.

Böreği yapan aşçıya gelince:

Elinde bir keramet varmış sanki. Hiç oklava kullanmadan hamura şekil verir; biraz açıldığında, sanki bir çarşaf gibi savururmuş. Tatlı ustası da ondan geri kalmazmış. Yufkaları o kadar ince açarmış ki, gazete okunurmuş arkasından. Kullanılan her malzeme birbirinden özelmiş. Unundan fıstığına, tereyağına kadar…

Kısacası lokanta, bir lezzet merkeziymiş, herkesin damak zevkini okşayan.

Aradan uzun bir süre geçtikten sonra, lokantada bir şeyler dönmeye başlamış. Çorbayı yapan usta, yakışıklı tipiyle, güzel konuşmasıyla ve otoriter tavrıyla, lokanta sahibinin gözüne girmiş. Ve onun sağ kolu hükmüne geçerek, işyerinin kârına ortak olmuş. Patron ona çok güvendiği için, daha az uğruyormuş dükkânına.

Çorbacıya gün doğmuş elbette ki. Tam bir despot kesilmiş, on beş yıllık meslektaşlarının başına. “Şunu şöyle yapın, şöyle yapmayın!” gibilerden sağa sola emirler yağdırmaya, insanların kalplerini kırmaya, her fırsatta onları azarlamaya başlamış. Aşçılar susmayı tercih edince, o daha da yüklenmiş.

Çorbacı, sabah müşterilerinin sayısına aldanıp, lokantada en çok çorbaların sevildiğine karar vermiş. Ona göre diğer yemekler önemsizmiş. Bu inançla aklına bir fikir yerleşmiş: Eğer diğer aşçıları işten atarsa, maliyetler düşecek, böylelikle kârı katlanacakmış. Fakat bu iş için de, yüklü bir tazminat gerekiyormuş.

Çorbacı, en sonunda bir plan yapmış. Buna göre aşçılar, kendi istekleriyle ayrılacak, bu yüzden de tazminata gerek kalmayacakmış. Bu plan gereğince, diğer aşçıların sahasına el atmış. İlk önce döner işine sarılmış ve marketlerden aldığı dondurulmuş etleri, hamburger gibi kotarıp servise sokmuş. Hemen arkasından da, dillere destan olan “Yayla Döneri”ni mönüden kaldırarak, yerine kendi icadı “Çağ Kebabı”nı koymuş. Bu arada lokantanın dört bir yanına, o kebabın büyük boyda resimlerini aşmış, ağızları sulandıracak güzellikte. Çünkü reklâm, ona göre çok önemliymiş ve insanları robot gibi yönlendirirmiş.

Gururu kırılan döner ustası, bu olaylar üzerine istifa edip, başka bir lokantada işe girmiş.

Duydukları aşırı güvenden dolayı: “Bu lokantada; tabak, çatal, kaşık, bardak ve tuzlukların dışında, önünüze konanları gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz” sloganına hem gönülden hem mideden inanan müşteriler, “Çağ Kebabı”ndan da yemek isteseler de, tadını beğenmeyip yarım bırakmışlar tabaklarında.

Çorbacı, daha sonra börek işine girmiş. Marketlerden hazır yufka aldırıp, kalitesiz malzemeyi içine basmış. Hatta “israf haramdır” falan deyip, bazen tabaklarda kalan dönerleri kullanmış. Bu arada, mönüdeki “Anadolu Böreği”ni tümden kaldırıp, “Çağdaş Börek”in resmini basarak…

Börekçi de ayrılmış o hafta içinde.

Lokantaya gelenler:

“Geçen günkü dönerler çok berbattı. Bu sefer döner yerine, yeni börekten yiyelim” demişlerse de, birkaç lokma aldıktan sonra bırakmışlar.

Çorbacının tatlısı da aynı sonucu vermiş.

Börekçiden hemen sonra, tatlıcı da ayrılmış lokantadan.

Çorbacı her işe el attığından, çorba yapmak için vakit bulamıyormuş. Sonunda hazır çorbalar imdadına yetişmiş. Tabi ki reklâm işini ihmal etmeden…

Lokantanın sahibi, müşterilerin her geçen gün biraz daha azaldığını fark edince durumu araştırmış ve neler olup bittiğini anlar anlamaz, çorbacıyı kapı önüne koymuş. Daha sonra iş yerini elden çıkartmış ve doğduğu köye, alabalıklarla dolu bir dere kenarındaki baba evine dönmüş.

Çorbacı, diğer aşçılar gibi iş bulamamış.

Kaybolmuş o civarlardan sessiz sedasız.

Eski müşterileri, şimdi beyaz eşya satan o binanın önünden her geçişte, döner ve börek kokusu duyuyorlarmış.

Bir de sıcacık tarhana kokusu…

***************  

Kırkta Bir

Küçük bir balıkçı köyünde yaşayanlar, birçok balıkçı gibi, denizi çok iyi tanıyorlardı. Gökyüzüne şöyle bir göz attıklarında, havanın gün boyu nasıl olacağını, rüzgârın durumunu ve ne yönden eseceğini hemen çıkartırlardı.

Bir fırtına tehlikesi söz konusuysa, tekneleri güvenli bir yere çektikten sonra, denizi üstten gören genişçe bir barınağa sığınırlardı. Çam kütüklerinden yapılmıştı burası. Mis gibi reçine koktuğu için, onlara deniz kokusunu aratmazdı.

Bu mekânda sohbet edip çay içerlerken, bir yandan da sahili gözlerlerdi. Çünkü köyün en yaşlı balıkçısı, sanki onlara meydan okur gibi, fırtına yaklaştığında sandalına atlayıp, açık denize doğru yönelirdi.

Köy sakinleri, ihtiyarın bu işine pek akıl erdiremez, bu konuda birçok tahmin yürütürlerdi. Zira yaşlı balıkçı hiç kimseyle konuşmaz, sırlarını açmaya yanaşmazdı. Kimi köylüye göre, ihtiyarcık denizde ölmek istiyordu. Ama bu ihtimal kuvvetli sayılmazdı. Yaşlı adam dindar biri olduğu için, kendisini bile bile tehlikeye atmazdı.

Karlı dağlarla çevrilen koyun sonunda, büyük balıkçı gemileri dolaşırdı. Bereketli bir av bölgesiydi burası. Bu yüzden de köylüler, ihtiyarın oraya gittiğini söyler, fakat neler yaptığını bilemezlerdi.

Yaşlı balıkçı, deniz patlayınca balık tutamazdı tabi ki. Dalgalar insan boyuna yükseldiğinde, ne sandal dururdu yerli yerinde, ne de ağları. Olta bile atamazdı o kargaşada. Teknesinin her tahtası ayrı ayrı gıcırdar, dip kısmı da bir karış suyla kaplanırdı. Dört bir yana savrulurdu fındık kabuğu gibi. Bu yüzden başı dönse de sabretmeye çalışır, sonunda halsiz düşerek geri dönerdi. Zaten merak edilen konu buydu. Bir balıkçı eğer balık tutamıyorsa, bu konuda en ufak bir şansı bulunmuyorsa, üstelik de yaşı seksene dayanmışsa; fırtınalı bir denize yelken açması, intihardan başka bir şey değildi.

Yaşlı adam, bir gün aniden hastalandı. Arkadaşları, onun kollarına girip evine götürdüler. Ve yıllar yılı merak ettikleri konuyu, bir kez daha kendisine sormayı denediler. İhtiyarın gözleri, penceresinin dışından görünen denizdeydi. Üç beş balıkçı teknesi geri dönüyor, onları da aç karınlı martılar izliyordu.

Yaşlı adam, gözlerini denizden ayırmadan:

— Fırtına yaklaşırken, kıyıda beklemem mümkün değildi, dedi. “Belki biri yardım bekliyordur” diyerek, defalarca denize açılmıştım.

Yanında bulunanlar, ihtiyarın sözlerine anlam veremiyordu. Bir sahrada tek bir kumu aramak neyse, bu iş de ondan farklı sayılmazdı.

Yaşlı adam, yatağından güçlükle doğrularak:

— Henüz gençken büyük bir gemide tayfaydım, dedi. Uykusuzluk ve yorgunluk belimizi bükmüştü. Deniz birden patladı ve sert bir rüzgâr beni güverteden kopartıp, yarı donmuş suların içine fırlattı.

Balıkçılar, merakla dinliyordu. Denize düşen birini o dalgada kurtarmak, herkesin bildiği gibi âdeta imkânsızdı. Eğer kışsa, zaten hiç kimse uğraşmazdı. Düşen kişi çok iyi yüzme bilse bile, birkaç dakika içinde donup giderdi.

Yaşlı adam, devam edip:

— Beni kurtaran da bir ihtiyardı, dedi. Nerden çıktı, nasıl yetişti bilmiyorum. Kendi paltosuna sarıp ısıttı beni, bir babanın yavrusunu sarması gibi.

İçerde bulunanlar, bu işin sırrını nihayet çözmüşlerdi. Hasta adam anlaşılan ona özenmiş, birini kurtarmak için boşuna beklemişti. Hem de yıllarca. Böyle bir şey hangi yönden bakılırsa bakılsın, son derece saçmaydı. Bu yüzden yaşlı adama itiraz edip:

— İyi ama, dediler. Buna benzer bir olay, kırk yılda bir görülür, belki görülmez.

— Bunu ben de biliyorum, dedi balıkçı. Tam kırk yıldan bu yana, gece gündüz dua ettim o ihtiyara. Hâlâ da ediyorum. Kırkta bir ihtimal düşük sayılsa bile, ömür boyunca sürecek bir dua almak için, kırk fırtınaya katlanmak fazla bir şey değil ki!

***************

Özenti 

Fakir bir adam, her gün televizyonlarda boy gösteren ve “ülkenin sayılı zenginlerinden biri” şeklinde tanıtılan sanayiciye özenip, onun gibi olmaya karar vermiş. Sık sık Allah’a yalvarıp:

— Ver Yarabbi!, diyormuş. Fakirlikten bezdim usandım artık!.

— Adam, bu işi aklına koyunca, cebinde kalan son kuruşlarını, yine zenginlerin yazdığı “Nasıl Zengin Olunur?” ya da “Zenginliğin Sırları” gibi kitaplara yatırıp, her birini dikkatlice okumuş. Okumuş ama, açıkçası pek bir şey anlamamış. Her halde en iyi yol, dedesinden duyduğu şeyleri yapmakmış.

— Allah bütün duaları işitir!. dermiş, nur yüzlü dedeciği. Ne istersen O’ndan istemelisin.

Torunu, mecbur kalınca bu yolu seçmiş. Üstelik de dua için para gerekmiyormuş. Bir cuma namazında, sabaha karşı kılınan teheccüd namazının ve hemen arkasından yapılan duaların kıymetini öğrenince, geceleri yatmamaya başlamış. Saatlerce namaz kılıp, göz yaşları içinde dua etmiş. Bu arada kurbanlar da adamış tabi. Fakirlikten kurtulursa bir koyun, zengin sayılınca iri bir dana, köşeyi döndüğünde de bir deve kesecekmiş. Gelen miktara göre, bu sayı daha da artabilirmiş.

Paranın gelmesi geciktiğinde, bu sefer de oruca niyetlenmiş. Her ayın on beş günü, hiç aksatmadan oruç tutuyormuş, üstelik de fazla bir şey yemeden. Sonunda bir deri bir kemik kalmış ama, kendisine bir haller olmaya başlamış. Yakınlarına, gaipten tuhaf sesler duyduğunu, hatta bazen birileriyle konuştuğunu söyleyip duruyormuş.

Duyduğu ses her neyse, bir gün ona seslenip:

— Ey garip adam!, demiş. Özendiğin o kişiyi tanıyor musun?

Adam biraz düşünmüş. Bahsedilen kişiyi, sadece ekranlarda gördüğünden, nasıl yaşadığını, neler yiyip içtiğini, nerelerde gezdiğini pek bilmiyormuş.

— İstersen daha yakından tanı!, demiş ses. Hem önceki hayatını, hem sonrasını.

Ve manevî bir sinemayla, hayranlık duyduğu kişi gösterilmiş adama.

Perdeye ilk yansıyan, o zenginin önündeki bir insan seli imiş.

Adam, hemen sormuş: “Bu kuyruk nedir?” diye.

— Zengin adam, işçilere aylık veriyor!, denmiş. Bir çok fabrikasında, karınca sürüsü gibi işçi çalışır. Maaşları kendisi vermekten hoşlanır.

Fakirin hayranlığı, iyice artmış. Böylesine alçak gönüllü bir kişiyi, ilk defa görüyormuş.

Manevî sinemada, manzaralar peş peşe sıralanmış. Biraz sonra farklı bir görüntü gelmiş perdeye. Zenginin elinde süslü bir bavul varmış, yanında da bir çok koruması elbette. Fakir olan, hayranlıkla ona bakarken, duyduğu ses bu sefer:

— Beğendiğin o kişi, güzel bir tatile çıkıyor!, demiş. Mevsim henüz kış ama, o sıcak bir ülkede dinlenecek. Tabi ki güneşte biraz bronzlaşacak!.

Fakir adam, bir kez daha içini çekmiş. Çünkü o güne kadar, ırgat gibi çalışmaktan tatil yapmamış.

— Ver Allah’ım!, demiş, sessizce mırıldanıp. Ben de onun gibi keyif süreyim.

Fakir adam daha sonra, o zenginin hayatından bir çok tablo seyretmiş. Boğazdaki muhteşem villasını, en son model üç beş tane arabasını, bankadaki hesaplarını falan.

Fukaracık, hülyalara dalıp giderken, o ses tekrar çınlayıp:

— İstersen farklı bir film koyalım, demiş. Anlaşılan bu işten çok hoşlandın.

— Evet!, diye atılmış fakir adam. Hoşlanmamak mümkün mü?

Görüntüler tekrar sıralanınca, adam bir yanlışlık var zannederek:

— Bu manzara yeni değil her halde!, demiş. Biraz önce aynısını görmüştük. Bir çok insan yine kuyruğa girmiş. İkinci görüntüde, bavulunu tekrar yanına almış. Her halde yine tatile gidiyor.

— Hayır!, demiş, kendisiyle konuşan. Kuyruktaki kişiler, ‘kul hakkı’ndan alacaklı olanlar. O zenginden hakkını istiyorlar.

O bavula gelince:

Adam uzun bir tatile çıkıyor. Fakat bu sefer, çok daha sıcak bir yerde bronzlaşacak. Gördüğün manzaralar, adamın öldükten sonraki halleridir.

*************

Başım Gözüm Üstüne! 

2021 Yılının son aylarında, küçük kızım Dahiliye Uzmanı çıktığı için ‘Mecburi Hizmet Kurası’ çekmek zorunda kaldı.

Evimiz Kocaeli’nden, İstanbul’a doğru 20 kilometre uzakta, ‘Şirinyalı’ denilen bölgedeydi. Ve hemen deniz kenarında olduğu için, oradan ayrılmak bize zor geliyordu.

Kura günü yaklaşırken bu nedenle hepimiz huzursuzduk. Çünkü kızım bekârdı ve nereye giderse gitsin onun yanında olmamız gerekiyordu. Oysa ben ve çocuklarım doğduğumuz günden beri Sakarya, Kocaeli ve İstanbul üçgeninde yaşıyorduk. Açıkçası biraz tembel olduğumuzdan, ‘başka bir şehir’ denince hemen burun kıvırıp:

“İsteyenler, istedikleri yere gitsin! Buraları bize bol bol yeter.” diyorduk.

Endişemizin yanında bir yandan da büyük bir ümit besliyorduk. Çünkü evimize yakın Dilovası Bölgesinden Dahiliye Uzmanı talep edilmişti. Kızım iyi bir kurayla oradaki hastaneyi kazanacak olursa, 15 ay boyunca aynı yerde kalacak ve doktorları çok korkutan ‘doğu hizmetinden’ kurtulacaktı.(!)

Kura günü yaklaşırken hem kızım hem de annesi işlerini bırakarak bazı adaylara telefon etmeye başladı. Haberlere bakılırsa bu kadroya 3 doktor baş vuracak, hatta son günler içinde belki 2 kişiye inecekti.

Kızım için büyük bir müjdeydi bu… %50 İhtimal çok yüksekti çünkü. Hatta dualar da hesaba katılırsa, o hastaneyi kazanmak neredeyse kesindi. Bu durumda ‘ev taşıma veya yerleştirme’ derdi olmazdı. Elbette ki gurbet acısı yaşamak da… Yapılacak masraflar da birden ‘sıfıra inerek’ bizi rahatlatırdı. Üstelik kızım, kahvaltıdan hemen sonra arabasına atlayıp sadece on dakikada hastaneye ulaşır ve işi sona erdiğinde trafik derdi çekmeden yine aynı rahatlıkla eve dönerdi.

Sonraki günler içinde bir ‘dua ekibi’ ile bol bol dua edildi. ‘Tefriciye’ler çekildi… Ve kura günü geldiğinde kızım, annesini alıp İzmit’e gitti.

Eşimin akrabaları, ona şansından dolayı ‘Talihli’ lakabını takmışlardı.

Elbette ki benim gibi harika biriyle yuva kurduğu için…

Eşim bu nedenle şansına güvenerek:

“Kura çekilir çekilmez sana telefon ederek ‘Dilovası müjdesini’ vereceğim inşallah. Daha sonra bu müjdeyi hemen ‘ıslatır’ ve eşi-dostu çağırarak güzel bir ‘ıslama köfte’ yaparız.” dedi.

Islama köfteyi bilenler bilir:

Sakarya’nın meşhur köftesidir bu… Kızartılacak ekmekler daha önce kemik suyuna batırılır. Ve ızgara köftelerle birlikte servis edilir. Bir de ‘üzüm şırası’ istenir yanında. Böylelikle ‘muhteşem üçlü’ tamamlanır ve onları kim yerse yesin: “İşte, köfte budur!” der.

Eşim, kızımla birlikte evden çıkınca, ben de vazifelerimi tekrarlamak maksadıyla bir kez daha dualara sarıldım. Dilovası Hastanesi ‘çantada keklik’ olsa da elbette ki dua etmeden yapamazdım. Çünkü kız babası olmak kolay değildi. Oğlum da doktordu ama kura günü geldiğinde buna benzer bir sıkıntı yaşamamıştı. Zaten uzak bir yeri kazanmış olsa da:

“Haydi yavrum, Allah selamet versin!” derdik. “Nasıl olsa erkeksin, üstelik de her yer bizim vatanımız değil mi?”

Kura çekildiği zaman telefonum büyük bir şevkle çalmaya başladı.

Aceleyle açtım ama sadece trafik sesi duyuluyordu.

Yani korna sesi veya insan gürültüleri…

En sonunda işin aslı ortaya çıktı:

Kızımın çektiği kura belli olunca, bizim hanım kendisini sokağa atmış, avazı çıktığı kadar bağırıp ağlıyordu.

“Eşim herhalde sevinçten ağlıyor.” falan desem de bu sözlere kendim bile inanmıyordum.

Bu nedenle hemen sordum:

“Hanım ne oldu?” diye. “Çabuk söyle, yoksa Sakarya’ya mı gidiyoruz?”

Hanım, içini çekerek:

“Keşke Sakarya olsaydı,” diye inledi. “Hatta Eskişehir veya Ankara…”

Sırtımdan ter boşanırken:

“Yapma be Hanım!” dedim. “Bu ihtiyar hâlimizle Ankara’nın ötesine nasıl gideriz yahu? Yoksa Konya falan mı?”

“Oraya bile razıydım. Hatta Urfa çıksa bile bayram yapardım.”

Eşim benim kalp krizi geçirmemden korktuğundan haberleri ‘alıştırarak’ veriyordu.

Sakin olmaya çalışıp tekrar sordum elbette:

“Urfa’dan öteye hangi şehir vardı ya? Bildiğim kadarı ile Mardin, değil mi?”

Hanım tekrar feryat edip:

“Ona bile çoktan razıydım, dedi. “Kurada Hakkâri çıktı, Hakkâri! Yani Türkiye’nin en uç noktası…”

Konuşmakta zorlansam da bu sefer ben onu teselli edip:

“Boş ver be hanım!” dedim. “Kendini üzme! Bütün her şey kaderle takdir edilmiştir. Hem geçen gün internete girip bakmıştım. Hakkâri denilen şehir Paris’ten güzel. Zaten 300 bine yakın nüfusa sahip. Kısacası canın ne isterse hepsi var… Alışveriş merkezleri, pastaneler, lokantalar ya da birbirinden güzel piknik yerleri… Say sayabildiğince… Devlet Hastanesi ise neredeyse kusursuz… Merak etme çok rahat edeceğiz. Kızımız da rahat edecek, korkma!”

Hanım, neredeyse bayılmak üzereyken:

“Oraya da katlanırdım elbette,” dedi. “Fakat kura şehir merkezine değil de, Hakkâri’nin Çukurca İlçesi’ne çıktı. Yani 80 kilometre ötedeki çatışma bölgesine… Kısacası tam Irak sınırına… İlçenin nüfusu 7 binden fazla değilmiş, 7 bin kişi de köylerde yaşıyormuş.”

Eşim ancak 7 günde kendine gelebildi. Kızım ise çok şükür ki daha kısa sürede…

Benim halimi sormayın, ihtiyar biri olarak sanki korkunç bir kâbus yaşıyordum. İzmit’teki evimizden on dakika ötedeki pideciye gitmek bile beni yorarken, şimdi doktor kızım için bu şehirden hicret edip Çukurca’ya yerleşmek zorundaydım. Üstelik de ev eşyalarıyla birlikte…

Yerimiz belli olunca hemen haritayı açıp gideceğimiz yolu belirledik. Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna kadar, ‘kuş uçuşu’ 1650 kilometre görünüyordu. Bu yol uçakla gidilse kolaydı ama, bizim böyle bir şansımız bulunmuyordu. Gideceğimiz diyarda kızıma araba lazım olduğu için, hazırlıklar bittiğinde onu eşyayla doldurup ’güneşin doğduğu yöne’ hareket ettik. 

Yani ‘kara yolu’ ile tam 2 bin kilometre öteye…

Önce Kahraman Maraş’ta, daha sonra Van’da birer gün konaklayarak…

Şu an Haziran Ayı’nın son günündeyiz. (2022) Ve Rabbimize çok şükür ki halimizden fazlasıyla memnunuz. Kızım evden çıktığında 2 dakika içinde hastaneye yürüyerek gidebiliyor. Ve küçüğünden büyüğüne herkes tarafından sevilip sayılıyor.

Üstelik de her fırsatta “Başım-gözüm üstüne!” denilerek…

Küçücük çocuklar bile bu sözleri içtenlikle söylüyor bize.

Bu da dua hükmüne geçiyor inşallah.

Irak sınırına bakan yüksek tepeler, Çukurca’nın merkezinden ya da evimizden bin metre kadar uzak. Yani yüksek sesle bağıracak olursak, tepedeki kışlalarda kalan Mehmetçikler bizi duyabilecek. ‘Obüs’ veya ‘doçka’ gibi ağır silahlar, zirvenin diğer yanına, yani Çukurca halkının görmediği alanlara yerleştirilmiş. Böylelikle silahların o korkunç sesleri perdelenmeye çalışılmış. Fakat buna rağmen bize ulaşan sesler, yaşadığımız evlerin camlarını titretmeye yetiyor.

Çatışmalar neredeyse hiç kesilmiyor.

Özellikle geceleri 3-5 dakika arayla üstümüzden geçen Atak Helikopterleri ve çok daha yüksekten uçan F16’lar, Irak’a doğru yönelip karşı dağın arkasında kayboluyorlar.

Bu sesler duyulduğunda dua vaktinin geldiği anlaşılıyor:

Mehmetçiğimiz için dua etmek… Ya da bütün masum veya mazlumlar için…

Kızımın görev yaptığı Çukurca Hastanesine bazen yaralı askerler getiriliyor. 

Bazen ise şehitler…

Bu da gözyaşı dökmenin vakti herhalde…

(Bu satırları, 1 Temmuz gecesi saat 23.00’de yazarken, evimizin yanındaki Emir Sultan Camisine iki şehit getirerek cenaze namazlarını kıldılar. Bu kadar geç bir saatte kılınan cenaze namazı görmemiştik. Öyle zannediyorum ki Çukurca Halkı, o mübarek şehitlerin cennete uçmak üzere çok acele ettiklerini hissetmiştir.)

Ne zaman dışarı çıkıp polis veya askerleri görecek olsam, hemen yanlarına gidip onları kucaklıyor ve imanlı bir askerliğin faziletinden, ya da bütün müminlerden aldıkları dualardan söz ediyorum.

Bu sözlere öyle mutlu oluyorlar ki…

“Hocam, duanızı bizden eksik etmeyin! Çünkü buna ihtiyacımız var!” diyorlar.

Özellikle askerlerle sohbet ederken, bir şeyi açıkça görüp hayrete düştüm. 

Hepsi inanılmaz derecede nurluydu.

Müstakbel evliyalar ve şehitler gibi yani…

Özellikle komandalar (çatışma olmasa bile) büyük zorluklar altında sanki her an savaş halindeymiş gibiler. Üstelik bu Mehmetçikler dağın en üst noktasında kaldıklarından, bütün tedbirlere rağmen ‘yıldırım düşmesi’ sonucunda yaralanıyor. Doktor kızım bu konuda çok sayıda yaralı asker geldiğini ve bir kısmının Hakkâri’ye yani şehir merkezine nakledildiğini sık sık söylüyor.

Böyle bir şey hiç aklıma gelmezdi ama, gazilik ya da şehitlik kolay değil ki…

Rabbimizin ihsanıyla Çukurca’da bir bakıma ‘postacı’ oldum sanki. Ne zaman dışarı çıksam, içi kitap dolu olan çantamı da alıyorum yanıma. Küçük-büyük, asker-polis, esnaf veya öğrenci farkı gözetmeden, birçoğuyla sohbet edip onlara uygun kitaplar hediye ediyorum. 

Yani Allah’ın izniyle bir bakıma cennet hayatı yaşıyorum.

İşin en güzel tarafı insanların birçoğuyla tanışmış olmak.

Fakat bunun kötü bir tarafı var: 

Alışverişe gidince para vermeye kalksanız, hemen kaşlarını çatıp: 

“Hocam! Başım gözüm üzerine geldiniz ama, bize para lazım değil.” diyorlar. “Bir dahaki sefere verirsiniz.”

İnanması çok zor ama esnaftan bazılarıyla kavga(!) etmedikçe para veremiyoruz. Ve elimizde olmasa da ‘birkaç kuruş sebebiyle’ birbirini boğazlayan insanları hatırlayıp üzülüyoruz.

 

Çukurca’nın bir ucundan diğer ucuna kadar, en fazla on dakikada yürümek mümkün. Zaten tek bir caddemiz var, ‘sokak’ demek de mümkün. Ve onun kenarına sıralanan dükkanlar.  Fakat bize sorarsanız en büyük lüksümüz ‘A101’i dolaşmak… Oraya adım atınca İstanbul’a geldik sanıp adeta kendimizden geçiyoruz.

Bir gün eşimle birlikte o dükkânı dolaşırken 8 yaşındaki Esra ile tanıştık. Annesiyle birlikte gelmişti oraya… Gördüğümüz kadarıyla ekonomik durumları çok kötü olduğu için, patates ve soğan gibi temel gıdaları almak zorundalardı.

Ya da ekmek, pirinç veya makarna gibi şeyler… Zaten Esra’nın annesi onların fiyatlarını dikkatle inceliyor ve biraz pahalı bulunca hemen almaktan vazgeçip yerine koyuyordu.

İşimiz bittiği zaman onları tekrar gördük. Hesabı ödemek için kasaya gelmişlerdi. Fakat Esra bu sırada canı çok çektiği için raflardan bir gofret alıp diğer yiyeceklerin üst kısmına koydu.

Belki 2-3 liralık bir gofretti bu, belki de daha ucuz. Bu nedenle kolayca ödenirdi.

Ben ve eşim onları uzaktan izlerken, annesi gofreti görüp küçük kızın kulağına doğru eğildi ve onu yanağından öpüp bir şey söyledi.

Esra hiçbir şey demeden gofreti aldığı yere götürüp koydu.

Üstelik de suratını bile asmadan… 

Çünkü o gofret yerine bir ekmek alınsa daha iyi olabilirdi.

Biz eşimle birlikte onları görsek de, annesi ve Esra bizi fark etmemişti. 

Bu yüzden hemen Esra’nın yanına gidip:

“Benim kızım annesine çok yardım ettiği için harika bir hediyeyi hak etti,” dedim. “Bir paket çikolataya ne dersin Esra? Üstelik de fındıklı…” 

Esra bir anda şaşırıp konuşmakta zorlanırken bu sefer de eşim araya girip:

“Esra belki fıstıklısını sever.” dedi. “En iyisi ben de bir paket fıstıklı alayım…” 

İki paket çikolata, biraz sonra Esra’nın elindeydi.

Sanki bütün dünya eline geçmiş gibi…

Bu olaydan sonra bütün kalbimle inandım ki, 2 paket hediyenin o küçük kıza verdiği mutluluk için, Kocaeli’nden kalkarak 2 bin kilometre yol gelmeye değerdi.

Hem Esra hem de annesi o tertemiz kalpleriyle bu gerçeği hissetmiş olmalı ki, marketten ayrılırken bize teşekkür ederek, yine o güzel sözlerle uğurladılar:  

“Başım gözüm üstüne, hoş geldiniz…”

*************** 

Gençlik İksiri

Yaşım 80’i bulsa da ne zararı var?

Vücudum çürüse bile ruhum baki değil mi?

Mademki bir müjde vermiş o şefkatli Peygamber

Bir saraya girer gibi kabre girsem ne çıkar?

 

Kısacası şu yani:

Artık ihtiyarlığıma şükredeceğim

Zaten yol sona erdi

Bir adım daha atarsam gençleşeceğim

**************

Üç Heceli Bilmece

Bir mail attım ‘acele’

Rica ettim ecele:

“Ne zaman geleceksen

Tarihini hecele…”

 

Dedi: İlk hecesi “an”

Diğerleri de “sı-zın”

Allah’ı unutma ki

Kabirde gülsün yüzün

Bir de ibadet varsa

Ne korku ne de hüzün…

************** 

 

 

https://hikayeler.ihya.org/kat-5.html

https://www.zaferdergisi.com/authors/26-cuneyd-suavi.html




YÜZDE 95′ İ YÜZDE 5′ E FEDA EDİLEN DİNİ HAYAT

YÜZDE 95′ İ YÜZDE 5′ E FEDA EDİLEN DİNİ HAYAT

Evet bu insanların bir kısmı hatta % 5 bile olmayan muzır görüşlerini ön plana çıkararak, % 95 olması ve öne çıkarılması gerekeni ört bas etmektedirler.
Evet böylece, Türkiye’de bir süredir ve ilahiyatlara, diyanete ve imam hatiplere dadanan zararlı düşünceler sonucu şu görüldü ki, bu insanlar % 95 birikimlerini % 5 sivri, ölçüsüz, saldırgan, pervasız, dengesiz, zayıf, ittifak ve icma edilmemiş, istikametsiz görüşlerini ön plana çıkarmakta, toplumun dini inancını yaralamakta hatta din ile bağlanan iplerini koparmaktadırlar.
İhtilâf ve kavgadan nemalanmakta ve kendilerini bu gibi farklılıklarıyla farklı göstermeye çalışmaktadırlar.
Bazen de bu çıkışlarıyla yetersizliklerini örtüp, yağ gibi üste çıkmaya çalışmaktadırlar.
Hatta bazen şeytanı küfre götüren sahip oldukları hazmedilmemiş bilgilerle kendilerini aldatmakta ve aldanmaktadırlar.
Hazmedilmemiş bilgi kusmuk gibidir. Vücuda nüfuz etmeden dışarıya atılır.
Bunlar bir yandan geçmiş alimleri devre dışı bırakarak kendilerini bazı kuruntularla üstün görmeye çalışırlar.
Bu birazda okumayıp araştırmadan ve aklının kendisine yeterli olduğundan dem vuran kimselerdir.[1]
Mesela:
Kuzey Afrika’da bir kadın hocaya fetva sorar.
Hoca: ”Kitap-Sünnete göre mi, İmam Malik’e göre mi?” der.
Kadın: ”Malik’e göre” deyince,
Hoca: ”Malik’in fetvasını Kitap ve Sünnetten üstün mü tutuyorsun?”
Kadın: ”Hayır, Kitap-Sünneti Malik’in senden daha iyi anladığına inanıyorum” isabetli cevabı verir.

-Aslında burada hocanın tutarsızlığı ve kadının ölçü ve seviyesinden ne kadar aşağıda olduğu şu ifade ile ortaya çıkıyor;

“Hoca:” Malik’in fetvasını Kitap ve Sünnetten üstün mü tutuyorsun?”

Tutarsız ve suçlayıcı bir ifade.
-Tıpkı şu sözün benzeri ilahiyat camiasına da yansıdı.
“Ekmek Herkese Yetecekti Aslında. Tarlaya Karga Dadandı, Ambara Fare, Fırına Hırsız, Memlekete Harami.”
İslam’ın harimine girildi.[2]
Bu tamamen yüz küsur yıllık bir boşluğun ürünüdür.
Maalesef bu sâri illet bazı hastalıklı görüşlerin ortaya atılıp ekalli kalil yani azınlığın da azınlığı tarafından kabul görüp yayılmaya başladı.
Bu hastalıklı görüşler ise;
-İçtihat kapısının mutlak manada açık olması. Adeta her önüne gelen, az mürekkep yalamış kişinin dahi ahkâmda bulunması.[3]
-Ebu Hüreyre’yi kötülemeyle başlayan ve Hadislerin zayıflığı ve inkarı ile devam eden süreç.[4]
-Peygamberde bir insandır, diyerek Peygamber Efendimizi normalleştirmeye hatta alçakça hakarete varan ifadede bulunma.
Oysa ayette, “Resulün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!”[5]
“Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.”[6]

-Veya Arap şairinin dediği gibi;” Muhammedun beşer la kel beşer bel hüve kel yakut beynel hacer.”

Muhammet de diğer insanlar gibi bir insandır lakin o taşlar arasındaki yakut gibidir.
-Peygambere Salavat getirmenin yalakalık olduğunu söyleyecek kadar çukur yalakaların ayeti dahi inkara gitmesi.
Oysa, Kur’an’da, “Allah ve melekleri şüphesiz Peygambere salât ediyorlar. (O hâlde) Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.”[7] buyrulmaktadır.
-Kuranı Kerimin Tıpkı İncil gibi yazdırılıp dikte ettirilmemesi gibi bir kitap değil, bir hitap ve konuşmadan ibaret olduğu İddiasında bulunulması.[8]
-Kuranı Kerimin tarihselliği.[9]
-Kuranı Kerimin mevzii ve tek bir ayete göre hareket edip, bir bütünlük içerisinde değerlendirilmemesi.[10]
-Şefaatı gibi konuları inkâr.[11]
-Miracı inkâr.[12]

-HZ. İSA’NIN NÜZULÜ.[13]

-KIYAMET ALAMETLERİ VE MEHDİYYET.[14]

-Tıpkı şeytanın yaratılmasındaki hikmet gibi, bu meselelerin gündeme gelmesi araştırıcıları araştırmaya sevk etmekle beraber, itikadı zayıf Müslümanlarda da bazı yaralar açıp, din hakkında şüpheye düşürerek, kopmalar yaşanıyor.
Böylece İslam’a hizmet etmeye çalışan bu insanlar hezimet ile yüzde 95 birikimini ve ortak ittifak edilmesi gereken hususları yüzde 5 ile yıkıma uğratıyorlar.

Oysa bu meselelerin konuşulacağı yer ulu orta, okula yeni gelmiş bir İmam Hatip öğrencisinin önünde değil, ilmi meclislerde ele alınacak hususlardır.

MEHMET ÖZÇELİK

01-09-2024

[1] https://tesbitler.com/2016/05/17/ilahiyatin-problemli-ilahiyatcilari/

[2] https://tesbitler.com/2023/11/05/israilde-bulunan-tel-aviv-islam-universitesi/
Bak. 
https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0LAH%C4%B0YAT
https://tesbitler.com/index.php?s=Diyanet+

[3] https://tesbitler.com/2021/02/28/62-ictihat-meselesi/

[4] https://youtu.be/chaQeohu86k
https://youtu.be/r-gy0Lu3wJg
https://tesbitler.com/2024/08/06/hadisler-uzerine-yapilan-supheler/
https://tesbitler.com/2017/11/03/kuran-ve-hadis-uzerine/

[5] Nur. 63.

[6] Hucurat. 2.
https://tesbitler.com/2016/10/01/peygamberlerin-birbirinden-ustunluk-farki/

[7] Ahzâb, 33/56. Bak. https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/760/salatu-selam-nedir–hz–peygamber-e–s-a-s—nasil-ve-hangi-lafizlarla-salat-u-selam-getirilir#:~:text=Kur’%C3%A2n’da%2C%20%E2%80%9C,%2C%2033%2F56)%20buyrulmaktad%C4%B1r.
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/barla-lahikasi/birinci-mesele/151

[8] https://youtu.be/CCnYAg7C-u4

[9] https://youtu.be/erCux8DFbmo

[10] KURANI BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRME:  https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUc9Uzac0y9APoqymDrByyC

[11] https://tesbitler.com/2020/10/14/din-tahrifcileri-2/
https://tesbitler.com/2020/10/07/din-tahrifcileri/

[12] https://tesbitler.com/index.php?s=Mira%C3%A7
https://tesbitler.com/2020/10/14/din-tahrifcileri-2/
https://tesbitler.com/2016/06/13/yeni-hocalar-cikarilacak-araniyor/

[13]  https://tesbitler.com/2015/01/02/hz-isanin-nuzulu/

https://tesbitler.com/2024/08/01/hz-isanin-nuzulu-2/

[14] https://youtu.be/zIoU_f5qJRA

https://youtu.be/NF9U0AAMEIE
https://youtu.be/jqYUQETrUG4
https://youtu.be/bemXoNBFJN0
https://youtu.be/y5BIq21_5oc

https://tesbitler.com/index.php?s=MEHD%C4%B0 

https://tesbitler.com/index.php?s=Alametleri