İSTANBULUN FETHİ VE FATİH

İSTANBULUN     FETHİ     VE     FATİH

         Gerek dahilde gerekse hariç de İslâmın ilk fütuhatı,dışa açılması Hz. Ömer’in eliyle olmuştur.İslâmiyetin önünde bulunan iki engelden biri;Sâsani yani İran, diğeri ise,Bizans. İki süper devlet.

            İran Hz. Ömer’in komutan tayin ettiği Sa’d ibni Ebi Vakkas’ın eliyle tarumar edildi. Şimdi ise sırada Bizans vardı. İki yüz yıl süren haçlı ordusu İslam ordusunun çıkışını engelleyemedi.

            Bu çıkış Anadolunun kapılarının Alparslan tarafından Malazgirtte Romen Diyojene karşı 1071’de açılmasıyla başladı. 1077’de Anadolu Selçuklu Devleti Süleyman Şah tarafından kurulmuş oldu.

            1453’de zirveye ulaşıldı. İçten çöken köhne Bizansın surlarının yıkımı yedinci Sultan Fatihe müyesser olacaktı. Zira onu şanlı nebi müjdelemişti.

            “Kostantiniyye (İstanbul) elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan,onu fetheden asker ne güzel askerdir.”[1]

            Madem o zat Aleyhis- Salatu Vesselam haber vermiş o halde haktır ve olacaktır. Bu müjdedir ki;ümmeti onun sevdası ve aşkıyla yakmış ve fethi müyesser kılmıştır.

            Âyette Rabbimiz:”Celalime kasem ederim ki,Sebe’ için meskenlerinde hakikaten bir ayet vardı. Sağ ve solda iki cennet,yeyin diye;Rabbınızın rızkından da ona şükredin,ne güzel;HOŞ BİR BELDE,Ğafur bir Rab.”[2]

            “İttifakatı bediâdandır (açıkça ittifak edilmiş)- Beldetün Tayyibetün- Lafzı Ebced hesabıyla İstanbulun fethine tarih düşmüştür. (H. 857,M.1453) Molla Cami merhumun bir hediyyesi olmak üzere ma’ruftur.”[3]

            Ebced hesabı;İslâmdan önce de uygulanan harflere verilen rakamsal değerlerle önemli tarih düşme işlemi.Kur’an-ı Kerim-de bizzat Fatih’in bulduğu;ÂHİRÛN [4]âyetinin ebcedle İstanbulun fethine işaret etmektedir.

            Diğer işaretler ise:

            “Kâfire Kıyamet”

            “Talibi Mehmet Efendinin;Zihi Avnullah alındı Stanbul”

            “Surûri mecmuasında;-Ehli din İstanbulu aldı cidal-ü cenk ile”

            “Tarih-i Urfi-den;Yazmışlar gerçi anı evvelûn

                                         Fethinin tarihi oldu ahirûn.”

            “Avn-ı Halık”(Allah’ın yardımı)ifadeleri Ebced hesabıyla 857-1453’e tekabul etmektedir.

            Menakıb-ı Akşemseddin’de:”Ol fethi Hakani BELDETÜN TAYYİBETÜN hurufi işareti muktezası 857 (1453) tarihinde vaki’ oldu. Ol hayn (zaman) de  Sultan Mehmed gayet şad oldu. Hiçbir zaman böyle sevinmemiştir.

            -Bu ferah ki;bende görürsüz;yalnız bu kal’a fethine değildir. Akşemseddin gibi aziz benim zamanımda olduğuna sevinirim,dedi.”[5]   

            O Fatih‘ki;sanki olgun ve ehil olarak dünya ya gelmiş de,dünyanın vefasız hamlığı onu da doğuştan ham kılmıştı.

            İşte bu zat;ilk asaletine,benliğine ve istidat ve kabiliyetine Akşemseddin’in şefkatli elleriyle yoğrulup pişirilirken,Molla Gürani’nin acımasız,ateşin dehasıyla,onun fırınında,terbiye edilerek yanıyor,yandırılıyordu.

            O ham idi,pişti ve de yandı. Birinin Cemal sıfatında pişerken,öbürünün Celal sıfatında yanmakta idi. O ise;hem Cemal’e,hem de Celal’e sahib bir Sultan idi. Mü’minlere karşı Cemal’li,kâfirlere karşı Celal’li idi.

            Hacı Bayramı Velinin talebesi olan bu ak şeyh nasihatlarıyla onu teşci etti. Nitekim kuşatma esnasında üçü Cenevizlilere,biri de imparatora ait dört yüklü geminin gelişi askerleri ve Çandarlı Halil Paşa gibi zatları savaşa devam edilmemesi yönünde karar vermeye sebeb oldu.

            İşte bu durumda Ak Hoca tarihi rolünü,savaşın seyrini değiştirecek olan konuşmasını sultana bildirerek[6] onları ümitsizlikten,gevşemeden,rahatlıktan kurtarıp şevke getirdi.

            Bu ferah,şevk,azim ve gayrettir ki;bizleri on bir defa (bir rivayete göre 27 sefer teşebbüse) o fethe sevk etmiştir.On bir defa gelmişiz. İlki 655 yılında Hz. Osman zamanında ve diğerleri tarihlerine göre;668,673,715,781,1391,1395,1400,1412,1422,1453.[7] Bu yıllarda o müjdeye mazhar olmaya çalışılmış,21 yaşındaki genç padişaha müyesser olmuştur.

            Merhum Zübeyir Gündüzalp,fethi temsil eden bir resimde genç sultanımızın 55-60 yaşlarında gösterildiğine işaretle Rüştü Tafral beye:

            “Kardeşim,Fatih İstanbulu 21 yaşında fethetti. İleri yaşlarda bir yeri fetheden kumandan çoktur. Ama,İstanbulun fethi gibi zorlu bir işi bu yaşta başarabilen görülmemiştir.

            Bu bir hata değil,parmak karıştırılmış.”demiştir. Basirane bir teşhis…

            Hz. Ebu Eyyubel Ensari rasulullahdan işittiği:”Kostantiniyye’de kal’anın yanında bir racul-i salih (salih bir kişi) defnolunacaktır.” hakikatı Eba Eyyubel Ensari’de 668 yılındaki seferde tecelli eder. İstanbulluya manevi mesned ve nefes olur. Bu zatın düzlenmiş olan kabrini de manevi keşfiyle Fatih bulur,keşfeder. İstanbul’u keşfettiği gibi…

            Şair Arif Nihat Asya,İstanbulun fethine bir çok şiirle tarih düşer.[8]

            Fatih-in babası Sultan Murad Han’da İstanbulu almaya isteklidir. Ancak bunun kendisine müyesser olup-olmayacağını büyük veli Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine sorar. Aldığı cevap-Hayır-dır. Bu kendisini üzerken:”Fetih şu çocuğa müyesser olacaktır.” Şu ak oğlanla (Akşemseddin) beraber…Fatihi işaret eden ifadesi baba sultanı sevindirir.

            Böyle müjdeli müjdeye mazhar olan bu zat artık kişilik ve şahsiyyet bakımından gelişir. Hocası Akşemseddin tarafından yetiştirilir ve geliştirilir.

            Bizans elçisine söylediği sözde kişiliği zahirdir:”Benim kudretimin yettiği yerlere sizin imparatorunuzun ümit ve emeli bile yetişemez.”

            Bir yandan manevi ilimlerle temeli kurarken,diğer yandan da manevi ilimlerle onu tezyin ve techiz eder. Devamlı düşünen ve çalışan bir şahsiyyet. Küçük şeyler alemine yol bulup da giremez. Derin düşünce,ulvi ve buudlu bir hedef. Dar sahanın adamı onu ihata etmekten mahrumdur,acizdir.

            O maddi ve manevi sahada mimardır. Avni mahlasıyla yazdığı şiirinde:

            “Hüner bir şehir bünyâd eylemektir.

              Reâya kalbin âbad eylemektir.”

            Yahya Kemal’de:”Fetih’den sonra İstanbulun imarı hemen başladı. O devirde harb ne kadar sürekli olmuşsa,imarda o kadar sürekli olmuştur.”[9]

            Bu ilim ve deha sahibi zat,hocalarına gereken hürmet ve saygıyı gösterip kusur etmez,büyüklüğünü burada da gösterir.

            Fetihden önce tebdili kıyafet yapıp bir sabah çarşıya çıkar. Birkaç şey almak için bir bakkala girdiğinde,bakkal kendisine birisini verip,diğerlerini vermez. Sebebini sorduğunda,aldığı cevap gayet manidardır:

            “Efendim,ben siftah yaptım. Komşum daha yapmadı. Aynı kalitede onda da vardır.”

            Bir yandan şaşkınlık,diğer yandan memnuniyet kaplamıştır Sultanı. Diğer esnafta da aynı durumla karşılaşan Fatih,böyle birbirine karşı emniyet ve hakperestlik içerisinde bulunan halka sahib olduktan sonra,İstanbulun kendisine nasib olacağını,Allah’ın yardımıyla dünyanın fethinin dahi kendisine müyesser olacağına kanaat getirir. Bu inançla.”Ya ben Bizansı alırım,yahut Bizans beni alır.”demiştir.

            6-Nisan’da başlayıp 29 Mayıs’a kadar devam eden muhasara zaferle,fetihle neticelenmiştir.

            Dukas der:”Keyahsar,denizde köprü yaparak karada yürür gibi bu köprü üstünden bu kadar asker geçirdi. Bu yeni makedonyalı (yani padişah,Fatih) ve bana kalırsa neslinin en büyük padişahı olan Mehmed,karayı denize tahvil etti. Ve dalgalar yerine gemileri dağların tepesinden geçirdi. Binaenaleyh bu,Keyahsar’ı da geçti.”[10]

            Maddi fatihle manevi fatih Akşemsedddin’in birbirini tamamlaması,şifreyi açmış,İstanbul fethedilmiştir.

            Umum Osmanlı Sultanları gibi o da Şer’i şerifle amel etmiş,adaletten ayrılmamıştır. İşin içinde kendi şahsı tehlike de olsa bile…

            “Meşhur İslam seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi,Seyahatnamesinde  şöyle der:”İlk İstanbul kadısı (Hakimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda,Haşmetli Padişah Fatih ile bir rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fatih,bir rum mimarına teslim eder. Mimar’da Fatih’in arzusunun hilafına olarak,bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih,cezâen,Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da,Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen büyük padişah,baş köşeye geçmek istemiş.Birdenbire,hakimin şu ihtarıyla karşılaşmış:

            -Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’i olacaksın;ayakta beraber dur!

            Hızır bey çelebi;bu koca şanlı Padişah-ı maznun-a,haksız el kestirdiği için,kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğinin bildirir.

            Fakat,mimar kısası istemediği için,büyük Fatih,günde on altun tazminata mahkum olur ve hatta kısastan kurtulduğu için,bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır.”[11]

            Adaletinde de isbat edildiği gibi;elini kestirdiği kişi,azatlı köle Sinan Atik’tir. Hükümden sonra Fatih çıkardığı demir sopayı Kadıya göstererek:-Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp,elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla senin başını paramparça ederdim.”

            Kadı Hızır’da,sakladığı kama gibi şeyi çıkararak:-Sende benim hükmümü kabul etmeseydin,bende bununla seni delik-deşik ederdim.”der. İşte adalet.

            Adil olduğunun diğer bir misali de;Fatih Kanunnamesin de:”Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola,karındaşların nizamı alem için katletmek münasiptir. Ekseri ulema dahi tecviz etmiştir.(caiz görmüştür.) Anınla amil olalar.”[12]

            Buradaki ifade bir Emir olmayıp,müsaadedir. Her halukârda değil,ağır şart olan alemin nizamı,yüzlerce kanın akmaması söz konusu olduğunda geçerlidir. Ekseriyetin içtihat ve Şura kararı olduğundan isabetli karar olsa iki pay,isabetsiz olsa yine de günah değil,bir pay alır.

            Fatih’in ölümü hakkında ise;Bir çok defa kendisine su-i kasd yapılan padişah hepsinden  kurtulmuştur. Bunu dıştan yapamayacağını anlayan düşman içten yapmaya koyulmuştur. (Her fitnenin içinde olduğu gibi) Bir yahudi doktoru ihtida etmiş (müslüman olmuş) görünerek padişahın doktorluğunu yapar. Son sefere çıktığında bir hafta içinde tesirini gösterecek bir zehir zerk ederek yavaş yavaş vücuda yayılmasını sağlar ve zehirler.

            “1481’de Fatih vefat ettiği zaman dünya haritası değişmişti. İki imparatorluk (Doğu Roma ve Trabzon), 4 krallık (Kırım,Karaman,Bosna,Sırbistan),”Prenslik ve Dukalık olmak üzere toplam 17 devlet fethedilmişti.”[13]

            Arkadaşımız Fatih İslam Rumeli Hisarını tahassürle seyrederken,maziye dalarak beş yüz küsur yıllık zamanın tefekkürünün mahsulü olarak:

                                            “          RUMELİ    HİSARI

            Boğaz içinin en güzel yerine inşa edilmiş olan Rumeli hisarı,görülmeye,gezilmeye değer tarihi ve turistik beldelerimizden birisidir.

            Bu tarihi ecdad yadigarı eseri her ziyaret edişim de,gönlüm sevinçle dolar. Eğer üzerimde karamsarlık bulutları varsa,yerini aydınlık yarınların saadetlerine bırakır.

            Avrupa’dan Asya’ya bakan,hala dimdik ayakta duran,her sene binlerce turistin hayranlıkla seyrettiği,gezip gördüğü Rumeli hisarı,çağ açıp çağ kapayan,tarihe altın yaldızlı harflerle ismini yazdıran Sultan Fatih tarafından Anadolu hisarı karşısında boğazdan geçişleri kontrol altında tutmak ve İstanbul’un fethini kolaylaştırmak için yapıldığını sanırım,bilmeyenimiz yoktur.

            Hisarın inşasına 24 Nisan 1452 tarihinde başlanmış,28 Ağustos’ta 4 ay 19 günlük gibi kısa bir zamanda bitirilmiştir.

            Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış şehitler yatağı,Gazi erenler diyarı şu güzel vatanımızın bir şirin yeri olan bu eseri sonbahar mevsiminin bitmek üzere olup ta kışa kucak açacağı günlerden bir gün ziyaret ettim.

            Karşımda heybetli duruşuyla hisar hayalen:”Hoş geldin Fatih’in torunu” dediğini hissettim. Hayranlıkla seyrederek,ağır adımlarla surların merdivenlerinden çıkarak bir burcun üstüne oturdum.

            Alt tarafta boğaz masmavi akıyor. Sağ tarafta ömürlerini tamamlayıp berzah aleminde uykuya dalanların toplandığı mezaristan,arkada güzel yapılı evler,karşı kıyıda el sallayan Anadolu hisarını uzun uzun seyrettim. Tarihin engin sayfalarına daldım. Kendimi bir anda hisarın yapıldığı an da buldum. “Esselamu Aleyküm Gazi erenler”diyerek selam verdim. “Aleyküm Selam İstikbalin Vefasız Evladı” dediklerini duydum.Sırtında taş taşıyan Gazi erenleri hummalı bir faaliyet içerisinde gördüm. Onları hayranlıkla sevgi ve saygı ile seyrettim. Atiden sizlere kucak dolusu sevgiler getirdim,diyecek oldum,içimden su taşıyıp her birine içirmek geçti. Büsbütün düşüncede kaldı.

            Sonra bir tanesi yüksekçe bir yere çıkıp ezan okumaya başladı. Çalışmayı bırakıp namaz için saf saf dizildiler. Heybetli nur yüzlü bir piri fani imam oldu. Gür sesle:”Allah-u Ekber”diyerek tekbir aldı. Birden hareketlendim. Koşup deniz kenarından abdest aldım. Onlara katıldım. Huzur içinde rabbime yöneldim. Sonra sağa sola selam verip namazı bitirince tekrar bir ezan okunmaya başlandı. Ayıldım bu ses 20 asrın İstanbul’undan arşa yükselen öğle ezanıydı. Oturduğum yerden kalkarak etrafı gezmeye devam ettim. 

            Hisarın orta yerinde Bizans sarnıcı,onun üzerinde 15. yüz yılda inşa edilmiş şimdi sadece yıkık minaresi ayakta duran mescidin kalıntıları duruyor. Düz bir alanda Bizanslıların Halice gerdiği zincirin parçası,çeşitli padişahlardan kalma dökme demir toplar sergilenmiş. Hisarın planı mimar Muslihiddin Ağa tarafından Fatih’in nezaretinde çizilmiş. Kapalı alanı:” 30.000 m-2 hisarda üçü büyük toplam 17 kule mevcut. En büyük kulenin yapımı Halil Paşaya verilmiş. Yüksekliği 33-m. Güney batıdaki kulenin yapımı Zağnos Paşaya verilmiş. Yüksekliği 27-m. Kuzey batıdaki  Saruca kulesi ise 28-m.

            Bu kıymetli eseri meydana getiren şenlı ecdadımı rahmetle anıyor,onlara layık evlat olmaya azmedici hisardan çıkıyorum.”                                   FETİH   SEMBOLÜ   AYASOFYA

            İstanbulun ve fethin tacıdır Ayasofya…[14] Maddesi Bizans-Roma imparatorunun eseri olan bu şaheser,Fatih’in maddi ve manevi fethiyle hüzünden kurtulmuş,öz benliğine içinde ibadet edilip,kiliseden camiye çevrilince fethin sembolünü en güzel bir şekilde sembolize etmiştir.

Ancak bu gün Ayasofya hüzünlüdür. Çünkü madden ve manen işgal edilmiş. öz benliğini kaybetmiştir. Biricik evladını kaybeden bağrı yanık anne gibi,Ayasofya’da cemaatını kaybetmiş. Sakın cemaat Ayasofya’yı ve kendisini ve kimliğini kaybetmiş olmasın?

            O halde onun fethinden evvel bizlerin ve kalblerimizin fethi gerek. O fethe bir Fatih,o Fatih’e Fatih’ler doğuracak bir değil bir çok analar gerek. İşte Ayasofya böyle bir anaya ve evlada muhtaçtır. Fatihini beklemektedir.

            Asırlardır beklemişti. Yine mi aynı hüzün sürecek? Ne kadar? Ne zamana kadar?

            Fetih evvela kalblerde olur,sonra beldeler fethedilir. Zira o haşmetli Padişah İstanbul’a girerken ğayrı müslimlerce kendisine atılan güllerle karşılandı. Demek onların kalblerini fethetmişti.

            Şimdi ise Bizans’dan önce kendimiz fethe muhtacız. Bizleri iman-inanç-ibadet yönünden fethedecek bir Fatih’e ihtiyacımız var. İstanbul ve Alem-i İslam ikinci fethi ve Fatih’i beklemektedir. Küfür,sefahet ve gaflet bacaları sarmış,alevler göklere kadar yükselmede. Alem bir Fatih’e;çöldeki insanın suya harareti,ihtiyaç ve iştiyakından fazla muhtaçtır.

            Fatih’in hocası Akşemseddin’in ifadesiyle:”Evvela İstanbulu Sultan Mehmed Han fetheyler, sonra Beni Asfar alır. Beni Asfar elinden Mehdi yine fetheyler.”

            Bu meyanda bir çok Hadis zikredilmekte ve rivayetler yapılmaktadır. Mesela:”Allah Kostantiniyyeyi çok sevdiği dostlarının ehline fethedecek.”,”Mehdi Kostantiniyyeyi ve Deylem dağlarını da fetheder.”,”Mehdi maiyyetindeki kuvvetlerle birlikte Roma’yı Kostantiniyyeyi ve Altın Kiliseyi fethetmek için yola çıkar.”[15]

            İstanbul ve Ayasofya zahiren bizim,fakat hakikatta Bizans ve beni asfar tarafından kapısına kilit vurulmuş. Ancak ondan evvel kalblerimiz kilitlenmiş,mühürlenmiş.

            Ayasofyadan ziyade bizim kilitlerimizi açacak ve kıracak zata muhtacız.

            Beş yüz senedir yatan ehli iman –önceki gibi- toprak altında kendi kabuğunu ve toprağı çıkıp neşvü nema zamanını beklemektedir. Namık Kemal’in Magosa zindanlarına sürülürken söylediği gibi:

            Merkez-i hâke atsalar bizi

            Küre-i arzı patlatır,çıkarız.

            İman cihetinde yapılacak bir inkilab,bütün kapalı kapıları açacaktır. Ayasofya yı da… Bu millet illet ve zilletten iman ve Kur’an-ın sabahında kurtulacaktır.

            Lanetlemek,rahmetten mahrumiyettir. İşte mahrumiyetimizin bir sırrı da bunda ve buradadır.

            O Fatih ki;miras yedi evlatlarının halini keşfetmiş olacak ki;vakfiyesinde der:”Benim bu camiimi camilikten çıkaranlar,Allah’ın,meleklerin ve bütün müslümanların lanetine uğrasınlar.”

            Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen  azab içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”demiştir. İşte bizim de hal-i pür-melalimiz. Dökülmüş,azab içinde kıvranmakta,rahmetten mahrum,yüzümüze bile bakılmamakta…

           Açılsın ki,bu millet,kimliğini,şahsiyetini bulsun. Kilidi açılsın. Tıpkı Alparslan’ın Malazgirtte Anadolunun kapılarının kilidini açtığı gibi…

Aksi takdirde başlanılan noktaya geri dönülmüş ve hristiyan emeli tahakkuk etmiş olacaktır. Nitekim 2-Ocak-1918’de İngiliz Dış işleri bakanı Lord Gürzon emelini kusar:”İstanbul,özellikle doğu dünyasının kozmopolit ve uluslar arası bir şehridir. Ayasofya’ki,900 yıl önce bir hristiyan kilisesi idi,elbette eski durumuna getirilecektir.”[17]

            Biz böyle kararlımıyız? Sakın getirilmiş olmasın? Nisbeten sakin ve hırçın olmamalarının,çeşitli siyasi entrikalarla bizi bağlamalarının kilit noktası Ayasofya olmasın? Laikliğin,Atatürkçülüğün,İnsan haklarının,kısacası inkilabların ve ihtilallerin odaklandığı nokta olmasın Ayasofya?

            Ayasofya 1925-50 arasında sürecek olan 25 yıllık bir karanlığın,tek partili despot bir idarenin mağdur ve maznunlarındandır.

            Avukat Emin Akyüz o devri şöyle anlatır:”Yakın geçmişimize bakıp hafızalarımızı yokladığımızda,Ayasofya’nın cami iken müze haline getirilişi,laikliğin vicdan hürriyyeti üzerinde baskıyı tecviz eden bir manada anlaşılmaya başlandığı ve yer yer bu istikamette tatbikatın görüldüğü zamana tesadüf eder. O zaman ki,bu memlekette bir çok secde edilen yerler şu veya bu bahane ile yıktırılmış ve bir çokları da depo,ardiye vesaire gibi hizmetlere tahsisine müsaade olunmuştur. 14 Mayıs demokrasi inkilabından sonra,depo ve ardiye iken cami haline iade edilmiş bir çok emsalinin bulunduğunu hepimiz bilmekteyiz.”[18]

            Fransızların işgalinde Ayasofya’ya girmelerini engellemek üzere Türk kumandanı Binbaşı Tevfik Bey;onlara makinalılarla karşılık vereceğini,buda yetmezse,tahrib kalıblarıyla mabedi havaya uçuracağını ve böylece emellerine ulaşamayacaklarını söylemesi,Fransız taburunun geri çekilmesi için yeter.

            Şimdi ise manen işgal ettirmişiz. Oda tıpış tıpış. Hem de ellerimizle…

            Yıl 24-11-1934 Atatürk’ün emriyle fethin sembolü Ayasofya müzeye çevrilir. Prof. Semavi Eyice şöyle der:”Whitte More’nin idaresindeki çalışmalar sürerken 1934’de Atatürk bir akşam sofrasında Ayasofya’nın müze haline getirilmesi düşüncesini ortaya atmıştır.”[19]

            Alman bile ibadete kapatılma kararına ve verilen rapora karşı çıkarken;14 birinci teşrin 1934 tarihli New York Taimes’de yapılan küstahça teklif tutar.

            “… Doğunun olduğu kadar Batının da duygularını canlandıran bu büyük saygı sembolü şimdi yeni bir değişikliğe hazırlanıyor.

            Ayasofya bir hristiyan kilisesi olarak kurulmuştu. Sonradan bir müslüman camii oldu. Modern düşünceli Türkiye onun en ünlü müzesi yapmayı tasarladı. Müslümanların duvarlara vurdukları badanalar altında 500 yıl gizli kalan Bizans mozayıklarını şimdi usta eller temizleyip ortaya çıkarıyor.

            … Son zamanlarda bu büyük camide tapanları gören kimseler bunlardan çoğunun ihtiyar olduklarını söylüyorlar.Batı ülkelerinin kılığına girmiş olan genç Türk,tapınmağa gitmeden önce,herkesin karşısında ağzını çalkalamayı ve ayaklarını yıkamayı doğru bulmuyor.Temizlik kanunlarını başka yoldan gözetmek çaresini  bulmuştur. Kemal Kur’an-ı istihfafla yere atmış,kendi heykelini diktirmiş,fesi ortadan kaldırmış ve kadınların yüzlerindeki peçeyi yırtmıştır. Sultanların sarayı olan yıldız köşkü bugün bir müzedir. O halde Sultanın camii’de niçin bir müze olmasın?”[20]

            Bizde şunu teklif ediyoruz ki;Kim ve hangi parti olursa olsun,eğer milletin kalbinde tahta kurmak ve ayakta durmak istiyorsa Ayasofya’yı ibadete açmalıdır.

            Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de Demokrat Partinin,muarızlarının devirmek istemeleri tehlikesine karşı çare olarak Ayasofya’nın ibadete açılmasını tavsiye ile ikazda bulunur.[21]

            Merhum avukat Bekir Berk,uzun yıllar Bediüzzaman’ın avukatlığını yapan bu zatın;maznun ve avukat olarak yaptığı ilk müdafaa Ayasofya müdafaasıdır. Eserinde[22] yaptığı müdaafa’da özetle:

            “Mevlâna Ebul Kelamın İngiliz hakimlerine söylediği:”Hakim kuvvetler tuğyan ederek hürriyet ve hakka karşı tecavüz silahlarını kaldırdıkça,mahkemeler hükümetin elinde musahhar birer alet olur. Ve hükumet bunlarla kimi mahvetmek istiyorsa onları imha eder,bu tarihi bir hakikattır.

            … Tarih gösteriyor ki,mahkeme salonları harp meydanlarından sonra en müthiş mezalim sahnesidir.

            … Suçumuz nedir? 15-Nisan-1952 tarihli:”Kominizme karşı mücadele”dergisinde neşrettiğimiz:”Başbakan Adnan Menderese açık mektup”başlıklı yazımızda Ayasofya’nın camiye çevrilmesini istedik. Bunu ne için istedik? Şu sebeblerle:Ayasofya İstanbulu fetheden büyük Fatih’in fetih sembolüdür. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi milletin isteğidir..ve milli iradeye uymak hükumetin borcudur. Ayasofya’nın camilikten çıkarılması Türk tarihine hürmetsizliktir. Aynı zamanda laikliğe aykırıdır. Bütün müslümanların ruhunu ve bu arada Fatih’in ruhunu muazzeb ve milli vicdanı rencide etmektedir. Ve nihayet düzeltilmesi gereken haksız bir harekettir,kanaatindeyiz.

            … Ayasofya’nın cami olmasını Türk ve dünya tarihinde dönüm noktası sayarak bunun bozulmasını tarihe karşı bir hürmetsizlik olarak üzüntü ile karşılıyoruz. Bu hususta İsmail Danişmend’den şu satırları nakledelim. Eski Türk ordusunun asırlar boyunca muntazaman riayet ettiği milli ve tarihi bir an’ane vardır. Fethedilen şehirlerin en büyük  kilisesi camiye tahvil edilir ve bu cami feth ve zabt abidesi sayılır. Umumiyetle bunlara “FETHİYE” yahut “KİLİSE CAMİİ” denilir ve bazen de,Ayasofya’da olduğu gibi eski ismi kasden ibka edilir. Bu gibi camiler eski Türk şevket ve kudretinin milli ve dini timsalleridir. “Ayasofya’nın cami kalması bizce işte bu sebeble muazzez bir gayedir.”

            Ve diğer maznun,gerçekten cesareti ile Serden geçtiliğini gösteren Osman Yüksel Serdengeçti’yi mahkemeye verilmesine sebeb olan makalesinin bir bölümünde:”

            “Fethin,Fatih’in mabedinden kitabı mübini,bu ulu dini kaldıran kim? Dinimize imanımıza saldıran kim?

“Asırlık surların arkasından,köhne Bizans’ı hortlatmak isteyen eller kimin eli,bunu söyleyenler kimin dili,Ayasofya’yı puthane yapan hangi delidir?

“Elleri kurusun,dilleri kurusun… Ayasofya,Ayasofya! Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim?”

Eğer bu kanuni müdafaayı ve haklı bedduayı haklı çıkartacak bir sebeb varsa izah edilsin. Yoksa tüm meleklerin,insanların,cinlerin laneti onun üzerine olsun.

Ayasofya gülünden kimler demet yapmamışki… Ali Ulvi Kurucu,Cahid Öney,H.Tevfik Paksu,Mehmet Kayalar,Arif Nihat Asya gibiler bu demetlerden bir “Hüzün Demeti”dermiş ve oluşturmuşlar.

Hüznün hüznümüzdür Ey Ayasofya…

“Ayasofya camisinin müze yapılması öyle gelişigüzel bir teşebbüs değildir. Uzun uzadıya düşünülmüş,tertiplenmiş mühim bir hadisedir. Bu hususta Erkan-ı Harbiye arşivlerinde mühim bir rapor vardır. Mutevefin Bulgaristanlı avukat Halil Bey,bu hadisenin mahiyetini,buna takaddüm eden teşebbüsleri bu raporda uzun uzadıya izah etmiştir.

Halil Bey’in raporuna göre Ayasofya Camii’nin camilikten çıkarılıp müzeye tahvili o zaman ‘Bizans Asarını İhyası’ kongresinde kararlaştırılmıştır. (Kongrede minarelerin de yıkılması kararlaştırılmış,fakat buna cesaret edememişler.)[23]Bir çok misyonerin iştirak ettiği bu kongreye Halk Partisi’nin diktatörlüğü devrinde buradan da bir milletvekili murahhas olarak gönderilmişti. Bu zat el’an sağdır,şimdi kendini gizlemektedir. Bu eski milletvekili kongrenin kararını buraya getirmiş,ondan sonra cami,camilikten çıkartılmış ve müze yapılmıştır.

Türk Milliyetçiler Derneği Ankara Erkan-ı Harbiye arşivlerinde bu raporun bir suretini isteseler de kendilerine verilirse Bulgaristan’da teşekkül eden mezkur Bizans Asarını İhya Kongresi’nde verilen kararların esasına muttali olurlar.

Şunu da hatırlatalım ki,Ayasofya Camii,camilikten çıkarılıp müze yapıldığı zaman,dünyanın hiçbir yerinde misli ve naziri olmayan o muazzam levhalar,Allah,Muhammed ve Ashab-ı Kiram levhaları yerlerinden indirilmiş,camiden çıkarılıp kenar köşe bir yere atılmaya karar verilmişti. Fakat levhaların kapılardan çıkmaması çok canlarını sıkmıştır. Bazıları levhaların parçalanarak dışarı çıkarılmasını ileri sürmüşlerse de,müslümanlara hançer sokacak kadar ağır olan  bu harekete cesaret edememişlerdir. Bu nadide levhaları caminin içinde bir kenara atmışlardır.

Allah,Muhammed,Ashab-ı Kiram isimlerini ihtiva eden bu levhalar toz toprak içinde caminin bir kenarına atılmış oldukları sırada,levhaların arkasında kalan  Bizans döneminin putları,haçları,resimleri meydana çıkarılıyor. Bu suretle Bulgaristan’da toplanan kongrenin kararı veçhile Bizans Asarı yeniden ihya ediliyordu.”[24]

Celal Bayar’ın Atatük’le arasında gizli olarak geçen olayı daha sonra ifşa eden Bayar;Ayasofya’nın Balkan Paktına kabul edilebilmemiz için Yanan Başbakanının Atina’da kendisini karşıladığında söylediği söz ki;Anadolu macerasının unutulmadığını üzgü olarak ifade ederek;”Kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa,belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir.”

Bu durumu Atatürke anlatan Bayar,taviz istediklerini söyleyince Atatürk’de:”Az önce,Vakıflar umum müdürü buradaydı. Ayasofya camiini tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile de harab ve bakımsız! Hatta mezbelelik.. Ayasofyayı müze yapsak,hem harabiyetten kurtarsak,hem yunanlılara bir jest yapsak,Balkan Paktını kurtarabilir miyiz?”Öyleyse yapalım”dedi ve Ayasofya camii,böylece müze haline dönüştü.

Bayar daha sonraki Cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde tekrar camiye çevir meyi düşündüğünü ancak –Ticani- ve Ahmet Emin Yalman- olaylarının ve devam eden dünyadaki olaylarında engel olduğunu söyleyerek kaldığını ifade eder.[25]

Tarihi eskilere dayanıp,kutsallığını her zaman koruyan Ayasofya,bu sefer İslamın sembollüğünü yitirmiş,hüzünlü hallere sahne olmuştur.

-Amerikalı Papaz Virgil Gheorghiu tarafından kaleme alınan ve “Yeni gazete” de yayınlanan yazıda:”…. Atatürk büyük kiliseye (Ayasofya-ya) Athenagoras’ın restorasyon için gerekli parayı bulması şartıyla hürriyyetini vermeyi,burasını müze haline getirmeyi kabul etti ve Athenagoras,Amerikalıları bu mukaddes binanın restore edilmesi için gerekli olan milyonlarca dolar parayı ödemek hususunda ikna etti….”[26] 

Ayasofya’nın puthane olamayacağını söyliyen Bediüzzaman’a Selahaddin Çelebi düşüncelerini sorduğunda:”Keçeli,keçeli. diye güldükten sonra ciddileşerek:”Ayasofya hristiyanlığın İslâmiyete devir ve tesliminin bir abidesidir. Bunu için,kilise iken,cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.”dedi.[27]

Büyük bir hastalığa yakalanan kral’ın hayatı,çocuğun birinin kanında imiş. Yoksa kral ölecekmiş. Çocuğun babasına haber göndererek durum arz edilir. Çocuğun kendilerine teslim edilmesi istenir. Bu duruma baba müsaade eder ve oğlunu onlara teslim eder. Bu konuda işin meşru olması için hakim  gerekli hukuki işlemi yapıp,çocuğun öldürülmesine karar verilir. Artık çocuk öldürülecektir.

Bu durum çocuğa haber verildiğinde,çocuk gülmeye başlar. Şaşıran bu insanlar,ağlaması gerekirken-neden güldüğünün sebebini sorduklarında çocuk cevaben şöyle der:”Başımızdaki kral bizi korumakla görevli iken,kanımı istiyor. Sahibim olan babam da beni eliyle onlara teslim ediyor. Adaletin temsilcisi olan hakimde benim öldürülmeme hükmediyor. Böyle bir duruma ağlamak değil,gülmek ve şaşmak gerekir.

Aynen Ayasofya’nın başına gelen de bu çocuğun başına gelenle bir benzerlik arz etmektedir. Bulgaristan karar alıyor ve bizimkilerde onaylayıp resmileştiriyor.

Yani hristiyanlık alemi bunu istiyor. Bizimkiler teslim ediyor. Adalet de buna kanuni bir kılıf buluyor.

Gelde gülme….

                                                                                  MEHMET      ÖZÇELİK


[1] Mektubat. B. Said Nursi.sh.97,Emirdağ Lahikası.B. Said Nursi. 2 / 110,Ahmed bin Hanbel. 4 / 335, Buhari.Et-Tarihul Kebir. 1 (İkinci Kısım) / 81 ,Et-Tarihus- Sağir. 1 / 341, Taberani.El- Mu’cemul Kebir. 2 / 24, Hakim. Müstedrek. 4 / 422, Heysemi. Mu’cemuz Zevaid. 6 / 219, Bak. A. Yardım.”Fetih Hadisi üzerine bir araştırma” Diyanet Dergisi. XIII. 2. sh.116-123, Altınoluk Dergisi. Mayıs. 1990. sh.6-7, İbni Kaani. Mu’cemus Sahabe. Hatib el-Bağdadi.Et-Telhis.Suyuti. Camiussağir.el-İsti’ab.Usdul Ğabe,el İsabe.. Sahih-i Müslim. 8 / 175-176, Sünen-i İbni Mace. 2 / 179, Sünen-i Ebu Davud. 2 / 209, Darimi. 1 / 126, İslam Tarihi. (Mekke Devri) A. Köksal. 7 / 144,Bişr el Ğanevi.

[2] Sebe’.15.

[3] Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. 6 / 3956.

[4] Aherun:Tevbe.102,106,Furkan.4,Müzzemmil.20-20(İki kere geçmektedir.) –857-1453-

[5] Aziz Sofi. D. Yılmaz.sh.89,Evliyalar Ansiklopedisi. 12 / 56-57.

[6] Bak. Topkapı Sarayı Arşivi. No:5584,Aziz Sofi.89,Altınoluk dergisi.1987.Mayıs.sh.sh.40,42.

[7] Altınoluk dergisi. 1990. Mayıs.sh.15.

[8] Fatihler ölmez ve Takvimler-Şiirler-5-

[9] Aziz İstanbul.sh.47.

[10] Çınar Dergisi. Temmuz.1977 (1) sh.14.

[11] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi.sh.259.

[12] Kanunname-i Al-i Osman (Tarihi Osmani Encümeni mecmuası,ilave) sh.27,İbrahim Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı. sh.45-46,Büyük İslam Tarihi. 12 / 302,Fatih.Teşkilat Kanunnamesi. Md.37.Bak.Osmanlı Kanunnameleri. Doç. Ahmet Akgündüz. 1 / 114. (Bu ceza şeriattaki bağy,devlete isyan cezasına uygun olarak verilmiştir.)

[13] Osmanlı Kanunnameleri. Doç. Ahmet Akgündüz. (I) sh.306.

[14] Bak.İslam Ansiklopedisi. TDV. 4 / 206-217,İslam-Türk Ansiklopedisi. sh.168,bak.Ayasofya.Hüseyin Yılmaz.11-20,Çınar dergisi.(1) sh.3-5.

[15] Celaleddin-i Suyuti. A. bin.H.MuttakiAhir zaman Mehdisinin alametleri.sh.5,10,52,56,74,Harun Yahya.Mehdi ve Altınçağ.sh.94,104-107.

[17] Bozgun ( II ) Vehbi Vakkasoğlu.sh.230.

[18] Çınar dergisi. sh.9,Ayasofya Davası.sh.39-40.

[19] Ayasofya.H.Yılmaz.sh.39,Altınoluk dergisi.Şubat.1990.sh.30,Yalan Söyleyen Tarih Utansın. Mustafa Müftüoğlu. 6 / 214.

[20] Ayasofya.age.sh54-57, Çınar dergisi (1) Temmuz.1997.sh.10.

[21] Emirdağ Lahikası.age. II / 162.

[22] Hakkın Zaferi İçin.sh.15-36.

[23] Sebilirreşat dergisi.1952,Sayı.125. Bak Türkiye Gazetesi. 29-Mayıs.1994. Prof. İsmet Miroğlu.

[24] Sebilirreşad Dergisi.Tarih.1952. Cilt.5. Sayı:125.Sayfa:398,Bak. Türkiye Gazetesi. Prof. İsmet Miroğlu. 29-Mayıs-1994.

[25] Bak.Vakit Gazetesi.28-29-Mayıs.1994.İsmet Bozdağ.-Camiden müzeye Ayasofya-

[26] İttihat Gazetesi.13-1-1970.

[27] Tarihçe. Mehmet Badıllı. 3 / 1691-1692.

Loading

No ResponsesTemmuz 11th, 2020