DERSLER

DERSLER

BİR İNSAN VÜCUDUNDA

 

*  *20 Trilyon Hücre*

*  *96.000  km uzunlukta Kan Damarı*

*  Günde 100.000 kere atarak 9000 litre kan pompalayan bir Kalp

*  *5-6 litre Kan*

*  Dakikada 100.000 mesaj alan/gönderen bir Beyin

*  *75 km uzunlukta Sinirler*

*  Her gün 11.000 litre Hava alan Ciğerler

*  Her 5 dakikada bir tüm vücudun kanını temizleyen iki Böbrek

*  *7 mt İnce Bağırsak*

*  *2 mt Kalın Bağırsak*

*  *230 adet Kemik*

*  50.000 farklı Kokuyu tanıyabilen bir Burun

*  *10.000 farklı Lezzeti tadabilen bir Dil*

*  Yüzlerce farklı frekanstaki sesleri duyabilen iki Kulak

*  *576 MegaPixel kalitede görebilen iki Göz*

*  Ve maddi manevi daha pekçok duygular ve nimetler…

 

Bu insan vücudunu Yaratanın varlığına delil mi gerek ???

*Kendini bilen Rabbini bilir…*

[Men arefe nefsehü fekad arefe Rabbehu.]

Sübhanallah, Maşallah, Barekallah…

*************  

Bir sinek züccaciye dükkanını dağıtmak isterse buna gücü yetmez ama bir boğanın kulağına girerse boğa panikle o dükkanı dağıtır. O sinek bir batıl inanç, bir safsata veya önyargıdan başka bir şey değildir. O boğa ise kafası boş cahil insanın ta kendisidir.

**************  

Mehmed Feyzi Efendi (r.h.) Ağabeyimizin Bir Sohbette Miraca dair sorulan Suale Cevabıdır :

Sual: Hz. Aişe validemizin rivayetinde, Peygamberimizin (ASM) Mirac’ta yatağından hiç ayrılmadığını söylemesini mesned kabul ederek miracın sadece ruhla yapıldığını iddia ediyorlar?

Cevab: Mi’rac-ı Ekber, hicretden evvel oldu.  Hicretden sonra izdivaç vaki oldu. O rivayet, müteakib miraclara bakıyor. Rüyada da oldu, rûhen de oldu, cisim ile ruh beraber de oldu. Müteakib mi’raclar var. Hazret-i Aişe (r.anhâ) validemizin “yatağından ayrılmadı” rivayeti rüyada olan mirac’a göredir.

Bu, ruhuyla cismiyle birlikte olan asıl Miraca delil olmaz. Muhaddislerden Hafız Ebû Nuaym hazretleri otuzdört kadar mirac’dan bahsediyor. Bunun bazıları rüyada,  bazıları ruhani, bazıları cisimle ruh beraber oldu.

Efendimiz (ASM), Hz. Aişe validemizle, Medine-i Münevvere’de izdivac ettiler, beraber oldular.  Cisimle ruh birlikte olan Mirac ise, Mekke’de oldu.

Fahr-i Âlem Efendimiz, “Hatim’deydik” diyor. Hatim ise Kâ’be’dedir.

Hz. Aişe validemizin rivayetini sened yapıp da ruhiyle cismiyle olan Mirac’ı nefyedenler, hataya düşerler. Sonra, Siyer de buna müsaid değildir.

 

***********  

 

Dedem Sultan ABDÜLHAMİD hanın Duası

SULTAN VE KERAMETİ…

Mahmud Allahverdi’nin anlattıkları;
Gençlik günlerimde, ben de herkes gibi Sultan Abdülhamid aleyhtarı idim. Okulda anlatılanları gerçek sanıyor, aleyhinde bulunuyordum. Bir gün yine ileri geri konuşurken terzi dükkanımda müşteri yerinde oturan tanıdığım yaşlı bir zat bana çıkıştı :

Oğlum, sen imanlı insansın, sakın Abdülhamid Hanın aleyhinde konuşma. O büyük bir velî idi.

Ben buna kızarak karşılık verdim:

Kim demiş velî diye. Memleketi bu hale getiren O değil mi? Ben öyle iddialara kulak asmam. Herkes bir şey söylüyor, kimi velî diye rivayet ediyor, kimi de hain diye…

Yaşlı zat elindeki bastonuyla beni dürttü, belli ki kızmıştı.
Bana bak, dedi. Şimdi sana öyle bir olay anlatacağım ki, bu ne bir iddia, ne de bir söylenti. Bizzat yaşadığım, şahit olduğum, bir olay bu!

Ben, bu defa dikkat kesilmiştim. Çünkü yaşlı tanıdığım, herhangi bir işitme ve söylenti değil, bizzat yaşadığı olayı anlatacaktı.

Nitekim başladı da anlatmaya:

Ben Osmanlı Devletinin başşehri İstanbulda doğdum. Babam memuriyeti sebebiyle orada görevli bulunuyordu. Ne var ki, geçirdiğim bir hastalık sonucu dilim tutulmuş, konuşma yeteneğimi kaybetmiştim. Sekiz yaşına kadar dilsiz halim devam etti. Hiç konuşamıyor, el-kol işaretiyle maksadımı anlatmaya çalışıyordum. Babam buna çok üzülüyor, ne yapacağını bilemez halde bulunuyordu.

Gitmedik doktor da, hoca da bırakmadı, ama hiç biri de fayda etmedi. Bir gün yaşlı bir komşumuz geldi, dedi ki:
Seni çok üzgün görüyorum, üzülmekte de haklısın. Bir baba için yavrusunun dilsiz olması kadar üzücü bir şey olamaz. Sana bir çare söyleyeceğim, bunu mutlaka yap!

Babam ümitle gözlerini açıp dinlemeye başladı:

Yarın şu yoldan Sultan Abdülhamid geçecek, ne yapıp yap oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve Ona duâ ettir.

Osmanlı sultanlarında yedi evliya kuvveti vardır, ola ki şifa bula.

Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki söylenen saatte yol üzerine çıktık, ümitle beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü, ama bizim Ona yaklaşmamız mümkün değildi. İzdiham çok fazlaydı. Uzakta kalışımıza çok üzüldük.

Fayton hizamıza gelince, beklenmedik bir olay oldu.

Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan, bize doğru bakarak seslendi:

Efendi! Çocuğu getir, çocuğu!

Şaşırdık. Babam heyecanla elimden çekerek beni arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar.

Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibiydi. Az sonra bana:

Beni tanıyor musun, ben kimim? diye sordu.
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı.

Ama bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim:

Sen bizim Padişahımızsın!

Bunun üzerine babam,

Allah Allah diye feryadı bastı.
Beni aşağı indirdiler. Bundan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim.

İşte evladım, bu olay bir işitme falan değil, bir yaşamadır. Sakın ola ki Osmanlı sultanları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep O nun duâsıdır.
Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu

*************  

MAHMUT ALLAHVERDİ

 

Adıyaman’da doğan Mahmut Allahverdi 1991’de vefat etti.

 

“Risale-i Nur’u nasıl tanıdım?”

 

“Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı tanımaklığım bende çok acaip hallerin zuhuruna sebep oldu. Bu sayede çok büyük, tehlikeli vartalardan kurtulmuş oldum.

 

“Risale-i Nur’u tanımama Burdurlu Süleyman Kaya sebep olmuştu.

 

“Sene 1952. Namazlarımı ekseriya Adıyaman Ulu Camiinde edâ ederdim. Bir gün yine Ulu Camiye namaza gittiğimde, ihtiyar, beyaz sakallı, nuranî bir zat, gül yağı sandığı elinde, camiden çıkan Müslümanlara, ‘Isparta gülyağı var’ diye satış yapıyordu. Ben de yanına yaklaştım, selâmlaştım, halini hatırını sordum. ‘Buyurun dükkâna, bir çay içelim’ dedim. Ulu Caminin yan karşısında terzi dükkânım vardı. Oraya kadar teşrif ettiler. Nereli olduğunu sordum. O zat Burdurluyum ve Risale-i Nur talebesiyim’ dedi. ‘Risale-i Nur talebeliği ne demektir?’ dedim Cevaben ‘Isparta’da büyük ve meşhur bir hoca var. İsmi Bediüzzaman Said Nursî’dir. Bu zatın yazdığı çok kitaplar vardır. Kitaplarının ismini de Risale-i Nur Külliyatı denir’ dedi ve devamla, ‘Bunları okuyanlar ve içindekileri ihlas düsturlarına riayet edenlere de Nur Talebesi denir’ dedi. ‘Bu kitaplardan sende var mı?’ dedim. O da ‘Var’ dedi. ‘Peki burada nerede kalıyorsun?’ diye sorduğumda, ‘Falan yerde kalıyorum’ dedi.

 

“Akşam yanına gittim. Bir tek odası ve yanında üç-beş genç vardı. Onlara, bana bahsettiği risalelerden bir bahis okudu. Ben de oturdum, dinledim. O zaman tarikatta idim. İçimden; ‘Bunlar tarikata girseler daha iyi olur ‘ dedim. O gece böyle geçti.

 

“Birgün Süleyman Kaya’yı evime davet ettim. Uzun uzun sohbet ettik. Üstad Hazretlerinin kerametlerinden bahsetti. Üstada karşı olan muhabbetim gittikçe artıyordu. Ara sıra o odaya gider, derslerini dinlerdim. Oradaki gençler Abdülkadir Kayır ve Dursun Kutlu bana eser verdiler, ‘Evde oku’ dediler. Ben okuyordum. O günlerde bir rüya gördüm.

 

“İmanı kurtarmak zamanıdır”

 

“Bir gece rüya âleminde bir şahıs yanıma geldi. ‘Seni bir zat çağırıyor’ dedi. Kalktım, beraberinde gittik. İki katlı bir binanın önüne geldik. Kapıdan içeriye giriş yeri çok tehlikeli, sanki bir uçurum gibi… Oradan korkarak içeriye girdik. Geniş bir oda, tam ortasında haşmetli bir kişinin ayakta durduğunu gördüm. Beni getiren adam, ‘Getirdim efendim’ dedi. O da bana işaret ederek, ‘Gel’ dedi. Tek olarak yanına gittim. Beni tam karşısına aldı. Bana beyaz bir gömlek giydirdi ve , ‘Bu zaman imanı kurtarmak zamanı, vaaz ve nasihat etme zamanıdır’ dedi. Tekrar o adam geldi, beni aldı, bu defa da bir başka kapıdan çıkardı. Kapıdan çıkınca çok geniş, uzun bir vadi içersinde insanlar gördüm. Onlara yanaştım. Tabii bu zaman imanı kurtarmak zamanı diye bildiklerimi konuştum, uyandım ki rüya imiş. Kendimi acaip bir hal içinde gördüm. Tarikata olan muhabbet ve aşkım yok olmuş, bütün muhabbet ve aşkım Üstada ve Risale-i Nur’a inkılâp etmişti. O tarihten itibaren gece gündüz Risale-i Nur’u okumakla meşgul oldum.

 

“Üstadı gidip görmek lâzımdır diye düşündüm. Emirdağ’a gittim. Mehmet Çalışkan Ağabeyin yanına uğradım. Üstadın Isparta’ya gittiğini söylediler. Oradan Isparta’ya hareket ettim. Isparta’da görüşmek nasip oldu. ‘Niye zahmet edip gelmişsiniz, Risale-i Nur’u okuyan benimle görüşmüş gibidir’ diyerek benim derhal dönmemi istedi. Hemen hareket ettim, memleketime döndüm.

 

“İşte rüyada bana gömleği giydiren zatın, Üstad olduğunu o zaman anladım.

 

************* 

Bir Saltanat Ki…

 

Bugün İstanbul’da oturup da bu şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur Burada yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır Bu semt ve cami hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır:

 

Laleli Camiini Sultan III Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu Cami inşatını denetlemeye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi Laleli Baba’ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti Padişah Laleli Baba’nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı İçinde La leli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı Ayrılacağı sırada bu din ulusuna bir soru sordu:

 

– Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?

 

Laleli Baba cevap verdi:

 

– Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacet (büyük abdest)ini yapabilmektir

 

Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı Başından beri büyüleyici konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu Bundan sonra birşey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı Bir türlü içini boşaltamıyordu Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri uyguladılar, fayda etmedi Padişah kıvranıyordu Nihayet birinin aklına geldi Laleli Baba’ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı Padişaha danışıldı

 

O da “Ne gerekiyorsa yapılsın” dedi Hemen Laleli Baba’ya gidildi Ve saraya getirildi Hükümdar doğum sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu Laleli Baba’ya yalvardı: “Aman bana yardım et!” Laleli Baba, “O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?” dedi “Senin bölgende yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim” “Yetmez” dedi Laleli

 

Baba Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu En sounda ağzındaki baklayı çıkardı: “Ben senin için dua ederim, Allah dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı) isterim”

 

Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu “Tamam” dedi “O da senin olsun” Laleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı, “Haydi git Allah’ın izniyle kurtulacaksın” dedi ve gerçekten kurtuldu

 

Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış olmasının üzüntüsü gölgeliyordu Laleli Baba sultanın haline baktı baktı da dedi ki: “Bir saltanat ki bir defi hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil, al yine senin olsun”

**************  

Almanya’da RAMAZANI ŞERİF ayında bir fabrikada çalışan Türk işçilerini papazın birisi evine iftar yemeğine davet eder. Bazıları mazeret belirtip davete

katılmazlar bazıları da papazı kırmamak adına davete icabet ederler ve iftar saatinde

papazın evine misafir olurlar.

 

Papaz Efendi elinde bir KURAN’ı KERİM olduğu halde işçilerin yanına gelir ve onlara “Ben KURAN okunurken dinlemekten büyük zevk alırım biriniz okusa da ben mutfakta uğraşırken bir yandan da KURAN dinlesem der.

 

KURAN’ı KERİM’i masanın üzerine bırakıp mutfağa geçer.

Bu arada odada sanki buz gibi bir hava esmektedir. Herkes bir ümit diğerinin gözünün içine bakar ama nafile. Kimse KURAN okumayı bilmemektedir.

 

İçlerinden birisi “Yahu içinizde FATİHA okumasını bilen yok mu açsın KURAN’ı FATİHA’yı okusun papaz nerden anlayacak ki” der.

 

Bir tanesi “Ver ben biliyorum der ve rastgele bir sahife açıp başlar FATİHA okumaya.

 

Bu esnada papaz odaya gelmiştir. Bakar KURAN okunuyor fakat ortada bir sayfa ve hemen müdahale eder.

“Bir dakika sen KURAN okumuyorsun. Çünkü okumakta olduğun sure FATİHA’dır ve o da KURAN’da baştadır.” Der ve devam eder.

 

Aslında ben sizleri buraya denemek için çağırdım. Nasıl oldu da altı asır adaletle dünyaya hükmeden OSMANLI’nın torunları bu gün bize hizmet eder hale geldiler diyerek merak ediyordum sizler benim sorumun cevabı oldunuz.

Sizin ecdadınız OSMANLI dinine sımsıkı bağlı olduğu için dünyaya hükmetti, sizler ise KURAN’dan uzaklaştınız ve bu gün hizmet eder hale geldiniz der.

 

Bu tespiti yapan Hırıstiyan bir din adamıdır.

**************  

SAHİBİNE ÇEKMİŞ

“ Bir gün Hocanın komşusu yanına gelerek

-ya hocam benim bir çift öküzüm var onlara öyle iyi bakıyorum ki

en güzel samanları onlara veriyorum, arpa veriyorum, yerlerini günde iki defa temizliyorum anlayacağınız gözüm gibi onlara bakıyorum ama Nedense

çift sürme zamanı gelince hoyrat oluyorlar çift sürmüyorlar bunun hikmeti veya izahı ne acaba?

Hoca

-sahibine çekmişler .. deyince

Komşusu öfkeleniyor kızarıyor hiddetli bir şekilde

-sen ne diyorsun Hoca sözlerine dikkat et. Deyince

Hoca

-öfkelenme komşum bak sana Allah c.c el ayak göz burun ağız kulak beyin akıl vermiş ve sana ahcuprsun nasip etmiş. Anlayacağın Allah c.c sana en güzel nimetlerini vermiş. Ama namaz vakti gelince sen

Namaz kılmıyorsun

Ramazan gelince oruç tutmuyorsun.

Kazancının zekatını vermiyorsun

Seni yaradan,

﴾7﴿ Hani rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.”

﴾8﴿ Yine Mûsâ, “Siz ve bütün yeryüzündekiler nankörlük etseniz dahi bilin ki Allah kimseye muhtaç değildir, övgüye lâyıktır” demişti.

Sahibine itaat yok

anlayacağın Allah c.c senden istediği hiç bir şeyi ahcuprsun söyle bakalım öküzler kime çekmiş?

Komşusu bir şey demeden ahcup bir şekilde hocanın yanında ayrılıp gidiyor.

 

 

**************  

 

Bir Ramazan akşamı, Üsküdar eşrafından bir zengin, fakir fukaraya iftar yemeği verir. Yemeği müteakib, sonrada görme olduğu her halinden anlaşılan zengin, başlar servetiyle öğünmeye:

“Efendim, Samandıra’daki 1500 dönümlük çiftliğimde bu yaz bostan yetiştireceğim”

Davetlilerden, derviş kıyafetli meczub biri önüne bakarak:

“Eğer Ahmed seni çağırmazsa” der. Adam bunu duymazlıktan gelir ve anlatmaya devam eder:

“Azizim, Beykoz’daki yalıya bu sene yeni ilaveler yaptıracağım”

Derviş yine:

“Eğer Ahmed seni çağırmazsa” der.

Adam buna da ehemmiyet vermez ve devam eder:

“Önümüzdeki ay Hindistan’a büyük bir ticaret kervanı göndereceğim. Bu ticaretten büyük kazanç bekliyorum”

Derviş yine:

“Eğer Ahmed seni çağırmazsa” der.

Adam artık dayanamaz ve öfkeyle:

“Efendi, eğer Ahmed seni çağırmazsa deyip duruyorsunuz, kimdir bu Ahmed?” der.

Derviş gayet sakin:

“Karaca Ahmed (kabristanı)” cevabını verir.

ÖLÜM VAR ÖLÜM NE YAPARSAK YAPALIM VARACAĞIMIZ YER KARA TOPRAK RABBİM İMAM ÜZERİNE ÖLMEYİ NASİP ETSİN İNŞALLAH AMİN HAYIRLI HUZURLU AKŞAMLAR. Allah a emanet olun saygılar….

 

***********

CUMA NAMAZI – TÜRK BAYRAĞI

Kore’ye işgalci komünistlerle çarpışmaya giden Türk Tugayı Singapur Limani’na uğruyor. Müslüman Singapurlular geminin direğinde Türk bayrağını görünce sevinçten çılgına dönmüş ve müftü efendi o hızla gemiye, askerlerimize ziyarete gelmiştir.

Der ki: “Bizler istiklâlimize sahip değiliz, bu yüzden Cuma Namazı kılamıyoruz. Bugün Cumadır. Bu bayrağın gölgesinde namaz kılmak isteriz.”

İstek karşılık görüyor, binlerce Müslüman limana toplanıyor. Bir mehmetçik gemi direğine tırmanıp ezan okuyor ve askerimiz güvertede, Singapurlular limanda, unutulmaz bir toplu namaz kılıyorlar.

Hikâye bitmedi.

Birliğimizden Yarbay Natık Poyrazoğlu, müftü efendiye iade-i ziyârette bulunuyor.

Sohbet esnasında sigarasını tablada söndürürken şaşırtıcı bir olay daha yaşanıyor. Müftü, hemen o söndürülmüş sigarayı alıp koynuna koyuyor. Çünkü o zamanlar subay sigaralarının dip kısmına

Ay-Yıldız basılıyordu.

Müftü diyor ki:

“Kumandan! Bu bayrak alelâde bir bayrak değildir. Biz bu Ay-Yildız’in ifâde ettiği mânâ ile benliğimizi koruyoruz.”

Bunun üzerine kumandan, hemen bir Türk Bayrağı getirterek müftülüğe armağan ediyor.

Türkiye nere, Singapur nere? Binlerce kilometre uzakta, Ay-Yildız’ın her iki tarafa bağışladığı haysiyete, güvene, özleme bakınız O, sınırlar ötesi bir mıknatıs, saygıdeğer bir sembol; müjdeleyici, toparlayıcı, cesaretlendirici bir rüzgârdır.

Demek, unutulmuş coğrafyalarda hâlà bizleri özleyen, bekleyen birileri var.

Doğrulsak mı ki, hatırlasak mı ki?

“Gürbüz Azak. Bir yazar Bir Ömür kitabından….”

 

 

Loading

No ResponsesMart 5th, 2022