AKİBET ENDİŞESİ
AKİBET ENDİŞESİ
Akibet kelimesi kök olarak; akabe- akabe biatı – akibet- ta’kib [1]– ukubet- topuk manası- arkadan gelen çocuk. Ayın sonu- Geri döndü.- Ökçesi üzerine/ilk haline döndü gibi anlamlara gelmektedir.
“İbrahim bunu, belki dönerler diye, ardından gelecekler arasında kalıcı bir söz yaptı.”[2]
Hadiste:” Ökçelerin ateşte vay haline”
“Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim?”[3]
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisingeriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisingeriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[4]
-“ Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve, “Bu gün artık insanlardan size galip gelecek (kimse) yok, mutlaka ben de size yardımcıyım.” demişti. Fakat iki taraf (savaş alanında) yüz yüze gelince (şeytan), gerisingeriye dönüp, “Ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğiniz şeyler (melekler) görüyorum. Ben Allah’tan korkarım. Allah, cezası çetin olandır” demişti.”[5]
“Çünkü âyetlerim size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.”[6]
“İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O’dur.”[7]
“Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.”[8]
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”[9]
-Akibet kelimesi muzaf geldiğinde, kimi Zaman ceza vermek ile ilgili olur:
“Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkıbetleri pek fena oldu.”[10]
“Nihayet ikisinin de (azdıranın da azanın da) akıbeti, ebediyen ateşte kalmaları olmuştur. İşte zalimlerin cezası budur.”[11]
-Ukubet ve ikab kelimeleri azap/ceza anlamındadır:
“Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azabım hak oldu.”[12]
“Bu, onların Allah’a ve Peygamberine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.”[13]
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. “[14]
(Resûlullah (s.a.), Uhud savaşında amcası Hz. Hamza’yı kâfirler tarafından burnu ve kulakları kesilmiş, ciğeri çıkarılmış bir şekilde görünce: «Allah’a andolsun ki, eğer Allah bana zafer verirse senin yerine yetmiş kişiyi böyle yapacağım!» diye yemin etti. Bunun üzerine 126. âyet indi. Resûlullah (s.a.) yeminine keffâret verdi ve onu uygulamadı.)
“İşte böyle. Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir. “[15]
(Kur’an-ı Kerim, muhtelif vesilelerle bağışlamanın üstünlüğünü ifade buyurmuş, Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde de görüldüğü gibi affetmeyi, iman ve ahlâk timsâli olan takvâ sahiplerinin belli başlı sıfatlarından biri olarak kabul etmiştir. Ancak, bu âyet gösteriyor ki, affetmek, uyulması zorunlu bir emir değildir. Böylece Kur’an, zulme uğrayan bir kimsenin, buna karşılık verme hakkını mahfuz tutmuş; bununla beraber, kötülük edene, ettiği kadarıyla karşılık vermek, yani suç ve ceza dengesini muhafaza etmek gerektiğine de özellikle işaret buyurmuştur.)
-”Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü için hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.
Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya kapılıp dalâlette kalmışlar.”[16]
-“Ehl-i hidayetin rekabetkârâne ihtilâfı, âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalâletin samimâne ittifakları, âkıbet-endişlikten ve yüksek nazardan değildir. Belki ehl-i hidayet, hak ve hakikatin tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak, kalbin ve aklın dûr-endişâne temayülâtına tâbi olmakla beraber, istikameti ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar.
Ehl-i dalâlet ise, nefsin ve hevânın tesiriyle, kör ve âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti bir batman ilerideki lezzete tercih eden hissiyatın mukteziyatıyla, birbirine samimî olarak, muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifak ediyorlar.
Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Ehl-i hidayet, âhirete ait ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta, kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla müteveccih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir ittihad ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.”[17]
MEHMET ÖZÇELİK
20-09-2022
[1] Takib manasına, 13/Ra’d 11,41, 27/Neml. 1O,
[2] Zuhruf 28.
[3] 6/En’am-71.
[4] Âl-i İmrân Suresi 144. Ayet.
[5] Enfal.48.Bakınız: Enfâl sûresi, âyet, 8-9.
[6] Mü’minûn Suresi 66-67.
[7] Kehf Suresi 44. Ayet.
[8] Ra’d Suresi 22. Ayet.
[9] Kasas Suresi 83. Ayet.
[10] Rûm Suresi 10. Ayet.
[11] Haşr Suresi 17. Ayet.
[12] Sâd Suresi 14. Ayet.
[13] Haşr Suresi 4. Ayet..
[14] Nahl Suresi 126. Ayet.
[15] Hac Suresi 60. Ayet.
[16] Bediüzzaman. Lemalar.84.
[17] Age. 156-157.