HİKMET VE FELSEFE

HİKMET VE FELSEFE

Hikmet;her şeydeki ince,hassas noktayı araştırmak..hakikata ulaşmak..eşyanın üzerindeki perdeyi aralamaktır.Her şeyin bir değil belki binlerce maslahat için yaratılmış olduğunu akıl ve kalb ortaklığıyla ortaya koymaktır.
Kur’an-ı Kerim-de:” Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”
Hikmet ilmin özü ve hakikatır.
Hikmetin hakikatı ise;Takvadır.
Hadisde:”Re’sul hikmeti mehafetullah”-Hikmetin başı Allah korkusudur.
Takva ise birinci derecede günahlardan kaçınmaktır.İkinci derecede Salih amel işlemektir.Burada nazara verilen sevab işlemekten ziyade,günah işlememektir.Zira günahtan kaçınan ve uzaklaşan bir kimse Allaha ve Allahın razı olduğu şeylere yaklaşır.
“Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur.”

Felsefe ise;Hikmetin aksine eşyanın zahirine dalar,hakikatı bulamaz hatta bulmaz.Zira hakikatı bulduğu an felsefe yapamayacağını düşünür.
Felsefe karanlıkta bir şeyleri arayıp bulmaya çalışır.
Felsefe marifet düğmesinin ışığına basmadan karanlık odada bir şeyler aramaya çalışır.
Veya körlerin fili tarif edişi gibi,gözünü kapatarak bir tanımlama içerisine girer.
Hikmet kalbi esas alırken,felsefe aklı esas alır hatta kalble barışık değildir.
Felsefeci Konçarov-un deyimiyle:“Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünkü bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”
“Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”
Felsefe tanımında ilmi araştırmak ve sevmekle kalıp,ilmi hakikata basamak yapmaz. Belki eşyaya mana-yı ismiyle bakmayı hedefler.Yani eşyaya sırf eşya olduğu için bakar. Eşyanın yaratılışındaki hikmet,fayda ve maslahatı görmez.
Mesela bir zencinin siyahlığını irdeler,belki bir dane bulacağım diye tavuk gibi toprağı deşeler fakat ondaki ilâhi fırçayı görmez.
Hikmet ise,her şeye mana-yı harfiyle bakar yani yaratıcısını gösteren bir âyet ve alamet olarak değerlendirir.
Felsefe bu özelliğindendir ki;kör ve topal olarak hareket eder.
Önemli olan akıl ve kalbin birleştirilmesidir..barıştırılmasıdır.
Bediüzzamanın ifadesiyle:” Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Felsefe şüphecidir.Önce yara açar sonra tedavi etmeye çalışır.
Nefsi fir’avunlaştırarak,ilâhla eş değerde değerlendirir ve nefse bunu verir.
Fir’avun gibi:” Ben, sizin en yüce Rabbinizim! dedi.”
Bediüzzaman felsefenin dilini şöyle tanımlar:” “Serseri felsefe lisanı ile…
“Şeytanlaşmış felsefe lisanıyla…..
“Firavunlaşmış felsefe lisanıyla….
“Tuğyan etmiş felsefe lisanıyla…
Felsefenin tanımı kısa ve kısırdır.Mesela insanı tanımlarken;”El İnsanu hayvanun nâtikun”-İnsan konuşan bir hayvandır..yani bir canlıdır.
İlâhiyatta felsefe hocamız içeriye girer girmez tahtaya dönüp bunu yazmıştı.Oradan bir öğrencide kendisine;-Hocam siz hayvan mısınız?dediğinde hocanın yüzü kıpkırmızı olmuş,hiç ses çıkarmamışdı.
Burada o arkadaşın söylediği söz ne kadar sakat ise,felsefenin ve felsefecinin insan tanımı da en az o kadar sakattır.
Böyle külli,okyanus mesabesindeki bir varlık olan insanı bir bardağa sıkıştırmaya çalışmak gibidir.
Büyük zatlar felsefedeki bu zevkten dolayı hayatlarının ilk dönemlerinde felsefeyle iştiğal etmişlerdir.Bediüzzaman ve İmam-ı Gazali bunlardandır.
İslâmın hüccet ve delili olan İmam-ı Gazali hayatının ilk dönemlerinde felsefeyle uğraşmış iken,daha sonra bunu bırakmış ve de –Tehafutu Felasife- yani Felsefenin Tutarsızlığı adlı bir eser yazmıştır.
İbnü Rüşd-de onun bu eserine;-Tehafutu tehafutu felasife-yani Felsefenin tutarsızlığının tutarsızlığı adıyla bir tenkidde bulunmuştur.
Bu gün bir çocuğa bile âhiret konusunda sorsanız,tatmin edici olmasa da,tenkid edici olmayan bir cevabı alırsınız.
Oysa koca İbni Sina gibi bir dahi,âhiret konusunda; –
Yani –Haşir akli mikyas ve ölçülerle ölçülmez.”deyip pes etmiştir.
Koca Eflatun âhiret ifadesinin yerine geçecek,kendisince ürettiği bir İdeler Alemi ile âhireti tanımlamaya gitmiştir.Yani tam bilemediği âhiret alemini hissettiği şekilde ifade etmeye çalışmıştır.

-Bir önemli anekdotu anlatmakta yarar vardır:
1982-83 Eğitim ve Öğretim yılında Türkiye-deki tüm İslâm Enstitüleri ve Erzurum-daki İslâmi İlimler Ankara-daki İlâhiyata tabi olarak hepsi İlâhiyat oldu.İsmi yükseldi ancak kalitesi düştü.Felsefe ağırlıklı oldu.
Öğretim görevlilerinin rütbeleri yükseldi, şimdi hepsi profesör oldu.Fakat seviyede önemli çapta düşüş oluştu.
Bu arada İslâmın kabul ettiği hikmet ise verilmedi..felsefenin yerine ikame edilmedi.Böylece tefekkür edip takvada bulunan bir kişi olarak değil,adeta dinler tarihi öğrenmiş ve de öğretmeye çalışan bir eleman olarak yetiştirildi.
Bir de Liselerde okutulan dersler öğrencilerde şüpheden başka vereceği ruha ruh olacak,hayata hayat katacak bir ders değildir.
Nitekim Kenan Evren bile Lise 1.sınıf kitabını tenkid etmiş,İslâmiyetle ilgisinin olmadığını belirtmişti.
Girdiğim felsefe derslerinde kelâmı işliyor,Allahın marifeti açısından dersi anlatıyordum.
Eğer liselerdeki felsefe öğretmenleri manevi yeterliliği yoksa,derin bir bilgiye ve sorumluluğa sahip değilse,vereceği bir şey olmadığı gibi,alacağı çok şeyler vardır.

Bediüzzaman felsefeyi şöyle özetliyor:
”Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.”
“Ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider.”
“ Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.”
“Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…”
“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.”
“Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise”hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.”(Sözler 132)
“Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.”(Sözler 206)
“Eğer desen: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için….
Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın.” (Sözler 243),Mektubat.205,Mesnevi-i Nuriye.232.
İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.”
“İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.”
“Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzât şübhesini izale edebilir.”
“Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur’anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dur, hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.”
MEHMET ÖZÇELİK
25-06-2010

Loading

No ResponsesOcak 3rd, 2015