GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE SİNEMA
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE SİNEMA
Geçmişten günümüze türk sineması namı diğerle yeşil çamın sicili hiç de temiz değildir.Genelde basit,sefahet ve rezalete dönük filimlerle toplumun ahlakını bozucu filimlere imza atmıştır.
Öyle ki yaptığı ahlak dışı filimlerin üzerinden büyük okyanusun tüm suları aksa dahi o kirliliği ve lekeyi silemez,gideremez.
En masum ve tarihi gibi görünen filimlerde dahi ahlaksızlık sahneleri eksik olmamaktadır.
Mesela Tarihi film çeviren Cüneyt Arkın dahi çevirdiği filimlerdeki açtığı yaraları tedavi etme düşüncesinden kaynaklanmış olsa gerek ki,Türkiye gazetesi ve Tgrt-nin sponsorluğunda türkiyeyi dolaşarak gençlerin uyuşturucu gibi durumlardan uzak kalmasını sağlayıcı konferanslarda bulunmuştur.
Okulumuza da geldiğinde kendisine verdiğim seviyeli eserlerle bir katkıda bulunmayı düşünmüştüm.
-Yapılan araştırmadaki bir tesbitte;Türk dizileri hem edepsiz hem de boşanma nedeniymiş!
Türk sineması en az yarım asırdır bir türlü seviyeyi yakalayamadı,göbek altından üste çıkıcı seviye ve anlayışı gösteremedi.Bu durum maalesef hala da devam etmektedir.
Son zamanlarda çevrilen ‘Kurtlar Vadisi’dizisinin görmüş olduğu rağbet,milletin bir asırlık yarasına bir nebzede olsa göstermiş olduğu gerçeklerden ve merhemden dolayıdır.
‘Hakkını helal et’,’Tek Türkiye’,’Kollama’filimleri türk sinemasına bir nebzede olsa,yeterli olmasa da bir nefes aldırdı.
Bir yandan türkiyedeki kirli çamaşırları ortaya dökerken diğer yandan toplumun düşünmesini ve ibret almasını sağladı.
-Türk sinemasının bu çirkin yüzünü bakınız sinemanın içindeki bir kişi nasıl tanımlamaktadır:
”Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın, toplumun ahlâkını bozan dizilere şifre getirilmesi yönündeki açıklamasına Müjde Ar, Güzel Haberler adlı programında tepki gösterdi. Ar, “Yaptığım filmlere bakıyorum da ben toplumun ahlâkını çok bozmuşum” diyen Ar, şöyle konuştu: “İyi kötü benim her filmimde öpüşme var; sevişme, çokça da tecavüz var. 80 filmden 60’ında benim ırzıma geçildi.” diye konuştu.”
-“80 Filmin 60’ında Irzıma Geçtiler
“Müjde Ar, ilk başrol filmi ‘İffet’teki tecavüz sahnesine yaptığı yorumla dikkat çekmişti. “Türk aile yapısını bozan bazı dizilere şifre konulmalı” diyen Devlet Bakanı Kavaf’a göndermede bulunan Müjde Ar, “Türkiye’nin ahlakını çok bozdum. Çünkü, oynadığım 80 filmin 60’ında benim ırzıma geçiliyor. Gençlik, İffet’te Faruk Peker’le çektiğim cam sahnemle büyüdü. Gel de bu gençlikten hayır bekle…” diyerek İffet filmini anlatmıştı. “
Acaba bu ifşaat bir vicdan azabının itirafı mı yoksa yaptıklarının ve ektiklerinin görünen ahlaksız neticelerinin bir itirafı mı?
Her ne olursa olsun,bu bunca kirlenmeleri ve kirlenmelere sebep olmanın cürmünü ve zulmünü hiçbir zaman örtemez ve ortadan kaldıramaz.
Ya bozdukları ve bozduklarının bozdukları ve süre gelen bu bozulmalar ne ile telafi edilebilir?
Hiç mi hiçbir şekilde…
-Bu durum filimlerin bir fuhuş yuvaları halinde çalıştığının göstergesidir.
***************
*Cemil Meriç Bu Ülke’sinde romandan söz ederken şunları söyler: “Divan Edebiyatında roman yok. Niçin olsun? Batının ilk romanlarından biri ‘Topal Şeytan’. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman, başlangıcından itibaren bir ifşadır. Osmanlının ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyeler ya bir cengâveri ebedileştirir, ya ‘hisse alınacak bir kıssa’dır.”
*Bediüzzaman ise sinema,roman,tiyatro gibi uygulamaların hazin halini.avrupa medeniyeti ve edebi ile Kur’anın edeb ve medeniyetini mukayesede şöyle tasvir ve tesbitte bulunur:
“Avrupazâde edebse, fakdü’l ahbaptan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör bir kuvvetten mülhemâne aldığı bir hissi hüznü gamdâr, âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez. O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar; sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar; hiçbir ümit bırakmaz.
Kur’an’ın edebi ise, öyle bir hüzün verirki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’lahbaptan gelir; fakdül’lahbaptan gelmez. “(Lemeât) Ayrıca 25.Söz’de bu ikinci hüzünden söz edilirken “Ahbap var. Firakında müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün hidayeteda, nurefşan Kur’an’ın verdiği hüzündür.”
Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur’ân’ın verdiği hüzündür.
Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir.”
“Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kârie ihtar eder. Zâhiren der: “Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edebse, hevâyı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, hreti de âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zîrâ sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez.
O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider, ta’tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.
Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir hüzn-ü müştakâne; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir. O yabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.
Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı istemez.
Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre; herkes birbirine benzemez. “
“Evet, uyku nasıl ki avam için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velâyet hükmündedir. Öyle de, umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbâniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhâları görür. Fena ahlâklı, fena düşündüğünden, fena levhâları görür.”
“Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, “Eyvah” dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metâlibe müteveccih fakr ve ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâlarıyla beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdi zeval ve firak belâsı içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.”
“Üçüncü taife olan ihtiyarlar bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, hreti yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve hreti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu biçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, mânevî bıçakla o biçareleri kesmek hükmünde ve “İdam-ı ebediye sevk ediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el’iyâzü billâh! “
“O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân’la, o terbiye-i Furkaniye ile, nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.”
“Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, daire-i meşruadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.”
“Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nevinde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.”
“Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride katiyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.
Birden, Kur’ân-ı Hakîmin nuruyla ve Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn hâlet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılâp etti. Şöyle ki:
O hazîn hale karşı Kur’ân’dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi, “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı?
O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbul’a geldin.”
Hâlî yerlerde oturup o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sürat-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.”
MEHMET ÖZÇELİK
25-10-2010