ÇÖKERTİLEN İDEALLER

ÇÖKERTİLEN İDEALLER

İnsanlar idealleriyle dünyaya gelir,idealleriyle yaşar ve yaşatırlar.

Her insandan bu idealleri beklenir ve o doğrultuda eğitilip yetiştirilir.

İnsan iradesiyle,kaderinde sevkiyle sevkedilir.

Babamın irade,kaderinde sevkiyle bir yaşında iken Adıyamandan kalkmış İstanbula gitmişiz. Babamında bir ideali vardı. İyi bir iş kurmaktı. Ancak yıllarca bu uğurdaki çalışma netice vermemiş,hastalığında etkisiyle on sene sonra memleketine geri dönmüştü.

Orta okulu okumaya koyulmuştum. Daha hayatın farkında değil,temyiz çağına ulaşmamıştım.

Çevrenin âdeti,birazda hassasiyeti,fıtratımında gereği ile Kur’an öğrenmek üzere camiye gitmiştim. Orada dinimin kaynağı olan Kur’an-ı Kerimi öğrenecektim.

Benim isteğim,hocamında ideal ve dâvası birbiriyle birleşince sadece Kur’an-ı öğrenmekle kalmamış,onun hakikatlarınıda öğrenmekteydim. Artık Kur’anı daha iyi tanıyordum.

“Kur’an şu kitabı kebiri kâinatın bir tercüme-i ezeliyyesi…..”[1]

Kur’anı öğrenmem Risale-i Nur hakikatlarını öğrenmeme köprü oluşturmuştu.

Hayatımın seyri değişmişti. İslâmın en temel şartı olan namaza burada başlamıştım. Alemim bu minval üzere şekillenmişti.

Babamla beraber dünyaya gelmiştik. Babamı İmamı Gazalinin İlâhi Nizam’ındaki cehennem sahneleri korkutur,Allaha yönelmesine sebeb olurken,Risale-i Nurdaki aklı ve kalbi beraber götüren hakikatlarda benim iç dünyamı aydınlatıyor,idealimi şekillendiriyordu.

Ortaokul birde,okul çıkışı,bir Cuma günü idi. Arkadaşım Halil’in söylediği sözler,çocukluğuma ve küçüklüğüme rağmen,bir çok şeyi unuttuğum halde,onu unutmuyor ve unutamıyordum;’Haydi Mehmet,cumaya gidelim.’

Öncesinde kılıyorda olabilirim,ancak o söz etkisi silinmeyen,öncesini silen bir söz oldu hayatımda…

Evet,gidelim,demiştim.

Bendeki arkadaşın bu etkisinden dolayı,talebelerimede her vesile ile,arkadaşlarına dikkat etmelerini söylemişimdir.

Arkadaş..arkadaş..arkadaş…

Hatta bir gün sınıfta öyle anlatmışımki;birkaç gün sonra gelen bir veli teşekkürden sonra,çocuklarını kötü arkadaşlarından kurtaramadıklarını,ancak derste anlatılan arkadaş konusunun çocuk üzerindeki öğüt verici sözlerin etkisiyle,kötü arkadaşlarını terkettiğini söylemişti.

Atasözündede:”Bana arkadaşını söyle,sana kim olduğunu söyleyeyim.”

Çocuğu âile yoğururken,arkadaşta şekillendirmektedir.

Ortaokul dönemindeki bu şekillenme,imam-hatib lisesine gitmemde etkili olmuştu.

Dinimi dini öğreten okulda öğrenmeliydim.

Bununla kalmamalı insanlara öğrendiğim dinimi öğretmeliydim. Meclislerde,minber ve kürside,yıllardır mânevi kıtlık yaşayan insanlara haykırmalıydım.

Kur’an-ı Kerim,Risale-i Nur,İmam-Hatib,Cami bende bir bütünlük oluşturmuştu.

Öğrendiklerimi vüs’atimce arkadaşlarıma ve çevreme anlatıyor,bir yandanda;”Zaman cemaat zamanıdır.”hakikatını unutmayarak,cemaat içerisinde kendimi muhafazaya çalışıyordum.

Zira nice zekiler zekâvetlerine rağmen aldanmışlardı. Nice zenginler mânevi fakirlik ve sefahet içerisinde kıvranmakta idiler.

İmam-hatibi bitirmiş ve aynı yıl açılan imamlık imtihanını kazanmıştım. Aldıklarımı cemaate verecek,bir kişide olsa kurtulmasına ve bilinçlenmesine çalışacaktım.

Nitekim 1978 yılında camisi olmayan Derinsu köyüne imam olarak atanmıştım. Köyün gençleri ve erkekleri pek köyde bulunmuyordu. Kulağı ağır duyan 80-lik Ramazan dayı bulunuyordu. Köylü Türkçe bilmiyor,bende kürtçe. Ne onlar meramımı anlayabiliyor,nede ben anlatabiliyordum.

Bir yıla yakın sıkıntılı bir dönem geçirmiştim. İdealim ise o sıkıntımı bastırıyordu. Güzel olan ise,caminin temelinin atılmasına vesile olmuştum.

Merkeze gelmiş,muhtelif camilerde imam-hatiblik görevini yürütmüştüm.

Bekâr olduğumdan son görev yerimde;ya kendim yemeklerimi yapmaya çalışıyor veya evden 5 km-lik mesafeye yemek gönderiliyordu. Aynı zamanda akrabamızda olan cemaatten Hüseyin dayı yemeğe çağırıyor,gitmiyordum. Sohbet etmek için çay içmeye gelebileceğimi söylüyordum.

Bir gün beni aileme şikâyet etmiş ki;oğlunuz yemeğimizi yemeye tenezzül etmiyor.

Gerek samimi,gereksede bilerekten imamlar üzerindeki –yiyici- ifadesini ferdi çapta izale etmek istiyordum.

Ancak nafile. Yeyince yiyiyor,yemeyince tenezzül etmiyor,ithamını silmek mümkün değildi.

Bir yandan imamlık yaparken,diğer yandanda üniversiteye gitmek istiyordum. Üçüncü girişimdi. Böylece Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsüne 1980 yılında gitmiş ve kazanmıştım.

Bir idealim vardı..öğretmen olmak. Hiçbir şey olmazsan,en azından bir öğretmen olursun,şeklindeki bir öğretmenlik değildi.

Gurbet ve maddi imkânsızlıklar içerisinde bitirmiştim.

Bundan dolayı talebelerime de her vesile ile demişimdir;Okuyamıyacak bir kimse olsaydı,oda ben olurdum.

Ancak Allah yardım ediyordu,âilemin fedakârlıklarıyla beraber…

Üç yer eleman alıyordu;Emniyet Genel Müdürlüğü,Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı. Milli Eğitime müracaat etmiş,öğretmen olmayı ideal olarak benimsemiştim.

Bir dostumuzun bakanlıktan verdiği haber;Çiçekdağı Lisesi idi.

Ama bu Çiçekdağı nerede idi?

Harita üzerinde uzun bir aramadan sonra Kırşehir iline bağlı olduğunu öğrenmiştik.

24-Ocak-1986 Cuma günü saat 1-30 idi. O günde yarı tatile girilecekti.

Müdürün odasına girdim. Sıcaklığımdan olsa gerek,sessizce odasında epeyce bekledim. Müdürün soğukluğunu bir türlü eritememiştim. Hava soğuk olmamasına rağmen üşümeye başlamıştım.

Don ve suskun bir çehrenin karşısında bir saatten fazla beklemiştim.

Kararnamemi imzalayacak ve resmen göreve başlayacaktım.

Yıllar ve yollar geride kalmış,dakikalar geçmiyordu. Müdür kendisini herhalde ucuza satmak istemiyor,varlığını isbat etmek,nüfuzunu göstermek istiyordu. Bunu zamanla daha iyi anlıyordum.

Enis insanların arasından donuk ve bed insanların içerisine girmek kolay değildi.

Nihayet beklenen an gecikmeli ve geciktirmeli olarak gelmiş,müdürün uzattığı kağıda imza atmak üzere elimi uzatmıştım.

Elimi uzatmamla beraber müdürün kağıdı geri çekmesi bir olmuştu. Mal bulmuş mağribi gibi köpüren müdür,parmağımı göstererek gümüş yüzüğümü çıkartmamı söylüyordu. Kağıdı elinde tutup,yoksa göreve başlatmayacağını belirtiyordu.

Bir çok insanın daha büyük altından yüzük takmış olduklarını söylemiş olmam,müdür için farketmiyordu. O yine illâ odunum diyordu.

Kırk yıllık Kâni olur mu Yâni…

Değişik bir toplumdan farklı bir ortama gelmiş,yolumun dikenli olduğunun farkına varmıştım.

Birkaç dakikalık savunmalarım bir netice vermemişti. Görevimin daha ilk başlangıcında fazla münakaşa ve kavgaya girmek istemiyordum.

Kızgın bir edâ ile;-Tamam,çıkarırım,demiş,göreve başlama kağıdı olan kararnameyi imzalamıştım. Artık resmen,stajerde olsa öğretmendim. Ehli dünya elinde bulunan imkânları ucuza satmıyordu. Dışarı çıktım,yalancı çıkmamak için yüzüğü çıkarıp,geri taktım.

Daha derse girmeden tatile çıkmıştık.

Okul pansiyonlu idi Oda Türkiyede ilk açılan beş yatılı öğretmen okullarından biri idi. Diğerleri gibi içte,ıssız ve tenha yerlerden seçilmişti. Özellikle halkıda o zihniyete müsait bulunmaktaydı.

Vardı bir illeti,şeyyy yani bir hikmeti!…

Neydi acaba bunun hikmeti. Ankara/Hasanoğlandaki gibi kız-erkek öğrencileri beraber yatırıp yakıttan tasarruf edelim derken,düşürülen çocuklarla tuvaletler tıkanmaya başlamıştı.

Bende işin hikmet cihetini düşünerek istişare etmiş ve pansiyonda kalmaya karar vermiştim.

Öğrencilerin başlarında şu anda başka kalanda olmadığı için biraz zor olmamıştı. Türkiyenin her tarafından gelen orta birden lise sona kadar talebeler vardı. Ancak tam bir başıboşluk içerisinde idiler. Getirilen menfi gazetelerle çocukların zihinleri bozuluyor,serkeş bir yapıya sahib oluyorlardı. Tam bir militan yetiştiriliyordu. İlçede buna müsaid idi. Küçük Moskova denilmekteydi.

Odama alıp konuştuğum çocuklar,daha önce pansiyonda kalan öğretmenlerinin ateist olduğunu,kendilerinede;-Çocuklar,Allah diye bir şey yok-diyerek,menfi propağandalarda bulunulduğunu anlatmışlardı.

Çocuklar eğitmenlere göre yetişmekte idiler. Mesela;benden iki-üç hafta sonra gelen Kimyacı bir arkadaş,bizim namaz kıldığımızı görünce oda namaza başlamış,tabiri caizse,gözü açılıncada bırakmıştı. Varın talebeyi siz kıyas edin.

Ciddiyeti ve şefkati elden bırakmamaya çalıştım.

Bir yandan başlarını ve sırtlarını dahi banyoda sabunlarken,diğer yandan çay demliyor,odamda beraber içiyor,çorbalarını ve yemeklerini dağıtıyordum. Tam bir âile olmuştuk.

Talebelerde müsbet mânada bir değişim görünüyordu.

Pansiyondan geri olmayan okulda da Türkiyenin her tarafından esen rüzgarlar etkisini gösteriyor,heyelanlı ve kaypak bir zeminde görev yapıyorduk.

Aldığımız nefesler ilçede yankılanıyordu.

Maddi fen ilimlerini almaya çalışan talebelerin,mânevi din ilimlerinden mahrum olmamaları için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarakta gayret gösteriyordum. Günbe gün zorluklar karşısında semeresini gösteriyordu.

Özellikle mübarek gecelerde,dışarıdan gelen birkaç memurla beraber ilçedeki tek cami yüzlerce öğrenciye ilk defa şahid oluyordu.

Okul ve ilçedeki memnuniyetsizler her vesile ile memnuniyetsizliklerini gösteriyor;kurdukları düzensiz düzenin bozulmasına razı olmuyorlardı.

Alınan sevk kağıtlarının bile bir nüshasının dosyaya konulması,iki dakikalık bir gecikmeden dolayı verilen sarı zarflar,pansiyon camının öğrenciler tarafından kırılmış olmasına rağmen verilen uyarılarla dosya Aponun dosyası gibi gereksiz yere şişiriliyordu.

Okul müdürü ile Milli eğitim müdürü,Şâribul leylu ven nehar idiler.

Hayat bir yandan sıkıntılarla tasfiye edilirken,diğer yandanda hamlıktan kurtulmaya,pişmeye çalışıyordu.

Tamda kurtlar sofrasına düşmüştüm.

Bende kurt olamazdım,ama koyun olarakta kendimi yediremezdim.

Sürekli müsbet hareket etmeye gayret gösterdim. Faydasıda fazlasıyla görüldü.

Yarım dönemden sonraki yeni yılın başı olan 1986-87 eğitim ve öğretim yılında memleketimden de on kadar öğrenci gelmiş,hemşehri olarak onlara sahiblikte bulunmuştum. Bugün ise onların herbiri boşta kalmadan önemli bir yerde görev almışlardır.

Mesela Hulusi. Orta birde olmanın verdiği çocukluk yaşında âilesinden ayrılmanın yalnızlığını ve hasretini yaşıyordu. Bir gün diğer arkadaşları Hulusinin kaçmak üzere durağa gittiğini söylediler. Hemen koştum. Gerçektende Hulusi okumamak üzere kaçmayı düşünüyordu.

Hulusiyi tuttum. Ağlayarak yere kapandı. İnsanlar bize bakıyorlardı. Acaba çocuğu dövüyormuydum?

Hulusiye birkaç gün daha kalıp ondan sonra gidebileceğini söyledim. Zorda olsa ikna etmiştim.

Ancak Hulusi ısınmış,artık kovsakta gitmek istemiyordu.

Ve bugün Hulusi Kıbrıs Hukuk Fakültesini bitirdi.

Pansiyonda kaldığım 1,5 yıl çok verimli geçmişti,tüm sorumluluk ve sıkıntılarına rağmen…

ŞİKÂYET :

-Öğrencilerin şikayet etme kapısı hep açıktı. Öğretmenlerin o kadar hakları yoktu. Canı sıkılan idareye,Milli eğitim müdürlüğüne ve savcılığa şikayette bulunabiliyordu. Böylece öğretmenler mânevi bir baskı altında tutuluyorlardı.

Bir gün şikayet edilmiş,milli eğitim müdürü sorguya gelmişti.

Suçum mu?

Çocuklara Tesettürü,baş örtüsünü anlatıyor olmuş olmam…

O zamandan beri tesettür meselesi tâ günümüze kadar olduğu gibi hep gündemde kaldı. Sorular üzerine anlatıyor,çocukların birinci ve doğru kanaldan,meselenin branşı olan kimseden öğrenmelerini sağlıyordum.

Müdür bey anlatıp anlatmadığımı sordu.

Anlattığımı söyledim.

Şaşırmıştı. Kıvıracağımı veya hayır diyeceğimi bekliyordu. Oysa bakanlığın bana anlatmamı istediğini,konular içerisinde Setri Avret konusunun olup namazda nasıl örtülmesi gerektiği,talebelerin sormasından dolayıda anlattığımı ve anlatmamda gerektiğini söyledim.

Sayın müdür,bunu demek istemediğini,benim sevdirmiş olduğumu söyleyince bende;

Benim görevim anlatmaktır. Kimsenin boğazına sarılıpta zorla örtünmelerini sağlıyamıyacağımı ve görevimde olmadığını kendisine anlattım.

Müdür bey ise;birkaç yıl geriye giderek,haklısın hocam. Banada Kırıkkalede Türkeşin arabasına binmiş,faşist,kominist dediler. Demekki iftirada bulunmuşlar,diyerek söylediği çayları bir yandan yudumlarken,sohbete devam ettik.

SAVCILIK :

-Bir hafta sonu birkaç arkadaş Ankarada bulunan arkadaşları ziyarete gitmiş,Pazar günü öğle sonu yol ayrımında otobüsten inmiştik. Bir taksi tutup merkeze gelmemiz gerekiyordu.

Meğer otobüste okulumuz öğretmenlerinden Said beyde varmış,onuda arabamıza aldık.

Pazartesi günü sabah nice ideal ve düşüncelerle derse girmiştim. Acaba birkaç kişiye dahi olsa bir şeyler verebilir miydim?

Herkes dolaylı olarak insanla ve onun fizik yapısıyla uğraşırken,ben bir öğretmen olarak ve Din dersi öğretmeni sıfatıyla birinci derecede doğrudan insanla ve onun akıl,kalb ve ruhuyla meşgul oluyor,o duygularını faydalı yönde dokumaya çalışıyordum,onu kemirip koparan farelere rağmen…

Saat 9 sıraları derste iken,beni savcılıktan çağırdıkları haberi sınıfa bomba gibi düşmüştü,oda öğrencilerin içinde ilan edilerek…

Zihinlerde dolaşan acabalar? Acaba hırsızlık,adam öldürmemi?vs.vs. Meçhullerden çıkarılmaya çalışılan malumlar… Hoca bunları yapmaz,o halde ne olaki???

Haber küçük olan ilçede bir anda yayılmıştı.

Bazı öğretmen ve kişiler ise bu haber karşısında gayet sakin idiler. Çünki hem senarist,hemde haberdar idiler. Komplo teorisyenleri…Tezgah önceden kurulmuştu bile…

Bir cürümlü zannıyla savcılığa doğru gitmeye başladım. Savcı ise kapıda oranın yerlilerinden ve komplo yardımcı kalfalarından okulun karşısında bakkal dükkanı bulunan bakkal Mahmutla konuşuyorlardı.

Savcının yanına yaklaşıp beni çağırmış olduğunu sorduğumda,anında konuşma kesildi. Demekki rol icabı konuşuluyor,böyle bir karşılama töreni düzenleniyordu.

Mehmet Özçelik mi olduğumu sormuş,evet,deyincede odasına doğru yürümeye başlamıştık.

Odasına adımını atmasıyla birlikte;Ne oluyor yav,tâ amin sesiniz buraya kadar geliyor,demeye başladı.

Olayın hâla mahiyetini bilmiyordum. Bende onunla beraber odaya girmiş fakat köşede ayakta beklemekte olan lise bir öğrencisi Kadriye,Songül ve Zeliha boynu bükük ve suçlu vaziyette durduklarını,daha doğrusu durdurulduklarını görerek şok olmuştum. Saniyelerin geçtiği o kısa sürede olayı anlamaya çalışıyordum. Oysa Songülün de hedefi vardı. Oda ilk memuriyete geçince,ilk maaşıyla bizi ziyaret etmeyi idealine koymuştu. Onunda hedefleri ve idealleri söndürülmeye başlanmıştı bile…

Bende savcıya aynı ses tonuyla bağırarak;Savcı bey,dikkat edin. Biz elimizde silah tutmuyoruz,kalem tutuyoruz.

Bu sözüm üzerine savcı yerine oturmuş ve ne demek istediğimi sormuştu. Aynısını tekrar ettiğimde;seni Kayseriye (yani DGM-ye) gönderirim,ha.Bende,

Kayseriye değil,nereye gönderirsen gönder,demiştim.

Kısa birkaç dakikalık suskunluktan sonra bana;sen git,ben sana daha sonra haber gönderirim,demişti.

Sonra gelen haber ise;her gün karakola uğrayarak kaçmadığıma dair isbatı vücut etmekti. Oysa okula gidiyor,göreve devam ediyordum. Buda işin tezad tarafı.

İlk gün karakola gitmiş. Ne niyetlerle,nerelerden nerelere,sırf insanlara faydalı olma niyet ve idealleriyle gelmişken,bugün bu ideallerim çökertilmeye çalışılıyordu. Oda ceza vererek,düşüncesi içerisinde bulunurken rafta bulunan dergilerden birisini okumak üzere açtım. Karşıma çıkan ilk cümle şu âyet idi:”De ki:Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır. Kimin daha isabetli olduğunu ise asıl Rabbiniz bilir.”[2]

Bu âyet alemime çok farklı bir pencere açmıştı.

“Arı su içer bal akıtır,yılan su içer zehir akıtır.” Suyun maddesi bir idi,ancak içenlerin farklılığı suyuda farklı kılıyordu. Artık rahatlamıştım. Elbetteki herkes kendi tinet ve yapısının gereğini yapacaktı ve öylede oldu.

Bu düşünce içerisinde iken yanıma gelen polisler;Hocam üzülmeyin,bir şey olmaz,diyorlardı. Düşünceli halimi tedirginlik olarak değerlendiriyor,beni teselliye çalışıyorlardı.

Üzülmediğimi söyleyip,ikindi namazının vaktinin daralmakta olduğunu,kılmam gerektiğini söylediğimde sağolsunlar,bunu temin edip,namazımı kıldım.Artık tam rahatlamıştım.

Yeni evlenmiştim. Akşam dokuza kadar beni karakolda alıkoydular. Evde hanım yalnızdı ve gurbette idi. Demekki hayatta bunlarda olacak,bu süprizlerede hazır olunmalıydı.

Saat 9 sıralarında Çiçekdağdan 5 km mesafede kaldığımız Yerköye gitmek üzere ıssız yolda yola düştüm. Durumdan evi haberdar edememiştim,edemezdim de. Geç kalmamdan dolayı hanım arkadaşları aramış,onlarda gerekli yerlerden beni sorarak,karakola kadar gelip gittiğimi öğrenip geriye dönmekte idiler. Yanımdan tek taksi olarak süratle geçen taksi biraz gittikten sonra durmuş,bir arkadaşın farketmesi üzerine geri dönmüşlerdi.

O günde hayatın sayfasından bir sayfa böyle kapanmıştı.

Ertesi günü okula gittiğimde Songül gelmemişti. Arkadaşlarından sebebini sorduğumda şunu söylemişlerdi.”Hocam,eğer sizin başınıza bir şey gelirse,Songül okulu bırakacak” Bu durum beni dahada üzmüştü. Tam tersine devam etmesi gerektiğini söylemelerini söyledim.

SUÇUM MU ?

“Din dersi öğretmenine dava. Çiçekdağı ilçesinde din dersi öğretmenliği yapan Mehmet Özçelik hakkında ‘Din hissiyatını alet ederek öğrencileri kanalıyla vatandaşa telkinde bulunmak’suçlamasıyla dava açıldı. Din dersi öğretmeni Özçelik’in öğrencilerine din,ahiret,ölüm gibi konularda ilçe içinde halka dönük röportajlar yapılması ödevi verdiği,röportaj yapılan kişilerin ‘Özel kimliğinin’ istendiği belirtilen iddialara,cumhuriyet savcılığı el koydu.”[3]

Gazete bunu bir asırdır yapmakta. Barışı değil kavgayı seçmektedir. Zira aynı sayfada hazımsızlığının bir göstergesi olarak” 6 din dersi öğretmenine karşı 1 felsefeci” ve aynı sayfada Düzeltme ve Açıklama-lar yer almıştır. Bir yanlış ve kapalılıktan olsa gerek.

Nitekim zamandaki bir haberde:”Geçen hafta Adana büromuza bıçaklı saldırıda bulunanların gazetemizi mahkemeye verdiği yolunda Cumhuriyette yayınlanan haber hayretle karşılandı. Söz konusu kişiler Zaman Adana temsilcisi tarafından mahkemeye vermişlerdi.

Cumhuriyet Adana bürosu,söz konusu haber hakkında Zaman temsilcisine,’Olur böyle şeyler. Siz de bir açıklama yollayın. Onu da yayınlayalım’dedi.

Çünki her zaman yapıla gelen,alışılmış şeyler.

Oysa bende “2-12-1988 günü Çiçekdağı Cumhuriyet Savcılığınca 1988 / 606 Hz,1988 / 199 K. Sayılı kararı ile atılan suçlardan dolayı ‘TAKİPSİZLİK’ kararı verilmiştir.’Takipsizlik Kararını 8-4-1989’da göndermiş ve Gazetede 17-4-1989’da İsmail Er tarafından alınmasına rağmen Tekzib yayınlanmamıştı.

Belkide sebeb,savcılığa ısrarla hakkımdaki kararı vermelerini söylememe rağmen gecikmeli olarak tarafıma verilmiş,gazeteninde üç ayı geçmiş olmasından dolayı yayınlamama yetkisinin olması ve gazetecilik ilke ve doğruluğuda göz önünde bulundurulmadığından yayınlanmamış olabilir. Danışıklı dövüş.

Danışıklı dövüş dedimde aklıma geldi. İlçenin değerli müftüsü savcının yanına giderek neden bana bunu yaptıklarını sorduğunda savcı;bana hakim dava aç dedi. Hakimin yanına gidipte neden böyle yaptığını sorduğunda ise onunda;Bana savcı dava açılmasını istedi diyerek danışıklı dövüşün parçaları birleşmiş oldu.

PARÇALARDAN OLUŞAN BÜTÜN :

Öğrencilerimden yıllık ödev yapmak üzere,Âhiret,Din,Ölüm gibi konular hakkında röportaj yapmalarını istemiştim. Ancak bu suç telakki edilmişti. Ankara’dan dönerken arabamıza aldığımız Sait’de,yukarıdaki haberi okulumuzun Türkçe öğretmeni Kemal beyin Ankaradaki o gazetenin büro temsilcisi olan kardeşine vermiş,gazetede dava açılmış gibi yayınlanmasını sağlamıştı. Oysa ben savcılığıa haberin yayınlandığı gün çağrılmıştım.

Öğrencimiz Kadriye kaymakamın şöförünün kızı olduğundan,aynı binada bulunan Hakimlede röportaj yapmak istemiş. Bunu kendisine kimin verdiği sorulduğunda ise,ilçede isim tesbit ediyor suçlamasıyla suçlanmaya çalışılmıştım. Savcı âmin sesinin tâ kendilerine kadar geldiğini şu sebebten söylüyordu:

Önceki müdür gece gündüz içen birisi idi. Şimdiki ise,durultmak için karıştırma niyetinde olduğu anlaşılıyordu. Hafta sonları istiklal marşı öncesi konuşmasında bazı sert ifadelerde bulunuyor,bazende duada bulunarak,öğrencilerin âmin demelerini sağlıyordu.

Küçük ilçede hepsi bir yerde olan okuldaki sesler diğer daire ve sokaklarda yankılanıyordu.

Nitekim müdür Yılmaz beyde aynı günkü gazetede daha ağır bir itham ile:”Şantaj,sarkıntılık ve ırza tasaddi”suçlamalarıyla suçlanıyordu.

Suçu imam hatibli olmasıydı. Haberde:”İmam Hatib kökenli okul müdürü Tahsin Yılmazın kendisini erkekle ilişki kurmakla suçlayarak,söz ve elle sarkıntılık ettiğini ve şantaja başvurduğunu” (öğrenciler) söylediler.”deniyordu.

Göreve ilk başladım günlerde duyduğum bir haberle şok olmuş,aynı durumun benimde başımdan geçmesinden korkarak ağlamıştım. Allaha dua ederek her türlü zorluğa rağmen böyle bir suçlama ile karşılaşmamamı dilemiştim.

Milliyetçi geçinen bir öğretmen içkide içmesine rağmen,milliyetçi bilinme özelliğinden dolayı pansiyondaki odasına bir bayan öğretmen gönderilerek,bayan üzerini açıp öğretmenin kendisine saldırdığını dâva etmesi üzerine öğretmen oradan sürülüyor.

Okulda Kemal öğretmen tezgâhını kurmuş,istediği gibi işletiyor,karıştırmak isteyen öğretmenlerede abilik ve hâmilik yapıyordu.

Yıllardır yerinden oynatılamıyan bu taşın,bakkal dükkânı işliyor,hanımı diğer ilçede çalışıyor,kolu genişti.

Bir yandan hakkımdaki kazan kaynatılırken,diğer yandan durulmak üzere kaynayan ve kaynatılan okulda dağılmalar baş gösteriyordu.

Sebeb gösterilen müdür Bursanın merkezine öğretmen olarak gitmiş,bir çok kişide değişik sebeblerle yerlerini değiştirmişlerdi.

Bir yandan valilik hakkımda soruşturma yapmak üzere bir binbaşı gönderiyor. Oda ilçedeki malum şahsiyetlere sorarak bir buçuk sahifelik raporu vali ve gerekli yerlere sunuyordu.

Vali ise daha önceki geldiği yerde bir öğretmeni harcamıştı. Bizide harcamayı düşünebilirdi. Ancak bir müddet sonra Türk Cumhuriyetlerini gezmeye gidipte,Rusların oradaki tahriblerini gördükten sonra valinin düşünce ve yaşayışında değişiklikler olduğu söyleniyordu. Ancak inanmamış ve inanamamıştım. Hiç kırk yıllık Kâni olur mu Yâni,demiştim.

Bende Milli Eğitim Bakanlığına suçlanmama gerekçe olan öğrencilere röportaj konusunun verilmesinin herhangi bir sakıncasının olup olmaması ile ilgili gönderdiğim kararı beklemekteydim.

Karar gecikmeli olarakda olsa gelmiş ve Tebliğler Dergisinde yayınlanmıştı.

Özet olarak;Öğrencilere daha iyi öğrenmelerini sağlamak amacıyla Anket ve Röportaj gibi araştırma konularının verilmesinin daha faydalı olacağı belirtiliyordu.

Hakkımda bir türlü ne ceza veriliyor,nede serbestliğime ve beraetime dair bir açıklama yapılmıyordu. Suçlu olsam celbedilecektim. Boşlukta bırakılmıştım. Zaten işin tutulacak tarafıda yoktu ya…

Bakanlığın göndermiş olduğu bu yazıyıda dilekçeme iliştirerek hakkımda gecikmiş olan neticenin tarafıma bildirilmesini istedim.

Netice ise yukarıdada belirttiğim üzere bir suç unsuru bulunmamıştı.

Beni istemeyen okul ve ilçeyi bende istemeyecektim. Bu bir kaçış değildi.

Çünki hem lise,hem pansiyon,hem sanat okulu,hem cami,hemde hapishanede dersler veriyor,faydalı olmak için her türlü fedakârlığa katlanıyordum.

Bir yıl sonra 4,5 yıl kaldığım liseden kendi isteğimle Malatyaya gidiyordum. Hayatımda farklı bir sayfa oluşturmuştu.

Hemen hemen çeşitli sebeblerden dolayı uğradığım okulda kimse kalmamıştı. Yerinden oynamayan ve oynatılamayan Kemal hocada herşeyini terkederek başka diyarlara gitmişti.

Nedeni ise gayet ibretliydi. Benim iftira haberimi yayınlayan Ankara gazete bürosundaki kardeşi Sivas Madımak oteli olaylarına karışıyor ve olayda yanarak ölüyor.

Daha sonra bunu memleketi olan Yerköy ilçesine getirip cenaze namazı kılınması için camiye bırakılıyor. Bu kişiyi tanıyan cami hocası,onun cenaze namazını kılmıyor.

Bu durum ise ilçede bakkal dükkânı işleten Kemal hoca için büyük bir itibar kaybına neden olunca,ver elini Çorum…

Hayat;buzlar üzerinde yürümek kadar zor.

İmtihan ise gayet çetin…

Hayat kavşaklarla,kavşaklarda yavşaklarla dolu…

Hayat;deve gibi eğri büğrü bir yol…

Doğrulardan yanlışları değil,yanlışların içerisinde doğruları bulmakla karşı karşıyayız. Hem bul bulabilirsen?

Anlat anlat anlamaz,kaynat kaynat kaynamaz. Gayet haşin ve sert…

Çetin ceviz…

4,5 yıl bana yıllar gelmişti. Bir şeyler yapmak için çırpınıyor,öğrencilere bedava kitap dağıtıyordum.

İlk yıl bakanlık müfettişleri gelmiş,ilk yılımda teftiş olmuştum.

Teftişte ise müfettiş sadece bir cümle söylemişti:-Hocam,sen kendini çok yoruyorsun,önünde daha uzun yıllar var.

Evet,yoruluyordum ancak o yorgunluk beni dinlendiriyordu. Şimdide dinlendirip elemin zevaliyle lezzet veriyordu.

İnsanı geç ısınıp çabuk soğuyan,her alanda sivri uçların bulunduğu,vagonluğu kabul etmeyip lokomotif gibi çekici ve öncü özelliğine sahib olan Malatyaya gelmiştim.

Burada ise kaldığım yedi yıl süresi içerisinde okulun haricinde radyo,tv ve mahalli gazete ile meşguliyet çıkmıştı. Verimlide olmuş,takdir görmüştü.

Okul hem orta hemde lise olup,kalabalıktı.

Milletine sırt çevirip kulak vermeyen devlet erkânı,halkı dinlemeyen idareciler buradada vardı.

Kaynatılan Türkiye kazanındaki Tesettürlü kişiler buradada yanmaktan ve yandırılmaktan nasibini alıyorlardı.

Toplantılarda özellikle dile getiriliyor,koca okulda bir öğrencinin örtülmesi hazmedilemiyordu. Nasıl bir devletse bir kişinin bir örtüsüyle çökecekti. Bunun uğruna çokları ve idealleri çökertiliyordu.

Çünki amaç üzüm yemek değil,bağcı dövmekti.

Ortaya konulan ilim ve fenle farklılıklar gösterilemiyor,örtü bahanesiyle kendi ayıbları örtülmeye çalışılıyordu. Ancak o örtü o kadar ayıbı örtecek büyüklükte değildi.

Türkiyedeki tüm örtünenlerin örtüsü dahi o koca ayıbı kapatmaya yetmezdi.

Biline biline bu ayıb işleniyor,ayıbı büyütülüyordu. Çünki kurulda eğitimin kalitesinin arttırılması,eksikliklerin giderilmesi üzerinde ciddi kararlar alınmıyor,resmiyet yerine getiriliyordu.

Menemende oynanan Kubilay oyunu,Kubilay lisesindede oynanıyordu.

Yine bir kurul öncesi,kurulda huzursuzluk çıkarılacağının farkına varmış,bir iki arkadaşıda alarak müdüre durumu arzetmiştik. Daha önce geldiğim yerdede buna benzer oyunlar oynanıyor ve okulun huzurunun kaçırılmaya çalışıldığını hatırlatarak,aynı durumun buradada yapılmakta olduğunu söylemiştim. Bu duruma mahal vermeyeceğini söylemesine rağmen,örtü bahanesiyle hakaretlere kadar gidildi.

Son olarak söz alıp şunu demiştim;Arkadaşlar bu idari bir durumdur,idareyi ilgilendirir,bizi ilgilendirmez. Örtüye saldırıp hakaret etmekten dolayı gerek tarih,gereksede gelecek olan nesil ya bizi alkışlayacak,bu ise mümkün değildir,yada yüzümüze tükürecektir. Bu hareketimizle yanlış yapmaktayız.

Bunun üzerine bir felsefe öğretmeni arkadaş kalkarak,düşündürücü şu kısa ifadede bulundu;Müdür bey,lütfen bu meseleleri gündeme getirmeyelim. Getirdikçe örtünen dahada çok oluyor.

Gerçektende öyle olmuştu.

Türkiyedeki aksaklık ve kavgalar halktan değil,üst tabaka ve eğitimden kaynaklanıyordu.

Belkide her şey verilmeye çalışılırken, pek bir şeyde verilmiyordu.

Gerek düz lise;aspirin gibi her derde devâ. Hiçbir hastalığıda ortadan kaldıracak bir çare değil.

Sanat okulları;hangi sanatı ve ne kadar ortaya koymakta? Ne kadar yeterli olmaktadır?

Türkiyenin genel durumu,okullarımızın ne kadar verdiğinin bir göstergesidir.

Görünen köy kılavuz istememektedir.

Ferdi gayretler umumi gayrete dönüşmedikçe tam yeterli ve neticeli olmuyordu. Belki cüz-i olarak ileride elbet görülecekti.

“Kimin himmeti milleti ise,o tek başına bir millettir.”hakikatını milletçe yaşamalıydık.

Akli ilimler kalbi ilimlerle mezcedilirse hakikatler ortaya çıkar.

Mânevi hastalıklar;felsefi ve akli ilimlerle meşguliyete sevkeder,akli ilimlerde kalb hastalıklarını arttırır.[4]

İlim ve hakikat ilmi akla gelince önce ruha uğrar,o kişi sahabe gibi ruh,dava ruhu ve sahibi,dava adamı olur.

Sonra kalbe uğrar,oda kalb ehli ve veli olur. Sonra sırra uğrar,o kişi sırlara vakıf olur. Bediüzzamanın talebelerinden Kastamonulu Mehmet Feyzi Efendi gibi.

Sonra nefse uğrar,onu terbiye eder,velâyeti kübrâ sahibi olur. Bediüzzamanın;Ben nemsimi müslüman ettim,şeytanım ise –eynel mefer-, yani-kaçış nereye?- deyip kaçtığını söyler. Rasulullahın ise şeytanıda teslim olup,müslüman olmuştur.

Mânevi duygularla donatılmayan insanlar,başka şeylerle doyumsuz olarak doldurulacaklardır.

Bir gün sınıf öğretmeni olduğum 8-C sınıfına girmek üzere gidiyordum. Müdür muavinimiz Mehmet bey;öğrencilerin ağzında sıkça;-Kâinatın hakimi,He man- sözünün dolaştığını söyledi.

Sınıfa girip öğrencilere hitaben;Kâinatın hakimi kim? Deyip sırtımı öğrencilere,yüzümü tahtaya çevirerek bir şeylerle meşgul görünmeye çalıştım.

Tüm sınıf bağırarak –Allah- demişlerdi. Sadece cılız bir ses –He Man- demişti.

Tebessüm ederek sesin geldiği tarafa döndüm. Kim –He Man- dediğini sorduğumda,zaten çocuğun ben söyledim demesine gerek yoktu,çünki yüzü domates gibi kızarmıştı Sefer’in.

Özür dileyerek,bilmeden söylediğini söylediğinde kızmayacağımı söyleyip,benimde zaten böyle bir durumun olup olmamasını araştırıp,bahane aradığımı söyleyerek,bir müddet;ağzımızdan çıkan sözlerimize dikkat etmemiz gerektiğini,bir insanın kâinatın hakimi olamayacağı yönünde çocuklarla konuştuk.

Zihinlerde var olan idealler,bu gibi heveslerle çökertilmeye çalışılıyordu.

Meslek hayatımda şuna şahid olmuştum;Müdürün ciddiyet ve samimiliği,okulun ve personelinde ciddiyetini yansıtıyordu. Olumsuzluklara pirim vermiyordu. Ciddi ve başarılı öğretmenlerde,kendisine benzenilen kimseler idi. Öğretmenin en güzel fotokopisini öğrenci çeker.

Mesleğini seven,ciddi ve ideal öğretmenler;her zaman için sevilen ve başarılı öğretmenlerdir.

Öğrenciyi babasından da iyi tanıyan öğretmen olduğu gibi,öğretmenide iyi tanıyan öğrencisidir.

Öğretmenini dinleyen öğrenci,başarılı öğrencidir.

Her bir insan yüz odalı bir saray gibidir. Doksan dokuzu kapalı olsa bile,mutlaka biri açıktır. O insana o açık kapıdan yaklaşılırsa başarıya ulaşılır.

Vaizlerin vaazlarının,öğretmen,anne ve babaların veya büyüklerin nasihatlarının tesir etmemesinin en önemli sebeblerinden biriside;işte budur. O açık kapıyıda kapamaktır veya görmemektir.

İnsanlara anlayacakları dilden yaklaşmamak veya yaklaşamamak,dinleyip ilgilerini çekecek dilden konuşulmamasındandır.

İnsanlarla iyi iletişim kurmak için,iletişim fakültesine girmeyi arzularım.

Kendi öğrendiklerimi insanlara daha iyi pazarlamak için,pazarlamacılık bölümünü okumak isterim.

Görürüm ki;bir pazarlamacı okula getirip pazarladığı bir mala,kimse ilgi duymasa,iltifat etmese bile,başta onun sabır ve sebatı,malını tanıtımı ve reklamı insanların ilgisini çekmekte,mutlaka sabırla beklemesinin karşılığını alır. Kendimde ihtiyaç hissetmediğim halde almışımdır.

Birde tüm insanların ihtiyaç duydukları bir hususu pazarlamadaki eksikliktir ki,kendisinin istinkâf edip sabırsızlık göstererek kaçınması,taliblerininde kaçınmasını ve müşteri olup,ihtiyaç duymamalarına sebeb olmaktadır.

Orta ve lisenin beraber olduğu bir okulda,alt sınıftaki talebelerin,üst sınıftaki abla ve abilerinin aşk mektublarını taşıdıklarını duydum.

Bir gün orta bir sınıfının birisinde ders anlatırken,birazda şüphelenmiş olduğumdan da olsam gerekki,gayri ihtiyari olarak çocuğun birisinin cebine elimi soktum. Bir kağıt vardı. Aşk mektubuydu. Lise birde bulunan ablasının bu mektubunu başkasına götürecekti.

Mektubu aldım. Tevafuktur ki,bir sonraki dersim ablasının sınıfına idi. Sene sonununda yaklaşmış olmasından öğrenciler ısrarla ilâhi söylememi istediler. Haşlamayı düşündüğüm kız öğrenci ise hemen masanın önündeki ikinci sırada oturmaktaydı.

Teneffüs olunca çağıracak,iyi bir kızacak ve nasihatlarda bulunacaktım. Ancak ilâhiyi söylemeye başlayınca kızın gözlerinden şapır şapır göz yaşları damlamaya başlamıştı. Gözü kıp kırmızı olmuştu. Aslında o benden değil,ben ondan etkilenmiştim.

Eğer kızı dövüp ağlatsaydım,bundan daha iyi ağlatamazdım.

Kendi kendime düşündüm. İnsanları dövmeden ağlatmalı,hayatı ve gerçeklerini onlara anlatmalı. Sızlatıp inletmeden,incitip kırmadan onları dinlemeli,kendimizi onlara dinletmeliydik.

Zaten kırılmış kanatlarını birde biz kırmamalıydık.

Kâbe İbrahim peygamberin binası. Kalb ise Allahın Kâbesi idi.

Birinin yıkılmasıyla yerine yenisi yapılırken,diğeri yapılamazdı.

Ümid ediyorum ki;bir çok öğretmenin hayatından ibretli hatıralar geçmiştir. Bu ise sadece binlercesinden birisi.

Ders alınması temennisiyle…

8-8-2001

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Sözler.B.Said Nursi.339-340.

[2] İsra.84.

[3] Cumhuriyet gazetesi.6-12-1988.

[4] Bak.Mesnevi-i Nuriye.B.Said Nursi.sh.63.

Loading

No ResponsesOcak 2nd, 2015