ZAMANLARIN ZAMÂNELERİ
ZAMANLARIN ZAMÂNELERİ
Tüm devirlerdeki şahsiyetler,zamandakilere göre mi oluşmakta,yoksa onlara göre mi o zamandakiler şekillenmektedirler?
Hz. Ebubekir dönemindekiler;ilk sah,halis sahabe ve o kadar kemiyette olan müşrikler içerisinde sahabeler ağırlıkta,yabancı ve yabanilerin ağırlığı ise,ses ve gürültüden fazla bir mana ifade etmemektedirler. Ve halkı da ona göre biçimlenmektedir. Hz. Ebubekir’in sohbeti ve manevi tasarrufuyla şekillenmekteler.
Nitekim;Rasulullah’ın manevi boyasıyla boyanan o sahabeler,insanların fevkinde bir makam alıp,onun sıfatıyla sıfatlandıkları gibi;asırlardaki insanlar da asrının büyüğünün özellikleriyle donatılmaktadırlar. Uzaklaştıkça o şekillenme,belli bir biçim alma durumu azalmaktadır.
Hz. Ebubekir dönemindekiler,biraz daha fazla olarak enfüsi yani iç alemlerinin kemaliyle meşguldüler. Mesailer onun üzerine teksif edilmişti.
Hz. Ömer dönemi ise;enfüsi alem kabuğunu kırıp,dışa açılma dönemi veya dış alemin içe girdiği,iç de terbiye gördüğü dönem. Artık ağırlıkları hissedilmektedir. Daha ziyade Hz. Ömer’in şahsiyeti ağır basmakta,dengesizlerin sebeb olduğu dengesizlik,onun dengesiyle dengelenmekte,adalet hakkıyla tahakkuk etmekteydi.
Bu dönem geçiş ve çıkış dönemi…
Hz. Osman dönemi;artık fitne kapılarının kırıldığı,fitne unsurlarının baş göstermeye,kıyama kalktığı dönem.
Hz. Ömer’in celadetli ve haşmetli döneminden,Hz. Osman’ın halim ve şefkatli dönemine geçişte bu merhametkâr hali bir boşluk addedenler,bundan istifadeye çalıştılar. Babalarından yüz bulamayanlar,annelerinin bu şefkatini su-i istimal ettiler.
Hilekârlar;hile dolaplarını kurmaya ve çalıştırmaya başladılar.
Kader de plan ve proğramını kurmuştu.
“Onlar (kâfirler ve münafıklar) hile yaparlar. (Hile yapanların hilelerini boşa çıkartıp,başlarına geçirmede) Allah’da hile yapar. Ve Allah hile yapanların en hayırlısıdır.”[1] âyeti de yürürlüğe girmişti.
Harici unsurların,dahili unsurlara galebe çalmaya çalıştığı dönem. İçe çekilip,duraklama dönemi.
Dönemi şiddetli,sahibi merhametkâr,denge unsurunun bozulmasından kendisini halka feda ettiği dönem.
Ancak bu durum;duraklamayı atağa kalkmaya sebeb kılıyor ve ona geçiş dönemini başlatmış oluyor.
Toplumun kanının akmaması için,kendi kanının akmasını tercih ediyor.
Hz. Ali döneminde fitne önceden aldığı birikim ve enerjiyle kabarık,ancak Hz. Ali’nin ne kendisini,ne de halkını fedayı düşünmediği dönem. Bu adilane hüküm,kaderin hükmünü değiştirmiyor.
İnsanlar zulmetse de,kader adaletini gösteriyordu.
İçten meydana gelen şişme ve büyüme bir patlamayı ortaya çıkarıyor. Bu patlama ölümün habercisi değil,belki tohum gibi,doğumun ve doğuşun patlaması ve müjdesidir.
Çekirdeğin patlayışı,yumurtanın zarını ve kabuğunu patlatıp çıkması gibi bir çıkış ve doğuşu hazırlamış olmaktadır.
Her şey bir bedel istediği gibi,bu doğuş da büyük bir bedel karşılığı idi.
“Fitne katilden daha büyüktür.”[2]
Fitneler yaptıkları tesirler itibariyle katilden beter olduğunu gösteriyor.
Sıffin savaşı,Cemel vak’ası doğuşun bedelleri idi.
Gelişme içten olmalıdır ki bir fayda sağlasın. Dıştan geliştirmeye -ve şimdiki reformistlerin savunduğu herzeler gibi-ve yenileştirmeye çalışmak tam bir tahribdir.
İnsan vücudu iç-den büyür. Dıştan onu büyültmeye ve geliştirmeye çalışmak,onu iç-den öldürmek demektir.
İşte Hz. Ali dönemindeki gelişme bu manada bir gelişme olup,asırlardır büyümeyi sağladı.
Artık böylece yeni bir atak dönemi başlamış oluyordu.
Dört halifenin elden ele verdiği kutsal emanet,insanlık alemine sunulmuş oluyordu
Doğruluk ve saadet asrı olan ilk safı,adil asır olan ikinci saf,onu şefkat asrı ve onu da kalb ve aklın hüküm sürdüğü asır ve dördüncü saf takib ediyordu.
Gelecek asırları şekillendirecek planlar o dört asırda çiziliyor ve kaderce planlanıyordu.
O zamanın insanları idarecilerinin,baştakilerin kabiliyetlerini taşımakta veya onların kabiliyeti halkın arasında yayılmış oluyordu.
Bu dâva tüm zamanın insanlarını saadete ğark ediyor,boğulmakta olanları Nuh peygamberin gemisi gibi içerisine alıyor ve kurtarıyordu.
Bu dâvanın ve dinin şu büyüklüğüne de bakınız ki;içine gireni içine kadar aydınlattığı gibi,dışında kalarak,içine girmeyip inad edeni dahi küfrün karanlığında ve bilinmezliğinde bilinir ve meşhur yapıyordu. Çünkü o kişi en azından şuursuzca hakikatların neşrine vesile oluyor,böylece dünyada ücretlerini almış oluyorlardı.
Güneşe hırlamakla,her gün güneşten istifade edipte ünsiyet eden insanların nazarı dikkatini çekmiş,varlığından bir defa daha haberdar etmiş oluyordu.
Evet,bir zamanlar düşük olup da göklere yükseltilenler gerçekten şimdi neredeler? Onlar da şimdi herkes gibi yerin altındalar. Zaman onları tüketti. Zira onlar kendilerini zamanın tüketici ağzına attılar. Bittiler,bitirildiler…
Zamana uyanlar,yandılar. Kur’an-a uyanlar,uyandılar…
Bir ömür boyu zamanı kemire kemire dünyayı bitiremediler. Ama dünya onları çoktan bitirdi.
70 yıllık bir insana baktığında,organları bitmiş. Çünkü 70 yıldır dünyanın peşinde ve pençesinde koşuyor. Hal mi kalır? buna rağmen bir 70 yıl daha koşmak istemektedir.
Bir zamanlar dünya’sı olanların,bu gün ve dün,yası vardı.
Bazıların dünyası gider,bazılarının da yasına gidilir. Bari dünyası da bir işe yarasa?
Aktör Vahi Öz’ün son sözünde söylediği gibi:”Kim bilir şimdi nerelerde filimlerim oynuyor ve halime gülüyorlardır.Film koptu,kopuyor,artık yiyeceğimizi,içeceğimizi bitirdik. İnsan gençliğinde parasını kadına,kumara harcar,ihtiyarlığında da eğer kalmışsa doktora,hapishaneye.”
Hayatlarını haramda harcayanlar,harcanıyor.
Evet,insanlar ahirette de,dünya hayatında oynadıkları rolü seyredecekler. Ya kurtarıcı olarak,baş rolde veya hayattaki rolünde olduğu gibi,bir kalleş olarak…
Dünya hayatını eğlenceden ibaret görenlere Horas’ın şu son sözü hatırlatılır:”Kâfi derecede yedin içtin,oynadın,güldün,artık gitme zamanı geldi.
Ahirettekilerden dünyadakilere bırakılan son not:-Bizi sorarlarsa deyiniz;onlar şimdi yok,burada değiller. Gittiler… Gidenlerin yanına gittiler,gidenler gibi… Çünkü gelenler gitmek için gelirler.Kalmaya değil,gitmeye mahkumdurlar.
Ancak Saib’in dediği gibi:”Dünyaya taslak olarak geldin ve öylece gittin. yazık,kendini bir çok törpü ile düzeltmedin.”
Dünyanın ve zamanın kendilerini rahat ettireceklerini düşünenler aldanmışlardır.
Hadiste de buyurulduğu gibi:”Dünyada rahat yoktur.”
Zaten buraya rahat etmeye değil,rahat etmek için hizmete gönderildik.
“Zaman iki kişiyi rahat vermiştir,biri ölen,öbürü doğmayan.”[3]
“Dünya bir gebedir ki bu kadar çocuğu doğurdu ve öldürdü;artık ondan analık muhabbetini kim umar.”[4]
İşte dünyanın ve zamanın mahiyeti budur.
“Zaman sana uymuyorsa,sen zamana uy” Bu söz eğer,teknik ve teknolojiye ayak uydurup geride kalmamak için söylenmişse,mesele yok.
Eğer sefâhet yönüyle söylenmişse,bu sapık söz,insanı heder etmek için,insan kasaplarınca uydurulmuş bir herzedir.
Zamandaki zamâneler,İslâmdan kopuk birer kopuk iseler,başkalarının da kopuk olmasını gerektirmez.
Zaman –öl- diyorsa,-ölmek- mi gerek? O halde –söz- zamanın ve zamanelerin değil,onların sahiblerinindir.
Eğer meseleler zamana uymakla çözümleniyor olsa idi,Peygamberlerin gelmesine,kitapların gönderilmesine gerek kalmazdı!
Mesele,zaman ve zamanlar üstü olma meselesidir.
Ters istikamete giden zamanı ve tersine dönmüş zamaneleri de çevirmek,tersine dönen dünyayı rayına oturtturmaktan zorda olsa,imkansız değildir.
O halde mesele mümkünü başarmaktadır.
Saadet asrı olan asrı saadet asırları tacı,insanların miracıdır. Dünyanın sultanıdır.
Kendisinden önceki çirkin asır ve zaman, saadet asrının sahibiyle kendisini bulmuş,kimliğine kavuşmuştur.
Peki;ya aynı vaziyete kapılıp ve uyub el atılmasa,körü körüne uyub taklid edilseydi,insanlığın tarihinde böyle bir saadet söz konusu olamazdı.
Zaman Peygamber Efendimize uydu,onda şekillendi. Zamanların da efendisi oldu o zaman…
Hz. Âdem’den şu asrımıza varıncaya kadar tüm asırlarda mümtaz olan,sevilen,sövülen,sivrilenler,zamanın törpülemesinden azade,farklı ve üstün olanlardır.
Zaten insanlar,ya zamanların hakimidirler veya mahkumudurlar.
Zamanın mahkumu olanlar,ancak maddenin mahkumu olanlardır.
“Zamanım yok” müflis bahanesi,aczin ifadesidir. Zamanın sonsuzluğa kadar boyutu vardır.
“Zamanımı harcadım” Müsrif bahanesi,şuur ve irade fakirliğidir. Zamanını harcayanlar,kendi kendilerini harcadıklarının farkında değillerdir. Veya kusuru başkasına atarak cezayı hafifletme çabasıdır.
Zaman bir ödenektir. Ödenilen yerler hesap ve belgeye tabidir.
Peki,bir de insanların zamanlarını harcayan zaman azmanlarına ne demek lazım?
Değerli veya değersiz,zirvedeki veya zirveleştirilen şahsiyetler toplumun aynasıdır. Oranın insanlarının yüz akı veya yüz karasıdır. Böylece toplum –işte ben buyum- demiştir. Veya öyle olmadığını gösterme çabası içerisine girmiştir.
Zamanlarını başkalarına teslim edenler,baştan teslimiyeti veya teslim olmayı kabul etmiştir.
İslâmiyet ve onun dairesi ise,teslimiyetini göstermiş;küfür veya onun girdapları ise;çabasız veya gayretsiz kan emicilerin kucağına kendisini atmayı kabul etmiş demektir. Buda şeytanın avı ve askeri olmak demektir.
Dünya ve içindekilere sahib olmak isteyen zamaneler,sözlerini de ancak maddeye ve bedene geçirebilir,hakim olabilirler. Neticesi ise,zulüm ve kan ve de varlığını devam ettirmek için,başkalarının yokluğuna fetva vermek demektir.
Ve bunlar zamanla sınırlı,zamanın hududunu aşamayıp,dar sahası içerisine dönmektir. Tıpkı mahkumlar içerisindeki hakim görüntüleri gibi…
Zamana uymayıp hükmeden veya o uğurda ölenler ise;maddi dar sahayı aşmış,gönüllere kadar nüfuz ederek,her an tasarruf eden şahsiyetlerdir. Bunlar için engel yoktur. Zaman ve an yoktur. Vasıta istemez. Bunlar kendilerini ruhlara kazırlar,hiçbir surette silinmezler.
Ancak kendilerinin sadece maddi özellikleri olup,manevi hiçbir kıymeti olmayanlar sahte hakimdirler.
Nitekim Ashab-ı Kehf zamanındaki Dakyanus keferesinden insanlar ya sinmiş,ya da onun zulmünden kaçan o mana hakimleri 300 sene sonraya hükmetmişler. Dakyanus’un ise sahte ve geçersiz olan soğuk demir paralar üzerinde sadece resmi ve ismi kalmış,hiç de itibar edilmeksizin… Çünkü o zamanların değil,kendisinin bile olmayan o kısa zamanın hakim görüntüsü içerisinde idi.
Ama Ashab-ı Kehf ise,zamanlarını aşmış,ta zamanlarının ötesinde,zamanımıza kadarki insanların gönlüne taht kurmuş,Allah’ın kelamında en ulvi makamı elde etmiştir.
Mısır’daki Piramitler,Rusya’daki heykeller taşlaşmış bir zulüm ve riyanın simgesidir. Onlar da,mazlumların âhı,yetimlerin göz yaşları saklıdır. Onlar ile yoğrulmuştur. Ancak netice de onların ah-ları ve göz yaşları zulmün ve zalimin kalesini yıkmıştır.
“Küfür devam eder,zulüm devam etmez.”hakikatını bir daha isbat etmişlerdir.
Zamânelerin zamanları günlüktür. lezzetleri de anlıktır.
Zamana hükmedenlerin günleri asırlar gibidir. Elemleri ise anlıktır.
Zamâneler zamanlarını yasaklarla devam ettirmeye ve geçirmeye çalışırlar. Bu yasaklar ruha ve vicdana vurulan birer paslı,demir kilitlerdir.
Nitekim;ehli imana bir asırdır ve tüm mukaddesata ve onu takviye edici değerlere konulan ve vurulan yasaklar,hep bu kabildendir.
Kanunlar insanlar için olması gerekirken,insanlar kanunlara feda edilmişlerdir.
163. madde ile din ve vicdan hürriyetine getirilen yasak,mehter,ezan,sarık,dini eserlere ve onların başında Kur’an-ı Kerim-i okumaya,onun tefsirlerini yapan iman hakikatlarını engelleyici zorbalıklar,öyle ki Allah,İnşaallah, Maşaallah,Efendim gibi sözlerin bile söylenilmesine tahammülsüzlükler;köle ruhlu,köle satıcılarının,pazarlıklı pazarlamalarıdır.
Dinsizlik bir dinmiş gibi zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor,vicdanlara bile el atılıyordu.
Ahmet İzzet Paşa eserinde;1908 ve sonrası ihtilalciler hakkında:”İhtilalcilerimizin Paris’de kazandıkları şeylerden biride dinsizliktir.”
Bu dinsizliğin sebeblerini de şöyle sıralar:”Bu dinsizliğin sebebleri aslında dinlerinin hükümlerini öğrenmemiş,tarihiyle hiç uğraşmamış olan bizim ihtilal kahramanlarının vatanımızın uygar milletlere oranla bulunduğu kötü durumu ve düşüşü,Sultan Hamid’e olduğu kadar,onun liderlik ve hilafetini iddia ettiği İslam diyanetine yüklemek gibi bilgisizce bir kanı ve büyük ihtilale benzetmek (1789 fransız ihtilaline) gafil hevesiyle beraber,bir taraftan da dinleyip okudukları Auguste Comte ve Gustave Le Bonn gibi meşhur filozofların sözlerine,araştırmadan ve iç yüzünü bilmeden tam bir imanla bağlanmalarıdır.”der[5]
Fransız ihtilalinden sonra insanların kalblerinde yer edemeyenler,kalıblarını işgal için meşru olmayan ihtilaller yoluyla hükmetmeye çalışmışlardır.İhtilallerle kendi evlatlarını yemişlerdir.
Özellikle şu kapkara asır olan 20. asır dünyası ve bizim dünyamız tam buhranlı bir asır olmuştur. Değerlerin kaybolup,yerini değersizlerin aldığı bir asırdır.
Zulmün boğduklarıyla dolu kan ve irin asrı…
Asırlara taş çıkartacak kaybedenlerin,kaybedişlerin kayıb asrı…
İnsanlara inançlarından dolayı yapılan işkenceler asrı…
Dakyanusların asrı.. o da bir de değil ki…
Önce ceza, sonra şahit. Görülmemiş ve duyulmamış bir uygulama…
Asırların zulmü,asırlık zalimlerin tasallutu sanki asrımızda toplanmış…
Çeşitli bahanelerle çektire çektire,ezdire ezdire,bezdire bezdire,gezdire gezdire,süzdüre süzdüre,üzdüre üzdüre,düzdüre düzdüre,büzdüre büzdüre,derilerini yüzdüre yüzdüre yapılan işkenceler,engizisyon mahkemelerini dahi arattıracak,onlara rahmet okutturacak cehennemi haletler… İslâma düşmanlık namına,onun insanına ve mensubuna yapılanlar. İşte istiklâl mahkemeleri…
Kur’an-ı Kerim-i öğretenin üzerine su döküp dövmeler,öğrettiği için yapılan amansız baskınlar ve sövmeler…
Geçmişten günümüze bakıp,tahlil ettiğimiz de görürüz ki;1925-50 yılları;kapalı ve karanlık yıllar… Hala o yıllar hakkındaki belgeler arşivlerde kapalı. Kalemler yazmaya kapalı… Tek kişinin hükümranlığını ilan etmeye çalıştığı bir asır ve bir dönem…
Ondan sonra da her on senede bir hakim olmak için ihtilal yoluna baş burulmakta,mazlumlar mağdur edilmektedir.
Zulmün asrından nur asrına giden tüm yollar tutulmuş. Sahibleri imhaya çalışılmış,sahiblenenler de sindirilmiştir.
Sosyolojik ve psikolojik açıdan tahlil edecek olursak;şu devrelerdeki değişimler,geçmiş asırlardaki uzun dönem değişmeleri hatırlatır:
-1910-50: Bu devre her şeyin ters yüz edilip,kalp para gibi,kaybolmuş nesilleri görürüz. Yapılmayan,yapılmayacak olan kalmamış. Tüm dünyada ayaklarla başların yer değiştirdiği dönem…
300 sene de yapılamayacak tamiratın,yapıldığı tahribat dönemi…
Bu dönem bizlere Hz. Musa’nın İsrail oğullarıyla birlikte Mısır’da fir’avunun zulmüne maruz kaldığı dönemi hatırlatır. Tek farkı;o zaman ki bir ilaha bedel,şimdi bir çok…
-1950-90: Bu dönem hafif nefes alma imkanının doğduğu,ancak yine de fırtına ve kasırgaların estiği dönem…
Kurtuluş parıltılarının çaktığı dönem. Ancak her türlü tarassud ve takibatlar,baskılar dönemi…
Bu da Hz. Musa’nın kavmini alıp,Mısır’dan kaçışıyla birlikte,yine de fir’avunun takibatının başladığı,korkusunun yaşandığı döneme denk gelmektedir.
Zulüm bitmemektedir. Zulüm bulutları hala milletin üzerine çökertilmektedir.
1990-2010 : Bu dönem artık zulmün boğdukları tarafından boğulma çırpıntıları geçirdiği dönem. Akıttığı kanların ağırlığı dolayısıyla hayatın ağırlık geçirdiği dönem. Bu dönem zulmün yerini nura terk etmeye başladığı dönemdir.
Bu bize Peygamber Efendimizin (SAM) şu hadisini hatırlatmaktadır:”Deccalın birinci günü bir senedir,ikinci günü bir ay,üçüncü günü bir hafta,dördüncü günü bir gündür.” Yani;
“Hem büyük deccalın,hem İslâm deccalının üç devre-i istibdatları manasında üç eyyam var.” Bir günü;bir devre-i hükümetinde öyle büyük icraat yapar ki,üç yüz senede yapılmaz.
İkinci günü,yani ikinci devresi,bir senede,otuz senede yapılmayan işleri yaptırır.
Üçüncü günü ve devresi,bir senede yaptığı tedbirler on senede yapılmaz.
Dördüncü günü ve devresi adileşir,bir şey yapmaz,yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.”diye,gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş.”[6]
-1960-70-80 yılları ve aralarındaki anarşiler hep yıkmanın kılıflaştırılmış formülleri… Böylece insanlar dünyada kendi mahiyet ve kabiliyetlerinin pozunu vermektedirler. Fotoğraflardaki görüntüler gibi…
Nasıl ? Yakışacak şık ve şıklıkta ve yakışıklıkta mısınız ?
Evet,dünya bir uykudur. Bir rüya gibi geçer,gider. Şu temelsiz ömür dahi,bir rüzgar gibi uçar,gider.
Burada uyanmayanlar veya uyanamayanlar,orada uyanırlar veya uyandırılırlar!
Kimileri vücutlarını zulmetmek için taşıyor. Bedenlerini o istikamette kullanıyor. Yorgun düşünce de gidiyor.
Kimileri de vücutlarını,ruhlarına kılıf görevi yapıp,olgunlaştırmasından sonra memnun ve mesrur olarak bu dünyadan göçüp gidiyor,belki gönderiliyor.
Ruhlarını koruyup,ihmal etmeyenlerin bedenleri de korunuyor.
Ahiret yolcuları dünya yolcularını çok gerilerde bırakarak gidiyorlar.
Melek-cin-şeytan-hayvan ve insan belli bir misyonun tamamlayıcı unsurlarıdırlar.
Hayatımız içinde en çok yorulan maddemiz mi,manamız mı? Hangisini hangisine taşıttırmakta,feda ettirmekteyiz?
Şimdiye kadar hep maddenin ve maddemizin,maddelerin esiriyiz. Maddelerine hakim olanlar azınlıktadır.
Oysa hep ölenler,yok olup çürüyenler,maddeler değil mi? Mesela;kahve gider,hatırası kalır. Ampul gider,cereyan yine vardır.
Mâna ölmez,gizlenir,saklanır,kaybolur.
Madde ampulümüzü öldürmeyelim…
Mâna elektriğimizi söndürmeyelim…
11-3-1996
MEHMET ÖZÇELİK
[1] Enfal.30.
[2] Bakara.217.
[3] Nizami.
[4] Sa’di.
[5] Feryadım. agy. 1 / 300.
[6] Şualar. B. Said Nursi. 493.