MADDENİN ARDINDAKİ SIR…ÜZERİNE
MADDENİN ARDINDAKİ SIR…ÜZERİNE
İnanç konusunda en sağlıklı ve doğru görüş ve isabetli yol ehli sünnet ve cemaatın yoludur.Ancak bu yol içerisinde de orta yolu takib edenlerin kaygan zeminde yürüyüp patanaj yaptıklarına da şahid olmaktayız.Bu durumda genellikle ifrata karşı tefritte,tefrite karşı da ifratta bulunmaktan kaynaklanır.
İşte Harun Yahya’nın eserlerinden istifadeyle hazırlanan Maddenin ardındaki sır adlı cd eserinde de;Materyalistlerin her şeyi maddeye vererek maddeyi ilah durumuna koyan düşüncelerini çürütme yoluna gidilirken ifrat edilip maddenin varlığı da yok kabul edilip,hayali olarak değerlendirilmiştir.İfrat harekete tefritle mukabele edilmiştir.Bırakılan açık kapıdan çok su-i istimallere gidebilecek kapılar açılmıştır.
Aynı zamanda konuya Vahdet-ül Vücud nazarıyla bakılarak varlığın birliği konusu işlenilmiştir.
Vahdet-ül Vücud;varlığın birliği adıyla her şeyde Allahın varlığı ve birliğini görerek O’nun dışındakileri inkar edip,sadece var ve varlık olarak onun varlığını kabul etmektir.Görünen veya varlık adıyla ve namıyla hiçbir şey yok ancak onun varlığı vardır,demektir.
Bu görüşün sahibi olan Hallac-ı Mansur manevi kemalatıyla her nereye ve neye bakarsa orada Allahın varlığını görmekte,kendisinde de hakeza O’nu ve O’nun varlığını görmesi üzerine –Enel Hak-yani Ben Hak’ım,Allah’ım,ifadesiyle kendi ve kendisi gibi olan varlıkları inkar etmiş,sadece varlık olarak Allah’ın varlığını kabul etmiştir.
Cezbe halinde söylenen bu sözden dolayı bu zat mazurdur.Buna rağmen şeriat kılıncıyla cezalandırılmış,dinin zahiri hükmüne göre dünyevi cezası uygulanmıştır. Ancak onun dışındaki bir kimsenin böyle bir ifadeyi cezbe hali olmaksızın söylemesi dinen bir küfür ifadesidir.
Burada Din ve Allah hesabına bütün mahlukat inkar ve reddedilirken, materyalistlerce de tabiat ve madde hesabına Allah ve Din inkar edilmektedir.
Tarih yine tekerrür etmektedir.Bazen din adına,bazen din dışı bir inanç adına!Hayalin altında kurtuluş aranırken,yine her şeyler hayale büründürülmeye çalışılmaktadır.Hakikat tatlı olduğu kadar,acıdır da…Acıları red uğruna tatlı olan hakikatlar hayale sarılarak feda edilmektedir.Birisi hakikatsızlıkta hakikat ararken,öbürü hakikatlarda hakikatsızlık aramaktadır.
Vahdetül Vücud konusunda Bediüzzaman hazretleri isabetli izah ve tesbitlerde bulunmaktadır.Buradan hareketle özetleyecek olursak:
Rasulullahın açtığı ve umumun gittiği gerçek yolun ilk üç asırda bulunan sahabe,tabiin,mezheb imamı olduklarını ifade etmektedirler.Ehli vahdetil vücudun tarzına alternatif olarak şu dört esas ile gitmeyi tercih etmektedir;” Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki Dört Hatve…”,”Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.”[1]
Kainata kendi hesabına bakanların bir kısmı inkara giderken,bir kısmı da onun inkarına gitmiştir.Orta yol ise tüm varlıklara yaratıcıları namına bakmak,onları Allah’ı gösteren ve bildiren birer eser olarak değerlendirmektir.
Sual: Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telâkki ediliyor. Halbuki, velâyet-i kübrâda bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden, bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?
Elcevap: Hâşâ! Şems-i risaletin en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ onlarındır.
Vahdetü’l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar,orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar.
İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü’l-vücuddan değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.
Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tâbiîn ve asfiyanın caddesidir. [2]cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-ı Hakkın, [3]mazmunu üzere, hiçbir şeyle müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezzîden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlıkıyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. “Heme ost” (Her şey O’dur)değil, “Heme ezost”(Her şey O’ndandır,onun yaratmasıyladır)tur. Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz.”[4]
Tıpkı bir devlet başkanının devletin her kademesinde oraya münasib olarak bir hakimiyeti olduğu gibi,Cenab-ı Hak’da her bir isminin ayrı ayrı tecellisiyle iş görmektedir.
Veya dört tarafı aynayla kaplı odalara giren insanlar kendi aynalarında kendi kabiliyetlerine göre ve kendi kabiliyetlerini görürler.Başkalarındaki farklılık ona mani olmadığı gibi,kendisinde görülenin onlarında farklılaşmasına da engel teşkil etmezler.
Cenab-ı Hak da her insanın yaratılış aynasında ayrı ayrı tecelli etmektedir.
“Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud madem Lâ mevcude illâ Hû der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin aynasında vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.”[5]
Varlıkların hayal olarak kabul edilmesi;Allah’ın hakiki bir varlığı değilde hayali bir varlığı yaratmış olduğunu kabul ederek Allah’a iftirada bulunmakla kalınmayıp,Allah’ın kullarını aldattığı vehminin de kabul edilmesi gerekir.
Allah zatı ve sıfatları itibarıyla nasıl hakiki ise,yarattıkları itibarıyla da hakiki ve gerçektirler.Kendisinin hakiki,yarattıklarının ise hayali olması düşünülemez.Burada varlıkların varlığının O’nun varlığı ile mukayesesi söz konusu değildir.Zira O’nun varlığının yanında,diğer varlıklar solda sıfır bile olamazlar.Ancak bu onların reddini gerektirmez çünki reddedilmesi halinde Allah’ın Halikiyeti,yaratıcılığı inkar ve red edilmiş olur.
“Tarikatin gayet mühim bir meşrebi olan “vahdetü’l-vücud” namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcibe nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki, vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ makamında onları hiç saymak, hattâ mâdum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gider.
O meşrep, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor, vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücut tevehhüm eder; o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mâbudiyet derecesine çıkarır-neûzü billâh-Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.”[6]
Bu meslek ve meşrebin özellikle zamanımızda tehlikesine değinen Bediüzzaman;“Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki, dünyada meşârib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü, ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?”[7]
Bu yolun umumi bir yol olmayıp hususi bir yol olması sadece o yolda süluk edip giden zatı ve onun gördükleriyle yaptığı tevilleri kapsar ve bağlar.Umumu bağlamaz.“Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.”[8]
Çünki;” Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.”[9]
Vahdetül vücud meselesi bir saplantı,bir kaçış,bir anlama zorluğundan dolayı inkar,özel bir hal,kısır bir düşünce,dünya nefretinden ziyade dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır.Gıda ile doyum değil,meyve ile avunma ve yetinmedir.
“SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.
BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.
Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.
İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.
Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder.
Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arabın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.”[10]
Vahdetül vücuda bir iltibas vardır.Zira ayna ile aynada görülen birbirine karıştırılmaktadır.Bu durumda da ya ayna veya aynada görünen inkar edilmektedir.Birinden materyalist görüş,diğerinden de vahdetül vücud zuhur etmiştir.“Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin delilleri ve aynaları olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda delâletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki, güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir ayna parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O ayna güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân var” vuzuh-u delâletine ve kemâl-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı Lâ mevcude illâ Hû bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak demişler.”[11]
Osmanlı paşalarından birisinin oğluda her şeyi hayal ve yokluğa atar,hiçbir şey yok,ben de yokum,der.Yine böyle bir yemek esnasında sofrada bulunan her şeyi yok olarak niteler.Baba artık dayanamaz ve yemek bulunan tabağı kaptığı gibi oğlunun kafasına çarpar.Bunun acısıyla oğluda feryadı basıp ağrıdığını ifade eder.
Baba cevaben;madem bu yoktu,sen yoktun acı nereden çıktı ve nasıl oluştu,der.Böylece bu mantıklı cevab karşısında ağrıyı unutmayan oğlu bir daha da böyle iddialarda bulunmaz ve vaz geçer.
“Evet, vahdetü’l-vücuddan bahseden, fikren serâdan Süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Âlâya diken, istiğrâkî bir surette kâinatı mâdum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla Vâhid-i Ehadden görebilir. Yoksa, kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin” desen, mânen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.
Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.”[12]
“Ve keza, Vahdetü’l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetü’ş-şühud halkı ise, bütün mevcudatı, görerek, cezalılar gibi nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.”[13]
“S: Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?
Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani
(Kainatta hakiki tesir sahibi ancak odur.)sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.”[14]
Kur’anın açtığı umumi bir yol olmayıp,özel hal de olanların özel patika yollarıdır.
Bu meslek sahiblerinin müşahedelerini dilleriyle ifade de aciz kalmalarının veya kendi bulundukları hale göz önünde bulundurup başkaların ihatasızlığıyla çatışması ve makamlarına çıkamamasından farklı anlayışların zuhurudur.“Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudatta tecellî-i esmâ ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu. Maddeperver hükemâ ve zaîfü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır.”[15]
En tehlikeli olanı ise;Batıl Hululiye mezhebininde çıkmasına sebeb olan;Allah’ın varlıkla,varlıkların da Allah ile bütünleşip,birleşip,birbirlerinin içine girip,bir cihetle hristiyanlıktaki teslis akidesi olan üçün biri yani üçü (Tanrı-Ruhul Kudüs-oğul)birde toplama inancını doğurmaktadır.
“Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki, bazı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücuda bir münasebet gösterir.
Elcevap: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki, vücud-u Akdese hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani, âlemden Sânii müşahede etmek tarikiyle takip ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudata tecellî-i esmâ ve sıfâtı ise, dîku’l-elfaz sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye” ve “hayat-ı sâriye” tâbir ettikleri hakaiki başkalar anlamadılar. Su-i tefehhümle, kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vahiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına! Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, serâ derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet, şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin duçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki, insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla
(Yani: Allah’a yemin olsun ki hayır. Serâ nerede, Süreyyâ nerede? Herşeyi gösteren ışık nerede, herşeyi örtüp saklayan zulmet nerede?)
demeye mecbur oluyor.
…Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. Fakat vahdetü’l-vücudla mecazen tâbir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hukema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.
…Şu mutasavvifînin reis ve kebîri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden, mârifet-i İlâhiyeden hiçbirşey istişmam etmemiştir. Evet, mümkün, Vaciple nasıl ittisal ve ittihad edecek? Kellâ! Evet, mümkünün ne kıymeti vardır; ta ki vâcip onda hulûl ede? Hâşâ! Neam, mümkinde füyuzat-ı İlâhiyeden bir feyiz tecellî eder. İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezc etmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiyye o derece Vâcibe hasr-ı nazar etmişler ki, mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır; “Bir vardır” derler. El’insaf! Serâ-Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemî envâ ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelâle kasem ederim ki, dünyada şu iki mesleğin temasını intaç eden rey-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir rey yoktur.”[16]
Vahdet-üş şuhud ise:“Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes’eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem’asında, Hazret-i Muhyiddin’in bu mes’eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes’ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik’ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya’ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ’ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş’a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş’a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver, herkesten Kelâmullah’ı işitirsin.” desen, mânen Arş’tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.”
Özetle:Varlıklara vücud vermemek;Allahın sıfatlarının tezahürünü kabul etmemektir,Kendi varlığını kabul ederken,yaratıcılığını,ustalığını,ortaya koyduğu sanatın hakiki değil de hayali olduğunu öne sürmek,maddeye uluhiyyet vermek,herşeyin O’ndan yani onun yaratmasıyla değil de,her şeyin O olduğunu kabul etmektir.
Her şeyin hayali olduğunu iddia etmek;dünya hayatındaki imtihanı kabul etmemek,iman ve amelin,namaz,oruç gibi ibadetlerin ve ahlakın bir neticesi olmadığını düşünmek,sonuç olarak ahireti kabul etmemek demek olup cennet ve cehennemin olmasını gerektirecek bir sonucun çıkmayacağını şuurlu veya şuursuz olarak ileri sürmek demektir.
Aynı zamanda peygamberlerin gönderilmesinin,kitapların inerek emir ve yasakların,dinlerin gönderilmesinin anlamsızlığına inanılmış olunmaktadır.
Tarih ve tarihi olaylar tamamen hayali olan bir rüya alemi gibi değerlendirilmeye çalışılmakta,koca tarih inkar edilmektedir.
İman ve marifet sırrıyla her şeyde bir birlik ve birin eserini olduğunu görmeyenler,uzun yollardan künganlarla,birçok çıkabilecek arızalarla su getirmeye benzer.Oysa okumasını bilenler her şeyin üzerinde adeta –Made in Allah- yani bu Allah yapımıdır diyerek O’nun varlığını ve sanatını görebilirler.
Bu arada şuna da değinmekte yarar vardır:Matrix adlı film büyük bir emekle hazırlandığı görünmektedir.Burada da işlenen belirli yanlışlar göze çarpmaktadır.Bunlar ise,
-Herşeyin bir rüya ve hayal olduğu,
-Görüşlerin ve görünenlerin hayali olduğu,
-Ahiret inancını zedeleyen,yaşanılan olayların daha önceden de yaşandığı,işte bunu görmüştüm,beklenen son,ben de burada bekliyordum,bu kaçınılmazdı,kendi sonunu kendi hazırladı ifadeleriyle adeta insana düşen,yapması gereken bazı şeylerin yapılmasının bile gereksiz ve zararlı sonuçlanacağına işaret edilmektedir.
-Üretilen Neo yani hayali,ışık ve enerjik bir güç ilahlaştırılmaktadır.
-Sevginin insan yapısından ziyade daha sonradan insan zekasının ürettiği bir olgu olarak kabul edilmektedir.
”İnsan öldükten sonra kabirden diri olarak çıkarılacak mıyım?der.O insan,daha önce kendisini hiçbir şey değilken yarattığımızı hiç düşünmez mi?”[17]
Yaratılma gibi hayat,ölüm ve diriliş hak olarak gerçekleşmiş ve devam edecektir.Sübutu olmayanın hakikatı olmadığı gibi,hakikatı olmayan sabit olmaz.
Mehmet ÖZÇELİK
25-02-2004
[1] Sözler.212.
[2] Varlıkların sabit birer hakikati vardır.Eşyanın hakikatı sabit ve gerçektir.
[3] “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Şûrâ Sûresi, 42:11.
[4] Mektubat.384-385,Lem’alar.598.
[5] Age.385.
[6] Age.564-565.
[7] Age.565.
[8] Lem’alar.598.
[9] Age.598.
[10] Age.600-602.
[11] Age.635.
[12] Age.740.
[13] Mesnevi-i Nuriye.10 risale.
[14] Age.
[15] Age.Nokta.
[16] Muhakemat.
[17] Meryem.66-67.