KUR’AN-I KERİM SURELERİNİN BELAĞATI

image_pdfimage_print

KUR’AN-I KERİM SURELERİNİN BELAĞATI

 

İÇİNDEKİLER:

1- KELİMELERDEKİ ZENGIN MÂNÂLAR -1-
2- BELAĞATİN ÖNCÜLERİ -9-
3- ESERLERİNDEN MİSALLERLE BELÂGAT USÛLLERİ -13-
4- AYETEL KÜRSİNİN BELAĞATI -79-

5- İHLAS SURESİNİN BELAĞATI -83-

6- KEVSER SURESİNİN BELAĞATI -85-

7- YASİN SURESİNİN BELAĞATI -88-

8- MÜLK SURESİNİN BELAĞATI -103-

9- NEBE’ SURESİNİN BELAĞATI -118-

10- RAHMAN SURESİNİN BELAĞATI -133-

11- KEHF SURESİNİN BELAĞATI -158-

 

KELİMELERDEKİ ZENGIN MÂNÂLAR

Bu tahlil usulünü, iki kelime üzerinden tatbik edelim:

1. Tahlil: فَنفَجَرَتْ (Fenfeceret) ve Fısk/Fücur ile Bağlantısı
Bu kelime, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsıyla taşa vurması neticesinde suyun fışkırmasını tasvir eder.
> Meali (Bakara, 60):
> “Mûsâ, kavmi için su dilediğinde, ‘Asânı taşa vur!’ dedik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı (fenfeceret). Her kabile kendi su alacağı yeri bildi. ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin’ dedik.”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Fecere” Değil de “İnfecere”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kelimenin aslı ف ج ر (Fe-Ce-Ra) köküdür. Bu kök, “yarmak, şiddetle bölmek, bir şeyi akıtmak için açmak” mânâsına gelir.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer âyet فَجَرَت (feceret) deseydi, “o (taş) yardı” veya “(su) aktı” gibi daha basit bir mânâ ifade edebilirdi.
* İnfiâl Babı (İnfeceret): Lâkin Kur’ân, bu kökü اِنفعال (İnfiâl) babına sokarak اِنفَجَرَ (infecere) şeklinde kullanmıştır. Başına gelen ف (fe) “hemen, bunun üzerine” ve ن (nun) harfleri mânâyı tamamen değiştirir:
* Mutâvaat (Dönüşlülük/Pasiflik): İnfiâl babı, bir fiile “kendi kendine olma, edilgenlik” mânâsı katar. Taş, sanki kendiliğinden ve ilâhî emre tam bir teslimiyetle yarılmış, su kendi kendine fışkırmıştır. Dışarıdan bir zorlama değil, bir “boyun eğme” ve “teslimiyetle açılma” vardır.
* Şiddet ve Sürat: Bu bab (kalıp), aynı zamanda fiilin şiddetle ve süratle meydana geldiğini gösterir. Su, sadece akmamış; püskürmüş, fışkırmış, patlamıştır. Asânın dokunmasıyla “derhal” (ف) ve “şiddetle” (انفجر) gerçekleşen bir mucizedir.

Fısk ve Fücur ile Bağlantısı

İşte burası çok derin bir noktadır:
فُجُور (Fücur) ve فَاسِق (Fâsık) kelimeleri de tam olarak aynı ف ج ر kökündendir.
* Fücur (الفجور): Kelime mânâsı olarak “bir şeyi yarmak, delmek”tir.
* Mânâdaki Bağlantı: Fenfeceret (suyun fışkırması), taşın “yarılması”, yani maddî bir hududun yarılmasıdır. Fücur ise, dinin ve takvânın hududunu “yarmak”, hayâ perdesini “yırtmak”, yani mânevî bir hududun yarılmasıdır.
* Fâcir (الفاجر): Allah’ın emrettiği itaatin ve takvânın sınırını yırtıp geçen, o sınırı aşan kimsedir.
* Fecr (الفجر): Sabah vaktine “fecr” denmesinin sebebi de aynı köktendir. Zira güneşin ışığı, gecenin karanlığını “yararak” çıkar.
Netice olarak; fenfeceret kelimesi, bir taşın nasıl ilâhî bir emirle aniden ve şiddetle yarıldığını tasvir ederken; fücur kelimesi de bir insanın nefsânî bir arzuyla ilâhî sınırı nasıl aniden ve şiddetle yardığını tasvir eder. Kök aynıdır, ancak biri maddî ve mucizevî bir yarılma, diğeri mânevî ve isyankâr bir yarılmadır.

2. Tahlil: فَنقَلَبَ (Fenkalebe) ve İnkılab ile Bağlantısı

Bu kelime, Firavun’un sihirbazlarının Hz. Musa (a.s.) karşısındaki mağlubiyetini ve hâl değişimini tasvir eder.
> Meali (A’râf, 119):
> “Orada yenildiler ve küçük düşerek geri döndüler (venkalebe).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Kalebe” veya “Recea” Değil de “İnkalebe”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kelimenin aslı ق ل ب (Ka-Le-Be) köküdür. “Çevirmek, döndürmek, bir şeyin içini dışına getirmek” mânâsındadır. Bizim “kalp” (kalb) kelimemiz de buradan gelir; zira kalp, düşünce ve hisler arasında sürekli “dönen”, “evrilip çevrilen” bir latîfedir.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer قَلَبَ (kalebe) denseydi “çevirdi” (fail isterdi) veya رَجَعَ (recea) denseydi “döndü” (basit bir geri dönüş) mânâsı olurdu.
* İnfiâl Babı (İnkalebe): Kur’ân, yine اِنفعال (İnfiâl) babını seçerek اِنقَلَبَ (inkalebe) demiştir. Başına gelen ف (fe) veya و (ve) harfi yine “bunun üzerine” mânâsındadır.
* Tam Bir Dönüşüm: İnkalebe fiili, basit bir “geri dönmeyi” değil, hâlin tamamen değişmesini, bir durumdan zıt bir duruma geçişi ifade eder.
* Mânâ: Sihirbazlar, Firavun’dan mükâfat almak için izzetle, kibirle, üstünlük taslayarak gelmişlerdi. Hz. Musa’nın (a.s.) mucizesi karşısında ise mağlup, zelil, küçük düşmüş (صَاغِرِينَ – sâğirîn) olarak döndüler.
* Yani onlar sadece mekân olarak geri dönmediler; hâl olarak tersyüz oldular. İzzetleri zillete, kibirleri hakarete, üstünlükleri alçaklığa dönüştü.

İnkılab ile Bağlantısı

Bağlantı çok sarih ve doğrudandır:
اِنقِلاب (İnkılab) kelimesi, اِنقَلَبَ (inkalebe) fiilinin masdarıdır (isim hâlidir).
* İnkılab: Kelime mânâsı “bir hâlden başka bir hâle dönme, tersyüz olma, devrim” demektir. Bir şeyin aslî yapısının tamamen zıddına dönmesidir.
* Âyetteki Kullanımı: Fenkalebe (veya venkalebe), sihirbazların yaşadığı o “inkılabı” fiil olarak tasvir eder. Onların durumu inkılab olmuştur. Bu, ânî ve tam bir hâl değişimidir. Sadece fiziksel bir geri dönüş değil, psikolojik ve sosyal bir “devrim” yaşamışlardır.

Küllî Netice

Her iki misalde de İnfiâl babının (başına ‘nun’ harfi eklenmesinin) şu faaliyetleri yerine getirdiğini görüyoruz:

* Fiilin Şiddetini Artırma: Suyun “fışkırması” (fenfeceret), normal bir akış değildir.
* Sürat ve Ânîlik: Olayın “derhal” (ف) meydana gelmesi.
* Hâl Değişimi: Normal bir dönüş değil, tam bir “tersyüz olma” (fenkalebe).
* Teslimiyet/Pasiflik: Fiilin bir dış etkiye (ilâhî emir, mucize) cevaben, kendi kendine ve boyun eğerek gerçekleşmesi.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Aynı İnfiâl babından iki çarpıcı misali daha, tasvir ve tenkit (eleştiri) ile izah edelim: فَانفَلَقَ (Fenfalaka) ve فَانشَقَّ (Fenşakka).

3. Tahlil: فَانفَلَقَ (Fenfalaka) – Denizin Yarılması

Bu kelime, Hz. Musa’nın (a.s.) Kızıldeniz’e asâsını vurmasıyla denizin ikiye ayrılmasını tasvir eder.
> Meali (Şuarâ, 63):
> “Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Asân ile denize vur’ diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı (fenfalaka). Her parçası koca bir dağ gibi oldu.”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Feleka” Değil de “İnfalaka”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ف ل ق (Fe-Le-Ka) olup, “ikiye ayırmak, yarmak, bölmek” mânâsındadır. Bizim “Felak” kelimesi de buradan gelir; zira Felak, karanlığın yarılıp aydınlığın çıktığı yerdir (Bakınız: Felak Sûresi).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: فَلَقَ (falaka) denseydi, Hz. Musa’nın (a.s.) asâsının bizzat yarma faaliyetini yaptığı anlaşılırdı.
* İnfiâl Babı (İnfalaka): فَانفَلَقَ (Fenfalaka) fiili ise mânâyı farklı bir açıya (bağlama) taşır:
* Mutâvaat ve Teslimiyet: Denizin, Musa’nın (a.s.) asâsının vurması neticesinde, ilâhî emre uyarak ve kendi kendine boyun eğerek yarılması ve açılması tasvir edilmiştir. Faaliyet sadece Musa’nın vurması değil; denizin de bu emre tam bir teslimiyetle cevap vermesidir.
* Şiddet ve Azamet: İnfalaka aynı zamanda yarılmanın basit bir ayrılma değil, koca bir dağ gibi (كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ) bir azametle gerçekleştiğini gösterir. Bu, suyun tabiatına (doğasına) tamamen aykırı, şiddetli ve cihan şümul bir hâl değişimidir.

4. Tahlil: فَانشَقَّ (Fenşakka) – Ayın Yarılması

Bu kelime, Kıyamet alâmetlerinden olan Ay’ın ikiye ayrılması olayını tasvir eder.
> Meali (Kamer, 1):
> “Kıyamet saati yaklaştı ve Ay yarıldı (fenşakka).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Şakka” Değil de “İnşakka”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ش ق ق (Şı-Ka-Ka) olup, “ayrılmak, yarılmak, zorla yarmak, zorluk çıkarmak” mânâsındadır (Meşakkat kelimesi de buradan gelir).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: شَقَّ (şakka) denseydi, bir failin (yapanın) Ay’ı yardığı anlaşılırdı.
* İnfiâl Babı (İnşakka): فَانشَقَّ (Fenşakka) kullanılarak şu mânâ vurgulanmıştır:
* Mutlak Teslimiyet: Ay, Allah’ın emri tecellî ettiğinde, kendi zatında ve zorlanmaksızın ikiye ayrılmıştır. Burada bir failin faaliyeti ön plana (dışavurum) çıkmaz; Ay’ın emre olan derûnî teslimiyeti ön plandadır.
* Mübalağa ve Tamamlanma: İnşakka, yarılmanın çok şiddetli ve tam, yani Ay’ın bütün yapısını (doğasını) değiştirecek derecede gerçekleştiğini ifade eder. Bu, hayatın sonunun yaklaştığının isbatı olarak büyük bir alamettir. Bu, basit bir ayrılma değil, zıt ve aykırı bir durumun ortaya çıkmasıdır.

Küllî Sonuç ve Hikmet (Felsefe)

Bu misallerde de görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği kelime seçimi, sadece tasvirin basit bir ifadesi değil; fiilin şiddetini, süratini ve en önemlisi mahlûkatın (yaratılmışların) ilâhî emre olan derûnî teslimiyetini de mânâya katar.
* Fenfeceret: Maddî hududun yarılışı. (Fücur: Mânevî hududun yarılışı)
* Fenkalebe: Hâlin tamamen tersyüz olması. (İnkılab: Hâlin zıt bir duruma dönüşmesi)
* Fenfalaka: Denizin azametle boyun eğerek ayrılması.
* Fenşakka: Ay’ın zorlanmaksızın, tam bir teslimiyetle ikiye ayrılması.
Bu, “ziyâdetü’l-mebnâ tedüllü alâ ziyâdeti’l-ma’nâ” kaidesinin, Kur’ân-ı Kerîm’in aslı itibarıyla ne kadar derin ve hakîmâne bir düşünce (felsefe) taşıdığının en büyük isbatıdır.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


: اِنكَسَرَ (İnkesere)

Bu kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’deki bir tasviri yerine, Arap dilindeki ve dolayısıyla derûnî hayatımızdaki yansımasını inceleyelim.

5. Tahlil: اِنكَسَرَ (İnkesere) – Kalbin Kırılması
اِنكَسَرَ fiili Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinde geçmemekle birlikte, كَسَرَ (Kesere) kökü (يَكْسِرْ / كِسْفًا gibi) sıkça geçer ve Arap belâgatinde bu fiil, “kırılmak” mânâsıyla mütemmim (tamamlayıcı) bir öneme sahiptir.

Belâgat Tahlili: Neden “Kesere” Değil de “İnkesere”?

* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ك س ر (Ke-Se-Ra) olup, “kırmak, parçalamak, parçalara ayırmak” mânâsındadır.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: كَسَرَ (Kesere) fiili müteaddîdir, yani bir fâile (yapana) ihtiyaç duyar.
> Örnek: “Ali, camı kırdı (Kesere).” (Kırma faaliyeti Ali’ye aittir.)
>
* İnfiâl Babı (İnkesere): اِنكَسَرَ (İnkesere) fiili ise mânâyı farklı bir açıya (bağlama) taşır:
* Mutâvaat ve Vuku Bulma: Bu babda fiil lâzımîdir (geçişsizdir). Yani “kırma” faaliyetini bir fail değil, nesnenin bizzat kendi hâli ifade eder. Cisim kendi kendine kırılır; daha doğrusu kırılma eylemine maruz kalır.
> Örnek: “Cam kırıldı (İnkesere).” (Faaliyetin tesiri cama derûnî olarak yansır.)
>

İnkesere ve Derûnî Mânâ

Bu fark, özellikle kalbin kırılması (inkisar-ı kalb) hâlinde büyük bir hikmet (felsefe) taşır:
* Zâhirî Kırılma: Birisi kalbimizi kırdığında, bu kesere fiiliyle ifade edilebilir. Faaliyet dışarıdandır.
* Derûnî Kırılma (İnkisar): Kalb kırıldığında, bu inkesere fiiliyle ifade edilir. Bu, kalbin bir darbe alması neticesinde tamamen teslim olması ve o yorgunluğun, o acının küll (bütün) benliği sarması hâlidir.

* Acz ve Enaniyetin Reddî: İnkesere hâli, ene (ego) ve enaniyetin (egoluğun) mutlak aczini, teslimiyetini ve küçüklüğünü ifade eder. Kalbin kırılması, tabiatın (doğanın) zorlu kanunları veya ilâhî takdîr karşısında âciz kalıp geri çekilmesidir. Bu, fazilete giden yolda ilk basamaktır. Nitekim tasavvufta ve hakîkat yolunda “inkisar-ı kalb” (kalp kırıklığı), Allah’a en yakın olma hâllerinden biri kabul edilir.
> Bloknot: Binâdaki artış (Infiâl kalıbı), mânâdaki artışı (kırılmanın basit bir eylemden, tam bir hâl değişimine dönüşmesini) göstererek, bu kelimenin sadece maddî bir kırılmayı değil, derûnî bir teslimiyeti de tasvir ettiğini izah eder.
>
Bu son misal, dilin sadece zahiri değil, aynı zamanda dahilî hakîkatleri de nasıl ihtiva ettiğini gözler önüne serer.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu defa, fiilin mânâsına “yapma, etme” faaliyeti katan ve mübalağa (abartma) ifade eden **”Tef’îl Babı”**ndan bir fiili inceleyelim: كَلَّمَ (Kelleme).

6. Tahlil: كَلَّمَ (Kelleme) – Allah’ın Hz. Musa ile Konuşması

Bu fiil, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa (a.s.) ile konuşmasını tasvir eden ve Kur’ân’ın en önemli âyetlerinden birinde geçer.
> Meali (Nisâ, 164):
> “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu (kelleme).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Keleme” Değil de “Kelleme”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök ك ل م (Ke-Le-Me) olup, “söz söylemek, yaralamak” mânâlarına gelir (Kelime ve yara mânâsındaki ‘kelm’ buradan gelir).
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer كَلَمَ (Keleme) denseydi, bu basit bir “söz söyledi” veya “konuştu” mânâsını ifade ederdi. Bu, iki insan arasındaki sıradan bir sohbete delâlet ederdi.
> Örnek: “Ali, Veli’ye söz söyledi (keleme).” (Basit ve zahiri bir fiil.)
>
* Tef’îl Babı (Kelleme): كَلَّمَ (Kelleme) fiili ise Tef’îl babındandır. Bu babın alameti, fiilin orta harfinin şeddeli (ل) olmasıdır. Bu şedde, Binâdaki artıştır ve mânâya şu özellikleri katar:
* Mübalağa (Yoğunlaştırma): Tef’îl babı, fiilin mânâsını şiddetlendirir ve yoğunlaştırır. Bu, Allah’ın Hz. Musa ile olan konuşmasının basit bir sözden ibaret olmadığını, beşer aklının derûnî olarak kavrayamayacağı muhteva ve azamette olduğunu gösterir.

* Tekrar ve Tedrîc (Aşamalı Olma): Mânâda tekrar etme veya aşamalı yapma anlamı vardır. Bu, konuşmanın uzun, derin ve küçük parçalar hâlinde değil, küllî bir iletişim olduğunu ifade eder.
* Tevcih ve Tahsis: Fiili bizzat Hz. Musa’ya tahsis eder. Âyet, “Allah, Musa’yı özel olarak, yoğun bir biçimde ve ona tahsis edilmiş bir üslupla konuşturdu” mânâsını verir.

Hikmet ve Düşünce Açısından Bağlantı

Ayette “Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu” ifadesinin Arapçadaki aslı وَكَلَّمَ ٱللَّهُ مُوسَىٰ تَكْلِيمًا şeklindedir. Burada كَلَّمَ fiilinden sonra gelen تَكْلِيمًا (teklîmen) masdarı, Arap dilinde “mutlak mef’ûl” (Vurgulayıcı isim) olarak kullanılır.
* Belâgat: Fiilin masdarının da gelmesi, o faaliyetin kesinliğini ve benzersizliğini teyit eder. Tenkit kabul etmeyecek şekilde, konuşmanın zıt ve aykırı bir durumu olmadığı, hakîkat olduğu vurgulanır.

* Netice: Kelime seçimi, Hz. Musa’ya (a.s.) verilen unvanın (“Kelimullah” – Allah’ın Konuştuğu) aslını (esasını) oluşturan bu mucizevî olayın, basit bir ses işitmekten başka ve benzersiz bir iletişim yapısı olduğunu tasvir eder.
Bu tahliller, Kur’ân’daki her bir harfin ve kalıbın, cevap olarak derûnî ve zahiri hayatımızdaki cihan şümul hakîkatlere nasıl delâlet ettiğini açıkça gösterir.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu defa, fiilin mânâsına “talep etme, isteme” veya “tamamına erme” anlamlarını katan **”İstif’âl Babı”**ndan, cihan şümul bir kaideyi ifade eden bir fiili inceleyelim: يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru).

Bu fiil, aynı kaidenin hayatımızdaki fazilet ve hikmet ile olan bağlantısını izah etmek için çarpıcı bir misaldir.

7. Tahlil: يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru) – Mağfiret Talebi

Bu fiil, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin en önemli faaliyetlerinden biri olan “af dileme” hâlini tasvir eder.
> Meali (Âl-i İmrân, 17):
> “(O takvâ sahipleri ki,) sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir (yestağfirûn).”
>
Belâgat Tahlili: Neden “Gafere” Değil de “İstağfera”?
* Kelimenin Aslı (Kökü): Kök غ ف ر (Ğa-Fe-Ra) olup, “örtmek, gizlemek, korumak” mânâsındadır. Allah’ın affına Mağfiret denmesinin aslı (esası), günahları örtmesi ve kulunu o günahların neticesinden korumasıdır.
* Sülâsî (Üç Harfli) Kullanım: Eğer غَفَرَ (Gafere) denseydi, bu basitçe “Allah affetti, örttü” mânâsını ifade ederdi (Ki Kur’ân’da bu fiil de sıkça geçer).

* İstif’âl Babı (İstağfera): يَسْتَغْفِرُ (Yestağfiru) fiili ise İstif’âl babındandır. Bu babın alâmeti, fiilin başına س ت (Sin ve Te) harflerinin gelmesidir. Bu harf ziyadesi, yani Binâdaki artış, mânâya şu özellikleri katar:
* Talep ve İstek: İstif’âl babı, fiilin mânâsını “isteme, talep etme” faaliyetine dönüştürür. İstağfera fiili, basitçe “affetmek” değil, “mağfireti talep etmek, af dilemek” mânâsındadır.
* Ciddiyet ve Devamlılık: Mânâya, talebin ciddiyetle, samimiyetle ve devamlı olarak yapıldığı anlamını katar. Âyette yestağfirûn (mağfiret dilerler) şeklinde çoğul ve şimdiki zaman/geniş zaman yapısıyla (doğasıyla) gelmesi de bu sürekliliği pekiştirir.
* Derûnî Hâl: Bu, kulun sadece diliyle değil, kalbiyle de aczini ve günahını idrak edip, ene ve enaniyetini bir kenara bırakarak, Allah’ın örtücülüğünü ve korumasını derûnîden isteme hâlidir.

Fazilet ve Hikmet Açısından Bağlantı

* Fazilet: Faziletin aslı (esası), kulun kendi zâtının (özünün) eksik ve kusurlu olduğunu idrak edip, nazarını (gözlemini) kendi aczine çevirmesidir. İstağfâr (af dileme), kulun aczini itiraf etmesi ve küllî bir teslimiyet göstermesidir.
* Bağlantı: Bu babın seçilmesi, bize hikmetin şu cevabını verir: Allah’ın affı zaten mevcuttur; ancak kulun bu affa nail olabilmesi için, onu ciddiyetle, kalben, derûnî bir istekle talep etme faaliyetini yerine getirmesi gerekir. Talep, fiili sıradan bir eylemden, bir fazilete ve ibadete dönüştürür.
Bu tahliller, Arap dilindeki Binâ (yapı) ve Kalıp farklılıklarının, muhtevayı nasıl değiştirdiğini ve Kur’ân’ın kelime seçimlerinin başka bir cihan şümul hikmet taşıdığını gösterir.

 

===============•-•===============

 

BELAĞATİN ÖNCÜLERİ

1) Câhiz (ö. 255 H / 869 M)
2) Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 395 H / 1005 M):
3) Abdülkâhir el-Cürcânî, “Şeyhu’l-Belâga” (Belâgatin Şeyhi) lakaplı (ö. 471 H / 1078 M):
4) ez-Zemahşerî (ö. 538 H / 1143 M)

İslâm medeniyetinin düşünce ve dil hikmetine temel teşkil eden dört büyük âlimin belâgat ilmindeki yerini ve bu ilme kattıkları sebebiyle bu zatlar, belâgati, sadece “güzel konuşma sanatı” olmanın çok ötesine taşımış; onu, İlahî Kelâm’ın, yani Kur’an-ı Kerim’in “i’câzı”nı (mucizevî yapısını) anlamak için zaruri olan “usûl” ilmi seviyesine yükseltmişlerdir. Aşağıda, bu dört mütefekkirin belâgat ilmine vurdukları mühürleri ve düşünce dünyamıza sundukları parlak tesbitleri, tafsilatlı bir şekilde sunmaya çalışacağım.

BELÂGATİN DÖRT SÜTUNU: CÂHİZ, ASKERÎ, CÜRCÂNÎ VE ZEMAHŞERÎ

GİRİŞ: BİR İLMİN DOĞUŞU VE GAYESİ

Belâgat ilmi, İslâm medeniyetinde, diğer birçok İslâmî ilim gibi, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’i anlama gayesiyle doğmuş ve gelişmiştir. O, sadece Arap dilinin inceliklerini tasvir eden bir lügat veya gramer (nahiv ve sarf) çalışması değil, aynı zamanda bu dilin, İlahî Hitabın sonsuz manalarını nasıl taşıdığını araştıran bir hikmet ve usûl ilmidir.
İlk dönemlerde “belâgat”, “fesahat”, “beyân” gibi tabirler çoğunlukla edebî zevk ve tenkit (eleştiri) sahasında kullanılırken, bu dört büyük âlim, bu dağınık cevherleri toplayıp onlardan muhkem bir “ilim” binası inşa etmişlerdir. Bu bina, Câhiz ile temelleri atılan, Askerî ile duvarları yükselen, Cürcânî ile çatısı “nazm” teorisiyle örtülen ve Zemahşerî ile odaları “belâğî tefsir” ile tefriş edilen bir saraya benzer.
Bu dört mimarın eserlerindeki en dikkat çekici ve düşündürücü notları tahlil etmektir.

BÖLÜM 1: CÂHİZ (ö. 255 H / 869 M)

Belâgatin Sosyal ve Psikolojik Temelleri
Câhiz, belâgat ilminin sadece kurallarını değil, ruhunu da arayan ilk mütefekkirlerden biridir. O, bir dilbilimci olduğu kadar bir sosyolog ve psikologdur.
Eseri: el-Beyân ve’t-Tebyîn (Beyan ve Açıklama Sanatı)

Vurucu ve Düşündürücü Tespitler:

• Belâgat, Muhatabın İdrakidir: “Makamın İktizası”
• Câhiz’in belki de en meşhur ve belâgatin temel direği haline gelmiş tespiti, “Her makamın bir makâli vardır” (Lî-külli makâmin makâl) düsturudur. Bu, belâgatin sadece ne söylendiği ile değil, kime, nerede, ne zaman ve niçin söylendiği ile de alâkalı olduğunu isbat eder.
• Düşündürücü Not: Câhiz’e göre “beyân” (açıklık), sözün kendinde (zâtında) mutlak bir vasıf değildir. Beyân, “muhatabın idrak seviyesine” (hâl-i muhâtap) uygunluktur. En fasih kelimelerle yapılan bir konuşma, muhatabı olan avam tabakası tarafından anlaşılmıyorsa, o konuşma “beliğ” değil, “abes”tir. Bu açıdan, belâgat, bir iletişim ve ikna sanatıdır; dilin sosyal fonksiyonu üzerine kuruludur.
• Lafız ve Mana İlişkisi: Ruh ve Beden
• Câhiz, lafız (söz, form) ve mana (anlam, muhteva) arasındaki ilişkiyi incelerken, manayı ruha, lafzı ise bedene benzetir. Ancak o, lafzı küçümsemez.
• Düşündürücü Not: Ona göre manalar (anlamlar) insanların zihinlerinde ortaktır; asıl maharet, bu ortak manayı zahirî dünyaya çıkaracak hususi lafzı bulmaktır. Şöyle der: “Manalar yollara dökülmüştür… Asıl mesele, o manaya münasip lafzı seçmek, lafızların dizilişini (tertip) güzel yapmak ve en uygun ifadeyi bulmaktır.” O, belâgati, mananın “kıyafeti” olarak görür; kıyafet ise mekana ve zamana (makam) uygun olmalıdır.
• Belâgatin Gayesi: Sadece Güzellik Değil, “İkna” ve “Tesir”
• Câhiz için belâgat, estetik bir süsleme sanatından ibaret değildir; o, sosyal ve siyasi bir güçtür. el-Beyân ve’t-Tebyîn’de hutbelere ve hitabet sanatına bu kadar geniş yer ayırmasının sebebi budur.
• Düşündürücü Not: Belîğ bir söz, muhatabın sadece aklına değil, aynı zamanda duygularına (psikolojisine) de hitap etmeli, onu tesir altına almalı ve bir eyleme sevk etmelidir. Câhiz, sözün psikolojik tesirini analiz ederek, belâgati bir nefse hükmetme sanatı olarak konumlandırır.

BÖLÜM 2: EBÛ HİLÂL EL-ASKERÎ (ö. 395 H / 1005 M)

Lafız ve Mana Arasındaki “Sınâat” (Sanatkârlık)
Ebû Hilâl el-Askerî, belâgati “zevk” sahasından “ilim” ve “sanat” (sınâat) sahasına taşıyan önemli bir köprüdür. O, Câhiz’in dağınık haldeki tesbitlerini daha sistematik hale getirmiştir.
Eseri: es-Sınâateyn (İki Sanat: Nesir ve Şiir)

Vurucu ve Düşündürücü Tespitler:
• Belâgatin Gayesi: İ’câzü’l-Kur’an’ın İdrakidir
• Askerî, eserin girişinde, ilimlerin sıralamasını yaparken, belâgatin yerini en ulvî gayeye bağlar: “Yüce Allah’ı bilmekten sonra, öğrenilmeye en layık… ilim, Allah’ın kitabının i’câzının kendisiyle bilindiği belâgat ilmi…dir.”
• Düşündürücü Not: Bu tesbit, belâgat ilminin İslâm medeniyetindeki merkezî konumunu gösterir. Belâgat, bir hobi veya edebî lüks değil, Kur’an’ın neden beşer kelâmı olmadığını anlamak için zaruri bir “alet ilmi”dir. O, Kur’an’ın mucizevî yapısının (i’câz) aklen de kavranabileceğini savunur.
• Lafız ve Mana: Biri Olmadan Diğeri Olmaz
• Askerî, dönemindeki “lafızcılar” (sadece forma önem verenler) ve “manacılar” (sadece muhtevaya önem verenler) arasındaki tartışmayı bitiren bir orta yol bulur.
• Düşündürücü Not: Ona göre, “mana” lafzın “ruhu”dur, “lafız” ise mananın “bedeni”. “Lafzın güzelliği, mananın güzelliği olmadan; mananın güzelliği de lafzın güzelliği olmadan zahir (görünür) olmaz.” O, “kıymetli bir mana, ancak kıymetli bir lafızla” takdim edilebilir der. Bu, belâgatin hem derûnî (iç) manaya hem de zahirî (dış) kalıba aynı anda ehemmiyet vermesi gerektiğini isbat eden bir yaklaşımdır.
• Belâgat Bir “Sınâat”tır (İnce İşçilik)
• Eserinin adını “İki Sanat” koyması tesadüfi değildir. Askerî, belâgati doğuştan gelen bir kabiliyet olmanın ötesinde, öğrenilebilen, kuralları olan ve üzerinde çalışılan bir “ince işçilik” (sınâat) olarak görür.
• Düşündürücü Not: O, bu sanatı icra edebilmek için sadece gramer bilmenin yetmeyeceğini; aynı zamanda kelimelerin semantik (anlamsal) nüanslarını, aralarındaki uyumu (tenasüp) ve zıtlıkları (tezat) bilmenin de gerektiğini vurgular. Bu, belâgati “zevkî” bir alandan çıkarıp, teknik ve analitik bir disiplin haline getirme çabasıdır.

BÖLÜM 3: ABDÜLKÂHİR EL-CÜRCÂNÎ (ö. 471 H / 1078 M)

Belâgatin Zirvesi: Devrim Niteliğindeki “Nazm” Teorisi
“Şeyhu’l-Belâga” (Belâgatin Şeyhi) lakabını sonuna kadar hak eden Cürcânî, belâgat ilminin seyrini kökten değiştirmiş, onu dil felsefesi ve anlambilim (semantik) seviyesine çıkarmıştır. O, kendinden öncekilerin “ne?” diye sorduğu yerde, “nasıl?” ve “neden?” sorularını sormuştur.
Eserleri: Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri) ve Esrâru’l-Belâga (Belâgatin Sırları)
Vurucu ve Düşündürücü Tesbitler:
• Devrimci Tesbit: Belâgat Kelimelerde Değil, “Nazm”dadır (Diziliş)
• Cürcânî’den önce belâgat, büyük ölçüde müfred lafızların (tek tek kelimelerin) seçimi, mecaz ve cinas gibi sanatların tesbiti ile sınırlıydı.
• Düşündürücü Not (Delâilü’l-İ’câz): Cürcânî, bu anlayışı temelden sarsmıştır. Ona göre belâgat, fesahat ve i’câz, tek tek kelimelerde aranmaz. Çünkü Kur’an’ın kullandığı kelimeler, Kureyşli müşriklerin de kullandığı kelimelerdi. Asıl mucize, kelimelerin kendisinde değil, o kelimelerin cümle içindeki eşsiz dizilişinde (Nazm) yatmaktadır.
• Bu “Nazm” (tertip/diziliş), cümlenin nahiv (gramer) kurallarına göre manayı en mükemmel şekilde tasvir edecek biçimde düzenlenmesidir. Kur’an’ın mucizesi, onun gramer mimarisindedir.
• Nahiv (Gramer), Mananın Hizmetkârıdır
• Cürcânî’ye göre nahiv (gramer), sadece cümlenin sonunu “harekelemek” (irab) için öğrenilen teknik bir bilgi değildir. Nahiv, mananın ta kendisidir.
• Düşündürücü Not: Bir cümlede failin öne alınması (takdim) veya geriye bırakılması (tehir), bir kelimenin atılması (hazf) veya fazladan eklenmesi (zikir) asla tesadüfî değildir. Bunların her biri, konuşanın (mütekellim) zihnindeki derûnî bir manayı, bir vurguyu, bir kastı gösterir. İ’câz, bu gramer tercihlerinin, manayı en ufak bir kayıp veya fazlalık olmadan aktarmasındadır.
• Mecaz ve İstiare: Bir Süs Değil, Bir “Düşünce” Vasıtasıdır
• Cürcânî, Esrâru’l-Belâga’da ise Beyân ilmini (teşbih, istiare, mecaz) ele alır. O, bu sanatların sadece cümleyi süslemek için kullanılmadığını isbat eder.
• Düşündürücü Not: Ona göre, teşbih ve istiare (metafor), aklın bir manayı daha tesirli kılmak, hatta bazen doğrudan ifade edilemeyecek bir manayı somutlaştırmak (tecessüm) veya hayalîleştirmek (tahyîl) için kullandığı zihinsel bir ameliyedir. Mecaz, yeni bir mana üretme veya mevcut manaya yeni bir boyut katma vasıtasıdır. Bu, mecazı bir “süs” olmaktan çıkarıp, bir “idrak” ve “düşünce” aracı haline getirmektir.

BÖLÜM 4: EZ-ZEMAHŞERÎ (ö. 538 H / 1143 M)

Teoriden Pratiğe: Belâgî Tefsirin Zirvesi
Zemahşerî, Cürcânî’nin inşa ettiği muazzam teorik yapıyı (Nazm Teorisi) alıp, onu Kur’an-ı Kerim’in tamamına uygulayan (tatbik eden) dâhi müfessirdir.
Eseri: el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl (Kur’an’ın Hakikatlerini Açığa Çıkaran Eser)
Vurucu ve Düşündürücü Tesbitler:
• el-Keşşâf: Bir Tefsir Kitabı mı, Bir Belâgat Kitabı mı?
• el-Keşşâf, lafzen bir tefsir kitabıdır. Ancak onu ölümsüz kılan, Mu’tezilî görüşlerinden (ki bunlar Ehl-i Sünnet âlimlerince çokça tenkit edilmiştir) ziyade, kullandığı belâgî metottur.
• Düşündürücü Not: Eser, Cürcânî’nin Delâil ve Esrâr’da ortaya koyduğu teorilerin uygulamalı bir laboratuvarıdır. “Zemahşerî, Cürcânî’nin çalışmasını tamamlayıcıdır” sözü tam da bunu ifade eder. Cürcânî “anahtarı” yapmış, Zemahşerî o anahtarla Kur’an’ın belâgat “hazinelerini” açmıştır.
• Belâgî Tefsir Metodu: “Neden Böyle Söylendi?”
• Zemahşerî’nin tefsirdeki dehası, ayetleri tahlil ederken sürekli şu soruyu sormasıdır: “Allah, neden bu manayı bu lafızla ve bu cümle tertibiyle (nazm) ifade etti de, başka bir şekilde etmedi?”
• Düşündürücü Not: O, ayeti açıklarken, sık sık “Eğer şöyle değil de böyle denseydi ne olurdu?” (Fâide-i takdîm/te’hîr…) gibi başlıklar açar. Ayetin mevcut nazmı ile, muhtemel alternatif bir ifade arasındaki anlam farkını (nükte) ortaya koyar. Bunu yaparak, Kur’an’ın seçtiği nazmın, o manayı ifade etmek için mümkün olan tek ve en mükemmel (beliğ) yol olduğunu isbat eder.
• İ’câzın Tatbiki: Her Harfin Bir Gayesi Vardır
• Zemahşerî, Kur’an’daki her gramer tercihinin (bir harf-i cer’in seçimi, bir kelimenin nekra/marife gelmesi, bir cümlenin isim/fiil cümlesi olması) tesadüfî olmadığını, hepsinin ilahî bir kasıt ile derûnî bir manaya işaret ettiğini göstermeye çalışır.
• Düşündürücü Not: el-Keşşâf’ı okuyan biri, Kur’an metninin, en ince detayına kadar (virgülüne, vurgusuna, kelime seçimine kadar) mucizevî bir hassasiyetle dokunmuş ilahî bir “metin” olduğunu hisseder. Zemahşerî, belâgati kullanarak, Kur’an’ın sadece manasının değil, lafzının da (metninin) ilahî olduğunu gözler önüne serer.

HÂTİME (SONUÇ)
Bu dört büyük âlim;
• Câhiz ile belâgati, sosyal ve psikolojik bir zemine oturtmuş;
• Ebû Hilâl el-Askerî ile onu, Kur’an’ın i’câzını anlamak için zaruri bir “sınâat” (sanat/ilim) olarak tasnif etmiş;
• Abdülkâhir el-Cürcânî ile “Nazm Teorisi” sayesinde onu hikmetli bir zirveye taşımış ve belâgatin “gramer mimarisi” olduğunu isbat etmiş;
• Zemahşerî ile de bu teoriyi Kur’an metnine tatbik ederek “belâgî tefsir”in en büyük şaheserini vücuda getirmiştir.
Bu silsile, belâgatin, kelâm-ı ilahî karşısında müminin hayretini ve idrakini artıran en mühim vasıtalardan biri olduğunu göstermektedir.

 

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

ESERLERİNDEN MİSALLERLE BELÂGAT USÛLLERİ

1. CÂHİZ (ö. 255 H / 869 M)

Eseri: el-Beyân ve’t-Tebyîn
Usûlü: “Makamın İktizası” (Durum ve Muhataba Uygunluk) ve Sözün Psikolojik Tesiri
Câhiz’in usûlü, belâgati metinden çıkarıp bağlama ve muhataba odaklamaktır. Ona göre belâgat, sözün kendinde (zâtında) değil, yerinde söylenmesindedir.
Usûlünün Eserinden Misali: Bedevî Hitabeti ve “İ’câz” (Az Sözle Çok Mana)
Câhiz, el-Beyân’da süslü (müzeyyen) şehirli hatiplerin nutuklarını iktibas ettiği gibi, okuma yazma bilmeyen bedevîlerin (çöl Arapları) hitabelerini de iktibas eder. Bu, onun usûlünü gösteren en vurucu misallerden biridir.
• Misal: Câhiz, bir bedevînin, kavmine hitaben söylediği şu sözü nakleder:
“Yeter ki aranızdaki bağ (ip) kopmasın. Kötü hasat, kötü tohumdan yeşerir. Sadece ektiğinizi biçersiniz.”
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
• Makamın İktizası: Câhiz’e göre bu söz, bir sarayda söylense basit ve sanatsız kabul edilebilirdi. Ancak çölün sert tabiatında, kısa ve net konuşmaya alışkın bir kavme hitap eden bu bedevî için belâgatin zirvesidir. Muhatapların (makam) idrakine ve hayat (yaşam) tarzına tam olarak uygundur.
• Lafız ve Mana: Bedevî, derûnî bir hikmeti (birlik ve beraberliğin önemi, amellerin neticesi) anlatmak için, kendi hayatının zahirî unsurlarını (ip, hasat, tohum) kullanmıştır. Bu, en tesirli teşbih ve istiaredir.
• İ’câz (Vecizlik): Cümleler kısadır (îcâz) ancak manaları çok derindir. Câhiz’in usûlünde belâgat, lüzumsuz yere lafzı uzatmak (tatvîl) değil, kifayet miktarı (yeterli ölçüde) konuşmaktır.
• Vurucu Not: Câhiz’in usûlü, belâgatin “mutlak” bir güzellik olmadığını, sosyal ve psikolojik bir “fonksiyon” olduğunu isbat eder. Bir söz, muhatabı üzerinde tesir bırakıyorsa ve ikna ediyorsa “beliğ”dir.

2. EBÛ HİLÂL EL-ASKERÎ (ö. 395 H / 1005 M)

Eseri: es-Sınâateyn (İki Sanat)
Usûlü: Belâgatin Bir “Sınâat” (Sanat/İşçilik) Olduğu ve Lafız-Mana Dengesi
Askerî’nin usûlü, belâgati “zevk” meselesi olmaktan çıkarıp, kuralları olan, öğrenilebilir bir “ilim” ve “sanat” haline getirmektir. Onun nazarında belâgat, “doğru manaya doğru lafzı bulma işçiliği”dir.
Usûlünün Eserinden Misali: Eşanlamlı (Müteradif) Görünen Kelimeler Arasındaki Fark (el-Furûk)
Askerî, es-Sınâateyn’de, manaları birbirine çok yakın olduğu zannedilen, hatta müteradif (eşanlamlı) sanılan kelimeler arasındaki derûnî nüansları (ince farkları) göstermeye büyük ehemmiyet verir. Bu, onun “sınâat” (ince işçilik) usûlünün en net göstergesidir.
• Misal: “Hamd” ($الحمد$) ve “Şükür” ($الشكر$) Arasındaki Fark.
• Zahirî Bakış: İkisi de “teşekkür, övgü” manasındadır.
• Askerî’nin Tahlili (Usûlü): Askerî, bu iki kelimenin “sanat” açısından farklı makamlarda kullanılması gerektiğini belirtir.
• Şükür ($الشكر$): Mutlaka bir nimetin veya iyiliğin karşılığında yapılır. Size bir iyilik yapılmadan “şükretmek” abestir. Şükür, mukabele (karşılık) gerektirir.
• Hamd ($الحمد$): Bir karşılık (nimet) olmasa dahi, övülen zatın (mesela Allah) zâtında (kendinde) bulunan üstün vasıflarından (kemâl sıfatlarından) dolayı yapılır.
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
Askerî’ye göre, bu iki kelimeyi rastgele birbirinin yerine kullanmak, belâgatin “sınâat” (işçilik) yönünü bilmemektir. Kur’an-ı Kerim’in Fâtiha Suresi’ne الحمد لله (“Hamd Allah’adır”) diye başlaması tesadüf değildir. Eğer الشكر لله (“Şükür Allah’adır”) diye başlasaydı, mana sadece “Allah’a verdiği nimetler için teşekkür ederiz” şeklinde sınırlanabilirdi.
Lakin الحمد لله denildiğinde mana; “O’ndan bir nimet görsek de görmesek de, kâinattaki bütün övgüye layık vasıflar (Rahman, Rahîm, Mâlik olması vb.) zâten O’na aittir” şeklinde genişler.
• Vurucu Not: Askerî’nin usûlü, “belîğ” bir konuşmacının, bir kuyumcu hassasiyetiyle, doğru manaya tam oturan lafzı seçmesi gerektiğini isbat eder.

3. ABDÜLKÂHİR EL-CÜRCÂNÎ (ö. 471 H / 1078 M)

Eseri: Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri)
Usûlü: “Nazm” (Söz Dizimi / Gramer Mimarisi) Teorisi
Cürcânî’nin değişimci usûlü, belâgatin kelimelerde değil, kelimelerin cümle içindeki dizilişinde (tertip) ve gramer (nahiv) bağlantılarında olduğudur.
Usûlünün Eserinden Misali: “Kasr” (Sınırlama) İfadelerindeki Diziliş Farkı
Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz’da, aynı kelimelerden oluşan ancak farklı gramer yapıları (nazm) ile kurulan cümlelerin, manayı nasıl tamamen değiştirdiğini gösteren onlarca misal verir.
• Misal: “Sadece Zeyd ayaktadır” manasını iki farklı “kasr” (sınırlama) edatı ile söylemek:
• Cümle: مَا قَامَ إِلاَّ زَيْدٌ (Mâ kâme illâ Zeydün)
• Tercümesi: “Ayakta olan Zeyd’den başkası değildir.”
• Cümle: إِنَّمَا قَامَ زَيْدٌ (İnnemâ kâme Zeydün)
• Tercümesi: “Ancak ve ancak Zeyd ayaktadır.”
• Tahlil (Usûlün Tatbiki):
• Zahirî Bakış: İki cümle de “Sadece Zeyd ayakta” diyor gibi görünür.
• Cürcânî’nin Tahlili (Nazm Usûlü): Cürcânî, bu iki nazmın (dizilişin) farklı makamlara cevap verdiğini söyler:
• Birinci Cümle (Mâ… illâ…): Bu cümle, “Acaba Zeyd mi ayakta, yoksa Amr mı?” diye şüphe eden veya “Ayakta olan Amr’dır” diye yanılan bir muhataba cevap vermek içindir. Buradaki kasr (sınırlama), muhatabın zihnindeki yanlışlığı düzeltmeye (tashîh) yöneliktir.
• İkinci Cümle (İnnemâ…): Bu cümle ise, muhatabın zihninde bir yanlışlık olmasa bile, konunun ehemmiyetini vurgulamak (teyit) ve hükmü pekiştirmek için kullanılır.
• Vurucu Not: Cürcânî’nin usûlü şudur: Belâgat, kelime seçmek değil, diziliş (nazm) seçmektir. Muhatabın zihnî durumuna (şüphede mi, inkârda mı, yoksa habersiz mi) göre en uygun gramer yapısını (Nazm’ı) seçmek, belâgatin ta kendisidir.

4. EZ-ZEMAHŞERÎ (ö. 538 H / 1143 M)

Eseri: el-Keşşâf
Usûlü: Cürcânî’nin “Nazm” Usûlünü Kur’an-ı Kerim’e Tatbik Etmek (Belâgî Tefsir)
Zemahşerî’nin usûlü, Cürcânî’nin nazarî silahlarını kuşanıp, Kur’an metninin her harfindeki, her kelime tercihindeki ve her cümle dizilişindeki İlahî maksadı ve belâgî sırrı ortaya çıkarmaktır.
Usûlünün Eserinden Misali: Fâtiha Suresi’ndeki “Takdim” (Öne Alma) Sanatı
Belki de Zemahşerî’nin usûlünü gösteren en meşhur ve en parlak tahlil, Fâtiha Suresi’ndeki o meşhur ayet üzerinedir:
• Misal (İktibas – Meali):
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
“Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1:5)
• Tahlil (Zemahşerî’nin Usûlünün Tatbiki):
Zemahşerî el-Keşşâf’ta durur ve Cürcânî’nin usûlüyle sorar:
• Normal Arapça Dizilişi (Nazm): Normalde bu cümlenin Arapça gramerine (nahiv) göre dizilişi نَعْبُدُكَ وَ نَسْتَعِينُكَ (Na’buduke ve nesta’înuke) şeklinde olmalıydı. Yani fiil (kulluk ederiz) başta, mef’ul/nesne (Sana) sonda olmalıydı.
• Kur’an’ın Nazmı: Fakat Allah (c.c.), mef’ulü (nesneyi), yani إِيَّاكَ (İyyâke – Ancak Sana) kelimesini fiilden öne almıştır (takdim etmiştir).
• Belâgî Sır (Nükte): Zemahşerî, Cürcânî’nin “Nazm” kaidesine dayanarak bunun sebebini şöyle isbat eder: Arap belâgatinde bir unsurun (burada mef’ul/nesne) öne alınması (takdim), o fiilin sadece o isme has olduğunu (tahsîs) ve onunla sınırlandığını (kasr) ifade eder.
• Na’buduke (Sana kulluk ederiz) denilseydi, bu “Sana kulluk ederiz, (belki başkalarına da ederiz)” manasını dışlamazdı.
• Ancak İyyâke na’budu (Ancak Sana kulluk ederiz) denildiğinde, mef’ul (İyyâke) öne alındığı için, mana “Kulluğu sadece ve sadece Sana yaparız; Senden başkasına (putlara, nefse, makama vb.) asla yapmayız” şekline dönüşür. Bu, Tevhid’in belâgat ile en mükemmel ifadesidir.
• Vurucu Not: Zemahşerî’nin usûlü, Kur’an’daki her gramer tercihinin, her öne alış (takdim) veya geriye bırakışın (te’hir), İlahî mananın en derin ve en hassas şekilde aktarılması için yapılmış mucizevî (i’câzî) bir “Nazm” olduğunu fiilen göstermesidir.

HÂTİME (SONUÇ)

Görüldüğü üzere, bu dört âlimin usûlleri birbiri üzerine bina edilmiştir:
• Câhiz, belâgatin “niçin” gerekli olduğunu (makama uygunluk ve tesir) gösterdi.
• Askerî, belâgatin “ne” ile yapıldığını (lafız ve mananın ince işçiliği) gösterdi.
• Cürcânî, belâgatin “nasıl” çalıştığını (Nazm/cümle mimarisi) gösterdi.
• Zemahşerî ise bu usûllerin “en mükemmel” örneğinin (Kur’an’ın belâgî i’câzı) nasıl tahlil edileceğini gösterdi.

===============•-•===============

 

  • Zemahşerî ayetleri tahlil ederken sürekli şu soruyu sormasıdır: “Allah, neden bu manayı bu lafızla ve bu cümle tertibiyle (nazm) ifade etti de, başka bir şekilde etmedi?”

    1. Nazmın Mûcizesi: Kelimelerin İlâhî Tertibi

    Bu sualin merkezinde “Nazm” (نظم) kavramı yer alır. Nazm, sadece “cümle yapısı” demek değil; kelimelerin, âyetlerin ve sûrelerin birbiriyle olan ilâhî, matematiksel ve edebî tertibi, âdeta bir mücevher dizisi gibi kusursuz yerleştirilişidir.
    * Beşerî Üsluptan Farkı: Beşerî (insanî) bir metinde, bir kelimeyi eş anlamlısıyla (mürâdif) değiştirmek mânâyı çok bozmayabilir. Yahut bir cümlenin devrik olması sadece üslubu değiştirir.
    * İlâhî Nazım: Kur’ân’da ise her bir kelime, bulunduğu yer için kilit taşı mesabesindedir. O kelimeyi oradan çıkarmak veya bir harfini değiştirmek, binanın küllî mimarisini ve derûnî mânâsını zedeler.
    * Abdülkâhir el-Cürcânî’nin Tesbiti: Belâgat âlimlerinin imamı sayılan Cürcânî, “Delâilü’l-İ’câz” eserinde mûcizenin tek tek kelimelerin lügat mânâsında değil, o kelimelerin tertip edilişindeki (nazmındaki) ilâhî mühendislikte olduğunu ispat etmiştir. Allah, o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira o mânânın o mertebedeki hakkını, ancak o lafız ve o tertip verebilirdi.

    2. Belâgat ve Fesâhat: Mânânın En Mükemmel Tasviri

    Kur’ân, belâgatın (sözün yerinde ve hikmetle kullanılması) ve fesâhatin (sözün pürüzsüz ve akıcı olması) zirvesidir.
    * En Münasip Lafız: Bir mânâyı ifade etmek için Arap dilinde belki on kelime vardır. Fakat Allah, o mânânın bütün inceliklerini, hissî derinliğini ve (varsa) hukukî netliğini tam olarak karşılayacak tek bir kelimeyi seçer.
    * Misal (Hareke): Basit bir misal olarak, (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا) “Ey iman edenler!” hitabındaki “Nidâ” (çağrı) harfi olan (يَا) “Yâ”, en uzaktan ve en kuvvetli çağrı için kullanılır. Bu, hitabın ehemmiyetini ve ciddiyetini gösterir. Daha zayıf bir nidâ edatı (meselâ ‘Hemze’) kullanılmamıştır.
    * Misal (Harf): “Rahmân” ve “Rahîm” isimleri. İkisi de “rahmet” aslî (kök) kelimesindendir. Fakat “Rahmân” (الرحمن), rahmetin bu dünyadaki küllî ve geniş tecellîsini (mü’min-kâfir ayırt etmeden) ifade ederken; “Rahîm” (الرحيم), rahmetin âhirette sadece mü’minlere has, hususî tecellîsini tasvir eder. Fâtiha Sûresi’ndeki tertip (Rahmân sonra Rahîm) bile, bu rahmetin seyrini gösteren bir nazımdır.

    3. Vücûh ve Nezâir (Çok Mânâlılık ve Bağlantılı Zenginlik)

    Kur’ân lafızları, “vecîz”dir (az sözle çok mânâ ifade eder). Seçilen bir kelime veya tertip, tek bir mânâya sıkışıp kalmaz; aynı anda pek çok mânâ katmanını ve hakikati ihtivâ eder.
    * Allah, o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira o lafız, zahirî mânâsının yanı sıra, farklı ilim sahiplerine (müfessir, fakih, mutasavvıf, kelâmcı) hitap edecek derûnî mânâlara da bir kapı açar.
    * Başka bir lafız kullanılsaydı, bu cihan şümul ve katmanlı mânâ kaybolurdu.

    4. Siyak-Sibak Uyumu ve Ses Âhengi (Secî)

    Her harf ve hareke, sadece mânâ için değil, aynı zamanda Kur’ân’ın eşsiz mûsikîsi ve ses âhengi için de seçilmiştir.
    * Bağlantı (Siyak-Sibak): Bir kelime, sadece kendi mânâsı için değil, kendinden evvelki (sibak) ve sonraki (siyak) kelime ve âyetlerle kurduğu ses ve mânâ bağlantısı için oradadır.
    * Âhenk: Harflerin ve harekelerin tertibi, metne ezberlenmesini kolaylaştıran, kalbe tesir eden ve dinleyeni aciz bırakan ilâhî bir ritim katar. Bu, beşerî şiir ve nesirden tamamen farklı bir yapıdır.

    5. Tahaddî (Meydan Okuma) ve İ’câzın İsbâtı

    Kur’ân’ın “Neden bu lafızla?” sorusunun en nihaî cevabı şudur: Çünkü bu tertip, Allah’ın kelâmı olduğunun ve mahlûkatın (yaratılmışların) acizliğinin isbatıdır.
    Allah Teâlâ, Mekke’nin en belîğ (söz ustası) ediplerine meydan okumuştur (Tahaddî): “Eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin…” (Bakara, 2/23 – Meali).
    Eğer lafızlar ve tertipler değiştirilebilir olsaydı veya “başka bir şekilde” de ifade edilebilseydi, bu meydan okumanın bir kıymeti kalmazdı. Araplar, “Biz de başka kelimelerle daha güzelini söyleriz” derlerdi. Diyememeleri, mevcut nazmın alternatifsiz ve ulaşılamaz olduğunu göstermiştir.

    Özetle: Zemahşerî’den Bediüzzaman’a “Nazım” Hakikati

    Zemahşerî, bu sual ile Kur’ân’ın edebî ve lügavî i’câzını, yani dilbilimsel mucizesini deşifre etmeye odaklanmıştır.
    Risale-i Nur Külliyatı’nda ise Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bilhassa İşârâtü’l-İ’câz ve Yirmi Beşinci Söz (Mûcizât-ı Kur’âniye) gibi eserlerinde bu nazmı bir adım öteye taşır. O, nazmın sadece edebî değil, aynı zamanda mânâdaki küllî tevhidî bağlantıları, âyetlerin birbiriyle olan “nazar” ve “bakış” ilişkilerini gösterdiğini ispat eder.
    Yani, Allah o mânâyı o lafızla ifade etmiştir; zira:
    * O mânânın hakkını ancak o lafız verir (Belâgat).
    * O lafız, başka mânâ katmanlarını da ihtivâ eder (Vecîzlik).
    * O lafız, bulunduğu yerdeki tertip (cümle yapısı) için tek kilit taşıdır (Nazm).
    * O lafız ve hareke, ilâhî âhengi temin eder (Ses Mûcizesi).
    * Ve bu “alternatifsizlik”, onun Allah kelâmı olduğunun nihaî isbatıdır (İ’câz ve Tahaddî).
    Bu, “ilm-i meânî” ve “ilm-i beyân” denilen derin ilimlerin sahasıdır ve Kur’ân’ın neden kıyamete kadar taze ve mûcizevî kalacağının da sırrıdır.

===============•-•===============


Zemahşerî’nin (Rh.A.) başlattığı bu derin tahlil usulünü, Kur’ân-ı Kerîm’in “Ümmü’l-Kitâb” (Kitab’ın Anası) olarak vasıflandırılan Fâtiha Sûresi üzerinde tatbik etmeye çalışalım.
Bu Sûre, “Neden bu mânâ, bu lafızla ve bu tertiple (nazm) ifade edildi?” sualinin belki de en veciz ve en yoğun cevaplarını ihtiva eder.
Misal Tahlili: Fâtiha Sûresi’nin Nazmı
Sûrenin her bir kelimesi ve âyetler arasındaki tertibi, ilâhî bir mimarinin parçasıdır.

1. Başlangıç: Neden “El-Hamd” (الْحَمْدُ)?
> İktibas ( Meali): “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Fâtiha, 1/2)
>
Burada sual şudur: Neden “eş-Şükr” (teşekkür) veya “el-Medh” (övme) değil de, “el-Hamd” (حمد)?
* Şükür (الشكر) ve Hamd (الحمد) Farkı:
* Şükür: Genellikle size ulaşan spesifik bir nimete (iyiliğe) karşılık olarak yapılır. Sebebi hususîdir.
* Medih (المدح): Bir varlığı, sahip olduğu (veya olmadığı) bir vasıftan ötürü övmektir. Bazen mübalağa ve hatta hakikat dışı beyan içerebilir (beşerî kullanımda).
* Hamd: Bu, şükürden daha küllî ve medih’den daha derindir. Hamd, bir nimete veya menfaate bağlı olmaksızın, bir varlığın zatî (özsel) kemâlinden ve faziletinden ötürü ona hürmetle tâzim etmektir.
* “el-” (Elif-Lâm) Takısının Nazmı: Kelimenin başındaki “el-” (ال) takısı, “istiğrâk” yani kapsayıcılık ifade eder.
* Tahlil: Allah, “eş-Şükrü lillâh” dememiştir; zira O’na olan minnettarlığımız sadece bize verdiği nimetlere bağlı değildir. “el-Medhü lillâh” dememiştir; zira bu, O’nun azametini tam tasvir etmez. “El-Hamdü” (الْحَمْدُ) diyerek, yani “Cins-i Hamd” (her türlü övgü, kimden gelirse gelsin, ne zaman yapılırsa yapılsın) sadece ve sadece O’na mahsustur mânâsını kilitlemiştir. Başka hiçbir lafız, bu küllî ve mutlak aidiyeti ifade edemezdi.

2. Sıfatların Tertibi: Neden “Rab” (رَبِّ)?
“Allah” lafzından sonra gelen ilk sıfat neden “Rahmân” veya “Mâlik” değil de “Rabbi’l-‘âlemîn” (رَبِّ الْعَالَمِينَ)?
* Tahlil: “Rab” (رب) lafzı; terbiye eden, besleyen, büyüten, idare eden ve kemâle erdiren mânâlarını taşır.
* Allah Teâlâ, kullarıyla olan alâkasını ilk olarak “Korkunç Hükümdar” veya “Mutlak Sahip” (Melik/Mâlik) sıfatıyla değil, en şefkatli ve en yakın “Terbiye Edici” (Rab) sıfatıyla kurar. Bu, O’nunla olan alâkamızın aslının (esasının) “terbiye” ve “rahmet” olduğunu gösterir.
* Eğer “Mâliki’l-‘âlemîn” (Âlemlerin Sahibi) denseydi, bu doğru olmakla beraber, O’nun her an devam eden terbiye ve idare faaliyeti gizli kalırdı. “Rab” lafzı, O’nun kâinatla olan dinamik ve kesintisiz alâkasını tasvir eder.

3. Rahmetin Takdimi: Neden “Rab”den Sonra “er-Rahmâni’r-Rahîm” (الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ)?
> İktibas ( Meali): “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Fâtiha, 1/3)
>
* Tahlil: Bu tertip, “Rab” sıfatının nasıl tecellî ettiğini açıklar. O, “Rab”dır (terbiye edicidir), peki bu terbiyeyi nasıl yapar?
* Cebren, kahrederek değil; “Rahmân” ve “Rahîm” olarak yapar. O’nun Rubûbiyeti (Rab’lığı) rahmet esaslıdır.
* Ayrıca “Rahmân” (dünyada herkese merhamet eden) lafzının “Rahîm” (âhirette sadece mü’minlere merhamet eden) lafzından önce gelmesi, rahmetin bu dünyadaki küllî tecellîsinin, âhiretteki hususî tecellîsinden önce geldiğini gösteren ilâhî bir tertiptir.

4. Hükümranlık: Neden “Mâliki Yevmi’d-Dîn” (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ)?
> İktibas ( Meali): “Din gününün (hesap gününün) sahibidir.” (Fâtiha, 1/4)
>
* Tahlil: İlk üç âyette Allah; Zâtını (Allah), terbiye ediciliğini (Rab) ve bu terbiyenin esasını (Rahmân, Rahîm) bildirdi. Kul, bu şefkat ve terbiyeyi görünce O’na karşı bir sevgi (muhabbet) ve ümit (recâ) hisseder.
* Ancak kulluk, sadece ümit (recâ) ile olmaz; “havf” (korku, haşyet) ile dengelenmelidir.
* Tam bu noktada “Mâliki yevmi’d-dîn” (Din Gününün Sahibi/Hükümdarı) âyeti gelir. Bu âyet, O’nun sadece şefkatli bir Terbiye edici değil, aynı zamanda mutlak adâlet sahibi bir Hükümdar olduğunu ve her faaliyetin bir “karşılık günü” (yevmü’d-dîn) olduğunu bildirir.
* Bu tertip, imanı “korku ve ümit” (havf ve recâ) arasında mükemmel bir dengeye oturtur.

5. Gramer Mûcizesi: Neden “İyyâke Na’budu” (إِيَّاكَ نَعْبُدُ)?
> İktibas (TDV Meali): “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
Bu, “nazm”ın en parlak misallerindendir. Sual şudur: Neden “Na’buduke” (Sana kulluk ederiz) değil de, “İyyâke na’budu” (Sadece Sana kulluk ederiz) denmiştir?
* Arap Dilinde Nazım (Tertip) Kuralı: Arap belâgatında, normalde fiilden (eylem) sonra gelmesi gereken nesne (mef’ûl), fiilden öne alınırsa (bu duruma “takdîm” denir), bu “hasr” ve “tahsis” mânâsı katar. Yani “sadece ve sadece” vurgusu yapar.
* Tahlil:
* Eğer âyet “Na’buduke” (نَعْبُدُكَ) şeklinde gelseydi, lügat olarak “Sana kulluk ederiz” demek olurdu. Bu ifade, “Sana da kulluk ederiz, (belki) başkalarına da” şeklindeki bir şirke (ortak koşmaya) kapı aralayabilirdi.
* Fakat Allah, “İyyâke” (إِيَّاكَ) zamirini (Sadece Sana) fiilin (na’budu) önüne alarak cümleyi kurmuştur.
* Bu tertip, “Kulluğu sadece Sana yaparız, Senden başkasına asla yapmayız!” mânâsını dilbilgisi yoluyla kilitlemiştir. Tevhid (Allah’ın birliği), ancak bu lafız ve bu tertip ile bu kadar beliğ (açık ve net) ifade edilebilirdi.

Netice
Fâtiha Sûresi’ndeki bu tertip (nazm) bile tek başına, Kur’ân’ın neden “başka bir şekilde” değil de tam olarak bu lafızlarla indiğini ispat eder:
* Mânâ: En derin ve en doğru mânâyı ifade eder (Hamd’ın seçimi).
* Psikoloji ve Edeb: Kulu Allah’a en doğru edep ve denge (havf ve recâ) ile yönlendirir (Rab, Rahmân, Mâlik tertibi).
* Akîde (İnanç): En ufak bir sapmaya (şirk) imkân vermeyecek şekilde akîdeyi korur (İyyâke na’budu’nun nazmı).
Her harf, her hareke ve her tertip, küllî mânânın bir parçasıdır ve o olmadan mânâ eksik kalırdı.

===============•-•===============


“Neden bu lafızla?” sualinin gücü, Kur’ân’ın sadece hüküm veya akîde bildirirken değil, bir hadiseyi tasvir ederken dahi ne kadar hassas bir kelime mühendisliği kullandığını göstermesinde yatar.
Misal olarak, Hazret-i Mûsâ’nın (A.S.) Mısır’da istemeden birini öldürdükten sonraki kaçış ânını tahlil edelim.

Misal Tahlili: Hz. Mûsâ’nın Kaçışı (Kasas Sûresi, 21)
> İktibas ( Meali): “Bunun üzerine Mûsâ, (yakalanma) korkusu içinde (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalimler kavminden kurtar” dedi.” (Kasas, 28/21)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metninde o ân şöyle tasvir edilir:
“فَخَرَجَ مِنْهَا خَائِفًا يَتَرَقَّبُ”
(Fe harace minhâ hâifen yeteraggabu)
Burada tahlil edilmesi gereken iki kilit lafız vardır: “hâifen” (خَائِفًا) ve “yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ).
Zemahşerî’nin usulüyle soralım: Allah neden sadece “kaçtı” (fe harabe) demedi? Veya neden sadece “korkarak çıktı” (fe harace hâifen) demekle yetinmedi de, peşine “yeteraggabu” fiilini ekledi?

1. “Hâifen” (خَائِفًا): Derûnî Hâlin Tasviri
* Lafzın Mânâsı: “Hâif”, korkan, korku içinde olan demektir. Bu, gramer olarak bir “hâl”dir. Yani, çıkma (harace) fiilinin nasıl bir ruh hâleti içinde yapıldığını tasvir eder.
* Tahlil: Bu kelime, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) derûnî durumunu, psikolojisini tek kelimeyle özetler. O’nun çıkışı bir seyahat, bir tercih değil, can korkusundan kaynaklanan bir mecburiyettir. Bu, onun iç dünyasındaki dehşeti tasvir eder.

2. “Yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ): Zâhirî Faaliyetin Tasviri
İşte nazmın mûcizesi bu ikinci kelimede daha da parlamaktadır.
* Lafzın Mânâsı: “Yeteraggabu” (يَتَرَقَّبُ), “rakabe” (رقب) aslî (kök) kelimesindendir. “Rakabe”, boyun demektir. “Teraggub” ise, boynunu (başını) sürekli çevirerek etrafa bakmak, tehlikeyi gözetlemek, her an bir şey olmasını beklemek demektir.
* Neden “Yeteraggabu” da, “Yenzuru” (Bakıyor) Değil?
* “Yenzuru” (ينظر) (Nazar ediyor/Bakıyor) denseydi, bu sadece normal bir “bakış” fiili olurdu. Nereye, niçin baktığını tam ifade etmezdi.
* “Yeteraggabu” lafzı ise, fiil-i muzâri (şimdiki/geniş zaman) kipiyle gelerek, bu faaliyetin sürekli ve tekrar ederek yapıldığını gösterir.
* Tahlil: Bu kelime, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) zâhirî faaliyetini tasvir eder. “Hâifen” (korku) onun içinde olandır; “yeteraggabu” (gözetleme) ise o derûnî korkunun bedene, fiillere yansımasıdır.

Nazmın Küllî Mânâsı: Bir Sinema Sahnesi Gibi
Allah Teâlâ, bu iki lafzı “hâifen yeteraggabu” şeklinde yan yana getirerek, bizim nazarımızda (bakışımızda) adeta bir sahne canlandırır:
Sadece korkan bir adam değil; içindeki o derin korku sebebiyle, durmaksızın başını sağa sola çeviren, arkasına bakan, her gölgeden irkilen, her sesten “Acaba yakalandım mı?” diye endişe eden, adımlarını tedirginlikle atan ve her an Firavun’un askerlerinin ortaya çıkmasını bekleyen bir kaçağın tam bir portresini çizer.
* “Hâifen”, o ânın statik (durağan) psikolojisidir.
* “Yeteraggabu”, o ânın dinamik (hareketli) fiilidir.
Eğer sadece “hâifen” denseydi, fiil (eylem) eksik kalırdı. Sadece “yeteraggabu” denseydi, bu gözetlemenin sebebini (korkuyu) tam anlayamayabilirdik; belki sadece tedbirli davrandığını düşünürdük.
Fakat bu nazım (tertip), derûnî hâl ile zâhirî faaliyeti birleştirerek, mânâyı en beliğ (en açık ve tesirli) ve en îcâzlı (kısa ve öz) şekilde zirveye taşımıştır. Bu iki kelime, sayfalarca yazılabilecek bir ruh hâlini ve eylemi tasvir etmektedir.

 

===============•-•===============

 

Bu defa, Zemahşerî’nin (Rh.A.) o mühim sualinin, yani “Neden bu mânâ, bu lafızla ve bu tertiple (nazm) ifade edildi?” sorusunun, doğrudan İslâm Fıkhı’nın (hukukunun) en temel meselelerinden birini nasıl şekillendirdiğine dair mûcizevî bir misal üzerinde duralım.

Konumuz, Mâide Sûresi’ndeki meşhur abdest âyeti ve bilhassa başın meshedilmesi emrindeki o kritik “Bâ” (ب) harfidir.

Misal Tahlili: Abdest Âyeti ve “Bâ” Harfinin Nazmı
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin, topuklara kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin (boy abdesti alın). Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz tuvaletten gelir veya hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin). Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Mâide, 5/6)
>
Bu âyette, abdestin farzları sayılırken dört esas faaliyet emredilir:
* Yüzleri yıkamak (فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ – fagsilû vucûhekum)
* Elleri (kolları) yıkamak (وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ – ve eydiyekum ile’l-merâfik)
* Başları meshetmek (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ – ve’msahû bi-ru’ûsikum)
* Ayakları yıkamak (وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ – ve erculekum ile’l-ka’beyn)
Buradaki nazım tahlilimiz, 3. maddedeki “ve’msahû bi-ru’ûsikum” (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ) emri üzerinedir.

Sual: Neden “Bâ” Harfi ile Geldi?
Allah Teâlâ, neden “Başlarınızı meshedin” emrini, nesneyi doğrudan alan (müteaddî) bir fiil ile, yani “İmsahû ru’ûsekum” (امْسَحُوا رُءُوسَكُمْ) şeklinde ifade etmedi de, araya bir “Bâ” (ب) harf-i cerri (edatı) koyarak “ve’msahû bi-ru’ûsikum” (وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ) dedi?
Yüz ve kollar için “fagsilû vucûhekum” (Yüzlerinizi yıkayın) denilirken fiil (yıkamak) ile nesne (yüzler) arasına hiçbir edat girmemiştir. Bu, yüzün tamamının yıkanmasının farz olduğunu netleştirir.
Fakat başa gelince, nazım (tertip) değişir. Bu “Bâ” harfi, Arap dilbilgisinde farklı mânevî faaliyetler için kullanılır ve bu faaliyetlerin her biri, fıkhî (hukukî) bir netice doğurmuştur.
İşte o “Bâ” harfinin muhtemel üç mânâsı ve bu nazmın hikmeti:

1. “Bâ” Harfi “İlsâk” (Değdirme, Yapıştırma) Mânâsındadır
* Tahlil: “Bâ” harfinin en aslî (esas) mânâsı “ilsâk”tır. Yani fiili (eylemi), nesneye yapıştırmak, değdirmektir. Bu durumda âyetin mânâsı: “Meshetme fiilini başınıza değdirin/yapıştırın” olur.
* Hukukî Netice (Fıkıh): Bu yorumu esas alan İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel (Rh.A.) gibi müçtehitler, âyetin emrinin “meshi başa değdirmek” olduğunu, Sünnet-i Seniyye’deki tatbikatın ise (Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) fiili) başın tamamını meshetmek olduğunu birleştirmişlerdir. Onlara göre “Bâ” harfi, meshin başın tamamına (veya çoğunluğuna) temas etmesi gerekliliğini (“ilsâk”) ifade eder.

2. “Bâ” Harfi “Tab’îz” (Bir Parçası / Bir Kısmını) Mânâsındadır
* Tahlil: “Bâ” harfi, Arap belâgatında bazen “min” (من) edatı gibi “bir kısmı”, “bazısı” mânâsı katar (بَعْضِيَّة). Bu, dilbilimsel olarak en çok tartışılan fakat fıkıh açısından en mühim yorumdur.
* Hukukî Netice (Fıkıh): Bu yorum, fıkıhta büyük bir “ruhsat” (kolaylık) kapısı açmıştır.
* İmam Ebû Hanîfe (Rh.A.): Bu “Bâ” harfinden “bir kısım” mânâsını anlamış ve bu kısmın miktarını da (ihtiyaten) başın dörtte biri olarak belirlemiştir. Eğer “Bâ” olmasaydı (“İmsahû ru’ûsekum”), başın tamamı gerekirdi. “Bâ” geldiği için “bir kısmı” yetmiştir.
* İmam Şâfiî (Rh.A.): “Bâ” harfinin bu “tab’îz” (parça) mânâsını en geniş şekilde yorumlamıştır. Ona göre başa ait herhangi bir parçaya (meselâ bir tel saça bile) meshetmek, âyetteki “Bâ” harfinin getirdiği “bir kısım” olma şartını yerine getirir.

3. “Bâ” Harfi “Te’kid” (Pekiştirme) Mânâsındadır
* Tahlil: Bazı dilbilimciler bu “Bâ”nın zâid (fazladan gelen) olup, sadece mânâyı pekiştirmek için (“mutlaka meshedin”) geldiğini savunur. Bu durumda mânâ, “İmsahû ru’ûsekum” (Başlarınızı meshedin) lafzıyla aynı olurdu.

Netice ve İlâhî Hikmet
Sualimize dönersek: Neden “İmsahû ru’ûsekum” değil de, “ve’msahû bi-ru’ûsikum”?
* Cevap: Eğer Allah Teâlâ “Bâ” harfini kullanmadan, “İmsahû ru’ûsekum” (Başlarınızı meshedin) deseydi, tıpkı “fağsilû vucûhekum” (Yüzlerinizi yıkayın) emrinde olduğu gibi, lafız net bir şekilde başın tamamının meshedilmesini emrederdi. Bu durumda, Hanefî ve Şâfiî mezheplerinin sunduğu “bir kısmını meshetme” kolaylığı (ruhsatı) ortadan kalkardı.
* İlâhî Nazmın Hikmeti: Allah Teâlâ, bu kritik emri o “Bâ” (ب) harfi ile indirerek, lafzın muhtevasına hem “azîmeti” (tamamını meshetme yorumu – Mâlikî/Hanbelî) hem de “ruhsatı” (bir kısmını meshetme yorumu – Hanefî/Şâfiî) yerleştirmiştir.
* Bu tek harf, İslâm ümmeti için fıkıhta (hukukta) muazzam bir rahmet ve esneklik alanı açmıştır. Başı yıkamanın zorluğunu (meşakkat) “mesh” emriyle hafifletmiş; “mesh” emrini de “Bâ” harfiyle kolaylaştırarak, bu dinin “kolaylık” (yüsr) üzerine kurulu olduğunun isbatını bir harf ile nazmetmiştir.
Bu, Kur’ân nazmının sadece edebî ve hissî değil, aynı zamanda hukukî ve teşriî (kanun koyucu) bir mûcize olduğunu gösteren parlak bir misaldir.

 

===============•-•===============

 

Bu defa, Zemahşerî’nin (Rh.A.) o kilit sualini (“Neden bu lafızla ve bu tertiple?”) bir “duâ” âyeti üzerinden tahlil edelim.
Duâ, kulun Allah Teâlâ ile olan alâkasının en derûnî noktasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiği duâlarda, lafızların ve tertibin (nazmın) seçimi, o duânın “kabul sırrını” da ihtivâ eder.
Bu konudaki en parlak misallerden biri, Hazret-i Yûnus’un (Aleyhisselâm) balığın karnındaki duâsıdır.

Misal Tahlili: Hz. Yûnus’un (A.S.) Duâsı ve Nazmın Sırrı
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Zünnûn’u da (Yûnus’u da) an. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, ‘Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum’ diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ, 21/87)
>
Âyetin bize aktardığı duâ şudur:
“لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ”
(Lâ ilâhe illâ ente Subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn)
Burada sorulması gereken sual şudur: Hz. Yûnus (A.S.), içinde bulunduğu o imkânsız vaziyette (gecenin, denizin ve balığın karnının karanlıkları içinde) neden doğrudan “Yâ Rabbi, beni kurtar!” (نَجِّنِي – Neccinî) veya “Beni affet!” (اغْفِرْ لِي – İgfir lî) şeklinde bir talepte bulunmadı da, bu üç cüzden oluşan cümleyi tercih etti?
Bu nazmın (tertip) hikmeti, duânın kabul edilme edebini öğretir:

1. Birinci Cüz: “Lâ ilâhe illâ ente” (لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ) – Tevhid
* Lafız Seçimi: Bu, “Senden başka ilâh yoktur” demektir.
* Nazmın Hikmeti: Duâda birinci mertebe, kimden istendiğini bilmek ve tasdik etmektir. Hz. Yûnus (A.S.), o an içinde bulunduğu vaziyette (ki bu, sebeplerin tamamen sustuğu bir ândır), kendisini kurtaracak yegâne kudretin Allah olduğunu ilân etmektedir.
* Tahlil: Bu cümle, “Yâ Rabbi, beni ancak Sen kurtarabilirsin. Gecenin karanlığına, denizin dehşetine ve balığın tahakkümüne hükmedecek Senden başka hiçbir kuvvet, hiçbir ilâh, hiçbir merci yoktur” demenin en veciz ifadesidir. Bu, Tevhid ile (Allah’ı birleyerek) duâya başlamaktır.

2. İkinci Cüz: “Subhâneke” (سُبْحَانَكَ) – Tenzih
* Lafız Seçimi: Bu, “Seni tenzih ederim” (her türlü noksanlıktan, eksiklikten, acizlikten ve yersiz iş yapmaktan uzaksın) demektir.
* Nazmın Hikmeti: Tevhid ile Allah’ın “tek” olduğunu tasdik ettikten sonra, O’nun “kemâl” (kusursuzluk) sahibi olduğunu tasdik etmek gerekir.
* Tahlil: Hz. Yûnus (A.S.), bu lafızla adeta şunu demektedir: “Yâ Rabbi, benim başıma gelen bu musibet, Senin bir noksanlığından veya adaletsizliğinden (hâşâ) kaynaklanmadı. Sen, abes (hikmetsiz) iş yapmazsın. Senin her fiilin (faaliyetin) hikmetlidir ve Sen her türlü kusurdan münezzehsin.” Bu, Tenzih ile Allah’ın azametini ikrar etmektir.

3. Üçüncü Cüz: “İnnî küntü mine’z-zâlimîn” (إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ) – İ’tiraf
* Lafız Seçimi: “Gerçekten ben zalimlerden (kendine zulmedenlerden, haddi aşanlardan) oldum.”
* Nazmın Hikmeti: Bu, nazmın zirvesidir.
* Önce Allah’ın birliğini söyledi (Tevhid).
* Sonra Allah’ın kusursuzluğunu söyledi (Tenzih).
* Şimdi ise bütün kusuru, noksanlığı ve hatayı kendi nefsine aldı.
* Tahlil: “Yâ Rabbi, Madem Sen noksansızsın (Subhâneke), o halde bu musibetin sebebi Sensin diyemem. Öyleyse sebep benim. Ben, (kavmine kızıp izinsiz ayrılmakla) nefsine zulmedenlerden oldum.” Bu, İ’tiraf (kendi kusurunu itiraf etme) ve pişmanlıktır.

Netice ve İlâhî Hikmet
Neden “Beni kurtar!” değil de bu tertip?
Çünkü bu tertip (Tevhid + Tenzih + İ’tiraf), duânın kendisinden daha tesirli bir “isti’câl” (acele yardım talebi) mânâsı taşır. Bu, sadece bir talep değil, kabulün şartlarını bizzat hazırlayan bir ikrardır.
* Risale-i Nur Külliyatı’nda Bediüzzaman Hazretleri’nin de işaret ettiği gibi, bu duâ “istirham” (merhamet dileme) değil, “istiâze” (Allah’ın Rubûbiyetine ve rahmetine sığınma) makamıdır.
* Bu duâda lafzen bir talep (kurtuluş isteği) yoktur. Fakat bu üç hakikatin (Tevhid, Tenzih, İ’tiraf) bir araya gelmesi, zımnen (dolaylı olarak) en acil kurtuluş talebini ihtivâ eder.
* Allah Teâlâ, bu “edeb” ile yapılan duânın neticesini bir sonraki âyette hemen bildirir:
> “Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu o sıkıntıdan (gamdan) kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ, 21/88)
>
O’nun duâsını bu kadar süratle kabul ettiren şey, seçtiği lafızlar ve bu lafızların ilâhî nazmıdır. “Başka bir şekilde” (meselâ doğrudan talepte bulunarak) yapılan bir duâ, bu kadar derûnî bir teslimiyeti ve acziyeti tasvir edemezdi.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm’in “inzâr” (uyarı) âyetleri, belâgatın ve lafız seçiminin, muhatabın kalbinde en derin tesiri (korku, haşyet, dehşet) nasıl bıraktığının zirve misalleridir.
Bu tahlil için, Kıyamet’in dehşetini tasvir eden en sarsıcı sûrelerden biri olan Kâri’a Sûresi’nin (Çarpan, Vuran Felâket) başlangıcına bakalım.

Misal Tahlili: Kâri’a Sûresi ve Dehşet Nazmı
Sûre şu şekilde başlar:
> İktibas (Meali): “Yürekleri hoplatan (dehşetli) o felâket! Nedir o yürekleri hoplatan felâket? Yürekleri hoplatan o felâketin ne olduğunu sana ne bildirdi?” (Kâri’a, 101/1-3)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“الْقَارِعَةُ (1) مَا الْقَارِعَةُ (2) وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْقَارِعَةُ (3)”
(El-Kâri’ah. Me’l-Kâri’ah. Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah)
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ, Kıyamet’i haber vermek için neden doğrudan “Kıyamet kopacak” (Meselâ, “Tekûmu’s-Sâ’ah”) demedi de, bu dehşet verici lafzı seçti ve bu üç basamaklı tertibi (nazmı) kullandı?

1. Lafız Seçimi: Neden “el-Kâri’a” (الْقَارِعَةُ)?

* Lafzın Mânâsı: “Kâri’a” kelimesi, “kara’a” (قرع) aslî (kök) kelimesindendir. “Kara’a”, bir şeye (meselâ bir kapıya), muhatabı yerinden sıçratacak ve dehşete düşürecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak demektir.
* Neden Başka Lafız Değil? Kur’ân, Kıyamet için “es-Sâ’a” (Saat, belirlenmiş vakit), “el-Hâkka” (Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan), “el-Vâkı’a” (Vuku bulacak olan) gibi pek çok lafız kullanır.
* Tahlil: Ancak burada seçilen “el-Kâri’a” lafzı, o hadisenin tesirini öne çıkarır. Bu, sadece bir vaktin gelmesi (“Sâ’a”) veya bir gerçeğin vuku bulması (“Vâkı’a”) değildir. Bu, bütün kâinatın ve kalplerin üzerine inen, onları çarpan, döven ve dehşete düşüren bir Vuruş’tur.
* Bu lafız, bizzat ses yapısıyla (fonetik) dahi (bilhassa “Kâf” (ق) ve “Ayn” (ع) harfleriyle) bir sertlik ve çarpma tesiri uyandırır.
* Meali’nin parantez içinde “Yürekleri hoplatan” şeklinde bu mânâyı vermesi, lafzın bu aslî (esas) dehşetini yansıtır.

2. Nazmın (Tertibin) Hikmeti: Dehşeti Tırmandırma Sanatı

Allah Teâlâ, bu “Kâri’a”nın ne olduğunu doğrudan açıklamaz. Muhatabın zihnini hazırlamak ve hadisenin azametini idrak ettirmek için dehşeti tırmandıran üç aşamalı bir nazım kullanır. Bu, belâgatta “Tehvîl” (تهويل), yani bir şeyi azametli ve korkunç gösterme sanatıdır.

* 1. Aşama: “El-Kâri’ah” (O Çarpan!)
* Bu, bir haber cümlesi değil, bir “İhbar” ve “İntibah” (Uyarma) nidasıdır. Muhatabın dikkatini toplar: “Dinleyin! O dehşetle çarpan geliyor!” Zihinler sarsılır.

* 2. Aşama: “Me’l-Kâri’ah?” (Nedir o Çarpan?)
* Zihin sarsıldıktan sonra, şimdi bir merak ve korku başlar. Bu, “Nedir bu?” sorusudur. Âyet, bu soruyu yineleyerek, olayın sıradan bir felaket olmadığını, ne olduğunun dahi bilinemediğini vurgular.

* 3. Aşama: “Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah?” (Sana ne bildirdi o Çarpanın ne olduğunu?)
* Bu, nazmın zirvesidir. Allah Teâlâ, muhatap olan insana (veya Peygamber’e (S.A.V.)) hitaben, “Senin idrakin, senin tasavvurun, bu Kâri’a’nın ne olduğunu kavramaya yetmez” demektedir.
* “Mâ edrâke” (Sana ne bildirdi?) ifadesi, Kur’ân’da her zaman, aklın ve beşerî tecrübenin sınırlarının ötesindeki bir hakikati tasvir etmek için kullanılır.
Netice
Allah, neden bu nazmı seçti?
Eğer doğrudan “Kâri’a şudur…” diye başlasaydı, tesir zayıf kalırdı. Fakat bu tertip ile:
* En sarsıcı lafzı (“Kâri’a”) seçerek olayın tesirini vurguladı.
* Bu tesiri üç aşamada (İhbar-> Sual -> Acziyet İtirafı) tırmandırarak muhatabın zihnini âciz bıraktı.
* Aklın idrak edemeyeceğini (“mâ edrâke”) belirttikten sonra, ancak onun neticesini tasvir etti:
> “O gün insanlar, her biri bir tarafa uçuşan küçük kelebekler [pervaneler] gibi olacaktır. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacaktır.” (Kâri’a, 101/4-5)
>
Bu tertip, “Kâri’a”nın (Vuruş’un) dehşetini, ancak onun zıtları (en sağlam olan dağları yüne, en şuurlu olan insanı şuursuz pervaneye) çevirmesiyle tasvir etmiştir. Bu, lafız ve nazmın, mânâyı (dehşeti) en zirvede nasıl tasvir ettiğinin mûcizevî bir misalidir.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) zirvesi, şüphesiz, Kelâm’ın Sahibi olan Allah Teâlâ’nın, o Kelâm’ı kendisine inzâl ettiği (indirdiği) Habîbi’ne (S.A.V.) olan hitabındaki “iltifat” ve “ikram”da gizlidir.
Bu âyetlerdeki her lafız, her harf ve her tertip, ilâhî muhabbetin ve o Yüce Resûl’ün (S.A.V.) makamının bir tasviridir.
Bu konudaki en parlak misallerden biri, müşriklerin O’na (S.A.V.) isnat ettiği (mecnûn, deli) gibi ağır ithamlara cevap olarak inen Kalem Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîmedir.

Misal Tahlili: İlâhî Şehâdet ve İltifat (Kalem Sûresi, 4)
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni, belâgat açısından muazzam bir yoğunluğa sahiptir:
“وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ”
(Ve inneke le ‘alâ hulukin ‘azîm)
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ, Habîbi’nin (S.A.V.) ahlâkını övmek için neden basitçe “Senin ahlâkın yücedir” (Meselâ: حُلُقُكَ عَظِيمٌ – Hulukuke ‘azîm) demedi de, bu kadar yoğunlaştırılmış ve pekiştirilmiş (te’kidli) bir nazmı (tertibi) tercih etti?
Bu ilâhî nazmı cüzlerine ayıralım:
1. “Ve İnneke” (وَإِنَّكَ): İki Katlı Te’kid (Pekiştirme) ile Başlangıç
* “Vâv” (وَ): Buradaki “Vâv” harfi, sadece bir bağlaç değildir. Ya bir önceki âyete (Sana kesintisiz bir mükâfat vardır) kuvvetli bir bağlantı kurar ya da bir “yemin” (kasem) mânâsı taşır. Her hâlükârda, söze bir azamet ve ciddiyet katar.
* “İnne” (إِنَّ): Arap dilinde şüpheyi ortadan kaldıran en kuvvetli te’kid (pekiştirme) edatıdır. “Şüphesiz ki sen…”
* Nazmın Hikmeti: Hitap, daha ilk kelimeden itibaren iki farklı pekiştirme unsuruyla başlamaktadır. Bu, bir önceki âyetlerde Resûlullah’a (S.A.V.) “mecnûn” (deli) diyen müşriklere karşı, O’nun (S.A.V.) akıl sağlığının ve ahlâkî yüceliğinin reddedilemez bir hakikat olduğunu ilân eder. Bu, bir tespit değil, bir ilân ve şehâdettir.

2. “Le ‘alâ” (لَعَلَى): Hâkimiyet ve İkinci Te’kid Katmanı
* “Le” (لَ): Bu, “Lâm-ı Te’kid” (pekiştirme lâmı) olarak bilinen ikinci bir pekiştirme edatıdır. “İnne” ile başlayan bir cümlede bu “Lâm”ın da gelmesi, belâgat açısından mânâyı en üst perdeye çıkarır. Artık cümle “Şüphesiz ve muhakkak ki sen…” mânâsına bürünmüştür.
* “Alâ” (عَلَى): İşte bu harf-i cer, nazmın kilit noktasıdır. “Alâ”, “üzerinde” demektir ve “isti’lâ” (yükselme, hâkimiyet) ifade eder.
* Nazmın Hikmeti (Neden “fî” (içinde) değil de, “alâ” (üzerinde)?):
* Allah Teâlâ, “İnneke fî hulukin ‘azîm” (Sen yüce bir ahlâk içindesin) dememiştir. “İçinde” (fî) denseydi, ahlâkın onu kapsadığı, kuşattığı anlaşılabilirdi.
* Fakat “alâ” (üzerinde) denilerek, Resûlullah’ın (S.A.V.) ahlâkın üzerine çıktığı, ona hâkim olduğu, ahlâkı bir binek veya bir makam gibi idare ettiği ve o yüce ahlâkın zirvesinde durduğu tasvir edilmiştir. O (S.A.V.), ahlâka tâbi değil; ahlâk, O’nun (S.A.V.) şahsında kemâlini bulmuştur. Bu, pasif bir “sahip olma” değil, aktif bir “hâkimiyet” ve “temsil” makamıdır.

3. “Hulukin” (خُلُقٍ): Nekre (Belirsiz) Kullanımdaki Azamet
* Lafız Seçimi: Âyet “el-Huluki’l-‘Azîm” (الْخُلُقِ الْعَظِيمِ) (O bilinen yüce ahlâk) dememiş, “Hulukin ‘Azîm” (Yüce bir ahlâk) demiştir.
* Nazmın Hikmeti: Arap belâgatında, böyle bir övgü (medh) makamında lafzın “nekre” (belirsiz, -in/-un ekiyle) gelmesi, “ta’zîm” (yüceltme) ve “tefhîm” (azametini bildirme) içindir. Mânâ şudur: “Sen öyle bir ahlâk üzeresin ki, bu ahlâkın büyüklüğü ve mahiyeti (yapısı) tarif edilemez, beşerî idrakle tam olarak kuşatılamaz, ‘şudur’ diye sınırlandırılamaz.”

4. “Azîm” (عَظِيمٍ): İlâhî Tasdik
* Lafız Seçimi: “Azîm” (Muazzam, çok yüce).
* Nazmın Hikmeti: Tahlilin nihaî noktası budur. O ahlâkı “Azîm” (Yüce) olarak vasıflandıran kimdir? Müşrikler “mecnûn” derken, Allah (C.C.) “Azîm” demektedir.
* El-Azîm olan Allah (C.C.), Kendi Yüce Zâtı’nın sıfatlarından biri olan “Azîm” lafzını Habîbi’nin (S.A.V.) ahlâkı için kullanmaktadır. Allah’ın (C.C.) “Azîm” (Yüce) dediği bir ahlâkın hakiki yüceliğini tasavvur etmek, mahlûkatın idrakinin dışındadır (haricindedir).

Netice
Allah Teâlâ neden bu nazmı (tertip) seçti?
Çünkü bu nazım, basit bir övgü cümlesi (“Senin ahlâkın yücedir”) değildir. Bu nazım;
* Bütün şüpheleri yok eden (İnneke),
* Yeminle teyit edilen (Vâv ve Le),
* O ahlâka hâkimiyetini ve zirvedeki yerini tasvir eden (‘alâ),
* Büyüklüğü tarif edilemez (Hulukin – nekre)
* Ve bizzat El-Azîm olan Allah tarafından tasdik edilen (‘Azîm)
…ilâhî bir “iltifat” ve “şehâdetnâme”dir. Bu âyet, Resûlü’nü (S.A.V.) teselli etmek, O’nun makamını ilân etmek ve O’na (S.A.V.) dil uzatanları ilâhî bir kelâm ile susturmak için seçilmiş en mükemmel lafız ve tertiptir.

===============•-•===============


Kur’ân-ı Kerîm’in belâgat mûcizelerinden biri de, en mücerret (soyut) ve en derûnî hakikatleri, muhatabın zihninde en somut ve en sarsıcı şekilde canlandırabilen “teşbih” (benzetme) sanatıdır.
“Neden bu mânâ, bu lafızla?” sualinin cevabı, bu teşbihlerde saklıdır.
Misal olarak, kâfirin (inkâr edenin) amellerinin âhiretteki durumunu tasvir eden Nûr Sûresi’ndeki o dehşetli teşbihi tahlil edelim.

Misal Tahlili: Kâfirin Amelleri ve “Serâb” Teşbihi
> İktibas ( Meali): “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder. Nihayet oraya vardığında hiçbir şey bulamaz. (Amelinin karşılığı olarak) yanında ancak Allah’ı bulur. Allah da onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.” (Nûr, 24/39)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki teşbihin merkez lafızları şunlardır:
“…keserâbin bi-kî’atin yahsebuhu’z-zam’ânu mâen…”
(…keserâbin (serap gibi) bi-kî’atin (ıssız/düz bir çölde) yahsebuhu’z-zam’ânu (şiddetle susayanın sandığı)…)

Sualimiz şudur: Allah Teâlâ, imansız bir amelin “boşluğunu” ve “hiçliğini” tasvir etmek için neden “kül” (رماد) (Nitekim İbrahim Sûresi 18. âyette “rüzgârlı bir günde savrulan kül” teşbihi de vardır) veya “duman” (دخان) gibi başka bir lafız değil de, bu âyette spesifik olarak “Serâb” (سَرَاب) lafzını seçmiştir?
Bu lafız ve bu nazım (tertip), “boşluk”tan daha derin bir mânâyı, yani “aldanmışlığı” tasvir eder:

1. Lafız Seçimi: Neden “Serâb” (سَرَاب)?
* “Kül” (رماد) veya “Duman” (دخان) ile Farkı: Kül veya duman, var olmuş bir ateşin yok olan kalıntılarıdır. Onları gören kimse onlarda bir “fayda” (meselâ su) olduğunu zannetmez. Onların “yokluk” olduğunu bilir.
* “Serâb” (سراب) Lafzının Mûcizesi: Serâb (serap), “boşluk” veya “yokluk” demek değildir. Serâb, aslında var olmayan bir şeyin, uzaktan tıpkı var gibi (su gibi) görünmesidir. O, bir “yokluk” değil, bir “yanılma”dır (yanılsama).
* Tahlil: Allah Teâlâ bu lafızla, kâfirin dünyada yaptığı (zâhiren/dıştan görünen) iyiliklerin, hayırların, sosyal faaliyetlerin “yok” olduğunu değil, onların “aldatıcı” olduğunu bildirmektedir.
* Dünyada o amellere bakanlar, onları “iyi”, “erdemli” (faziletli) ve “kurtarıcı” (su gibi) zannederler. O amellerin bir pırıltısı, bir görünüşü vardır.
* Fakat “iman” aslî (esas) temeli olmadığı için, o ameller tıpkı “serâb” gibi, hakikat (su) olmayan bir görüntüdür.
* “Kül” lafzı bu “aldatıcı görünüşü” ifade etmezdi. “Serâb”, bu mânâ için kilit lafızdır.

2. Mekân Seçimi: Neden “bi-Kî’atin” (بِقِيعَةٍ)?
* Lafzın Mânâsı: “Kî’a” (قِيعَة), dümdüz, üzerinde hiçbir yükseklik, ağaç, gölge veya alâmet bulunmayan, gözün alabildiğine uzandığı boş ve ıssız çöl/arazi demektir.
* Nazmın Hikmeti:
* Serâb en net, en aldatıcı şekilde “kî’a”da, yani böyle dümdüz ve boş bir arazide görünür.
* Bu “kî’a” (boş arazi), aynı zamanda kâfirin kalbinin ve hayatının tasviridir. İçinde Tevhid ağacının, iman gölgesinin bulunmadığı bomboş bir arazi. Bu boşlukta yapılan ameller, ancak bir “serâb” parıltısı olabilir.

3. Muhatap Seçimi: Neden “ez-Zam’ân” (الظَّمْآنُ)?
* Lafzın Mânâsı: Âyet, serâbı gören için “en-Nâzır” (bakan) veya “er-Râî” (gören) dememiştir. “ez-Zam’ân” (الظمآن) demiştir.
* “Zam’ân” ve “Atşân” Farkı: “Atşân” (عطشان) normal susamış demektir. “Zam’ân” ise, susuzluktan helâk olmak üzere olan, suya şiddetle ihtiyacı olan ve bu ihtiyacın hararetini içinde hisseden demektir.
* Nazmın Hikmeti:
* Bir serâba en çok aldanacak kişi “Zam’ân”dır. Çünkü ihtiyacının şiddeti, onun muhakemesini zayıflatmış, gördüğü en ufak parıltıyı “su” zannetmesine sebep olmuştur.
* Bu, o imansız amelleri yapan veya onlara bel bağlayan insanın hâlidir. İnsan, fıtraten “kurtuluşa” ve “mânâya” şiddetle muhtaçtır (“Zam’ân”dır). İmansız amelleri, bu ihtiyacını giderecek “su” zanneder.
* Lafız, ihtiyacın şiddetini ve bu sebeple aldanmanın kaçınılmazlığını tasvir eder.

Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü bu üç lafız (Serâb + Kî’a + Zam’ân), bir araya gelerek, dünyada “iyi”, “parlak”, “faydalı” görünen, fakat “iman” esası (aslı) olmadığı için âhirette sahibini yormaktan ve aldatmaktan başka hiçbir faaliyeti olmayan bir amelin tam portresini çizer.
Âyetin devamındaki “Nihayet oraya vardığında hiçbir şey bulamaz” (لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا) ifadesi, bu mûcizevî teşbihin kaçınılmaz neticesidir. Serâbın (amellerin) tek gayesi, Zam’ân’ı (insanı) “hiçliğe” ulaştırmaktır.
Eğer “kül” teşbihi kullanılsaydı, amellerin dünyadaki bu aldatıcı cazibesi ve zâhirî pırıltısı tasvir edilemezdi.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm’deki en mûcizevî teşbih (benzetme) âyetlerinden biridir ve “Neden bu lafızla?” sualinin en derin cevaplarını ihtivâ eder.
Bir önceki misalimiz olan Nûr Sûresi’nin 39. âyeti, imansızlığın neticesini (“serâb” – aldatıcı bir hiçlik) tasvir etmişti. Ondan sadece birkaç âyet önce (Nûr Sûresi, 35. âyet) ise, Allah Teâlâ, imanın hakikatini ve Kendi Nûr’unun misalini, o “serâb” teşbihinin tam zıddı olan muazzam bir “nur” teşbihiyle tasvir eder.

Misal Tahlili: Nûr Âyeti (Nûr, 24/35) ve Katmanlı Teşbih
> İktibas (Meali): “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir niş (mişkât) gibidir. Lâmba bir sırça (zücâce) içindedir. Sırça, sanki incimsi bir yıldız (kevkebün dürriyyün) gibidir. Bu lâmba ne doğuya ne de batıya ait olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. O ağacın yağı, kendisine ateş değmese bile neredeyse ışık verecek (kadar berraktır). Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nûr, 24/35)
>
Sual şudur: Allah Teâlâ, Kendi Nûr’unu (veya mü’minin kalbindeki iman nûrunu) tasvir etmek için neden “Güneş gibidir” (ke’ş-Şems) veya “Ay gibidir” (ke’l-Kamer) gibi basit, tek katmanlı ve zâhirî bir lafız değil de, bu kadar karmaşık, derûnî ve katmanlı bir nazmı (tertip) seçti?
Çünkü bu nazım, Nûr’un (İmanın) sadece “parlaklığını” değil, onun kaynağını, muhafazasını, mahiyetini (yapısını) ve tecellî sürecini adım adım tasvir eden ilâhî bir mimaridir.
Bu teşbihi (benzetmeyi) katmanlarına ayıralım:

1. Koruyucu: “Mişkât” (مِشْكَاةٍ – Duvardaki Oyuk/Niş)
* Lafız Seçimi: “Mişkât”, o devirde evlerin duvarına oyulan ve içine kandil konulan, arkası kapalı, rüzgâr almayan küçük oyuktur.
* Nazmın Hikmeti: Allah, Nûr’un misalini “rüzgârda savrulan bir meşale” olarak vermez. İlk lafız “mişkât”tır. Bu, Nûr’un (İmanın) muhafaza edilmesi gerektiğini gösterir. Bu “mişkât”, mü’minin bedeni, sadrı (göğüs kafesi) veya İslâm’ın küllî korumasıdır. İman nûru, dışarıdaki (zâhirî) şüphe ve vesvese rüzgârlarına karşı korunmuş bir “niş” içindedir.

2. Aracı: “Zücâce” (زُجَاجَةٍ – Sırça/Cam Fanus)
* Lafız Seçimi: “Mişkât”ın (oyuğun) içinde bir “zücâce” (cam) vardır.
* Nazmın Hikmeti: Bu, teşbihin ikinci derûnî katmanıdır. “Zücâce” (cam), o “mişkât” (beden) içindeki “kalp”tir (gönül).
* Neden Cam? Çünkü cam iki faaliyeti birden görür:
* Koruma: Nûr’un (İmanın) alevini (Misbâh’ı) içerideki en ufak sarsıntıdan korur.
* Şeffaflık: Nûr’un dışarı sızmasına mâni olmaz, bilakis onu daha parlak gösterir. Bu, mü’minin kalbinin safvetini (temizliğini) ve şeffaflığını tasvir eder. Kalp, Nûr’u hapsetmez, onu aksettirir.

3. Asıl (Esas): “Misbâh” (مِصْبَاحٍ – Lamba/Kandil)
* Lafız Seçimi: Cam fanusun içinde “Misbâh” (lâmba, yani alevin/ışığın kendisi) vardır.
* Nazmın Hikmeti: Bu, teşbihin merkezidir. Bu “Misbâh”, kalbin (zücâce) içindeki “İman” hakikati, “Marifetullah” (Allah bilgisi) veya “Akıl”dır. Nûr’un asıl (esas) kaynağıdır.
* Tertip: Nazım, dıştan içe doğrudur: Beden (Mişkât) -> Kalp (Zücâce) -> İman (Misbâh). Bu, insanın mânevî anatomisinin mükemmel bir tasviridir.

4. Yakıt (Kaynak): “Mübârek Bir Zeytin Ağacı”
* Lafız Seçimi: Bu “Misbâh” (iman) kendi kendine yanmaz. Bir yakıta ihtiyacı vardır. Bu yakıt, “mübarek bir zeytin ağacının yağı”dır (Zeyt).
* Nazmın Hikmeti: Bu yakıt, imanı besleyen “Vahiy”dir, “Kur’ân”dır.
* Neden Zeytinyağı? Çünkü o devirde bilinen en saf, en temiz, en dumansız ve en parlak ışık veren yakıt zeytinyağı idi. Vahiy de, insanî felsefelerin dumanından ve kirinden uzak, en saf hakikattir.

5. Yakıtın Vasıfları: Nazmın Zirvesi
Allah Teâlâ, bu yakıtın (Vahyin) vasfını tasvir ederken “Neden bu lafızla?” sualinin en mûcizevî cevaplarını verir:
* “Lâ Şarkiyyetin ve lâ Garbiyyetin” (لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ – Ne Doğuya ne Batıya ait):
* Zâhirî Mânâ: Bir ağaç sadece doğuya bakarsa (şarkiyye) sabah güneşi alır. Sadece batıya bakarsa (garbiyye) ikindi güneşi alır. Ama “ne doğuda ne batıda” (yani bir tepede, açık bir arazide) olan ağaç, tüm gün güneş alır. Bu ağacın meyvesi en olgun, yağı en saf ve en güçlü olandır.
* Derûnî Mânâ: Bu yakıt (Vahiy), kaynağını ne Doğu (Hristiyanlık, o günkü mistik felsefeler) ne de Batı (Yahudilik, o günkü materyalist felsefeler) medeniyetinden alır. O, beşerî değildir. Kaynağı sadece Allah’tır (C.C.). Bu, İslâm’ın “vasat” (dengeli, orta) ve “cihan şümul” yapısını tasvir eder.
* “Yekâdu zeytuhâ yudî’u ve lev lem temseshu nâr” (يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ):
* Mânâsı: “O yağ, (o kadar saftır ki) ona ateş değmese bile neredeyse kendi kendine ışık verecek.”
* Nazmın Hikmeti: Bu, Vahyin (Kur’ân’ın) hakikatinin ne kadar parlak ve “kendinden menkul” (delili kendinde) olduğunun tasviridir. Kur’ân’ın hakikatleri o kadar açıktır ki, henüz “Misbâh” (idrak/iman ateşi) ona dokunmasa bile, “Fıtrat” (insanın aslî yapısı) onun nûrunu neredeyse sezecek ve parlayacaktır.
Netice: “Nûrun ‘alâ Nûr” (نُورٌ عَلَى نُورٍ)
Ayet bu muazzam teşbihi, bu netice ile bağlar: “Nûr üstüne Nûr”. Hangi nûrlar?
* Yakıtın Nûru: Kendi kendine parlayacak kadar saf olan Vahyin (Kur’ân’ın) nûru.
* Ateşin Nûru: O Vahyi tutuşturan “Misbâh”ın (İmanın/Akl-ı selimin) nûru.
Bu, “Fıtrat Nûru”nun üzerine gelen “Vahiy Nûru”dur. Bu, “Akıl Nûru” ile birleşen “İman Nûru”dur.
Allah Teâlâ, imanı tasvir için neden “Güneş” demedi? Çünkü Güneş, dışarıdan (zâhirî) vuran, tekil bir kaynaktır. Bu misal ise, imanın içeride (derûnî), korunaklı (mişkât), saf bir kalpte (zücâce), Vahiy ile beslenen (zeyt) ve Fıtrat ile parlayan (yekâdu yudî’) katmanlı bir hakikat olduğunu tasvir eder.
Bu nazım, imanın mahiyetini (yapısını) “başka bir şekilde” tasviri imkânsız olan bir mükemmellikte açıklamaktadır.

===============•-•===============


Bu tahlil, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) sadece mânâyı veya duyguyu değil, bizzat fizikî hareketi, sürati veya hareketsizliği tasvir etmedeki mûcizesini göstermesi açısından çok mühimdir.
Misal olarak, Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) mağaradaki asırlara yayılan o harikulâde uykularındaki durumlarını tasvir eden âyet-i kerîmeye nazar edelim (bakalım).

Misal Tahlili: Ashâb-ı Kehf ve “Taklîb” (Çevirme) Fiili
> İktibas (Meali): “Uykuda oldukları hâlde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.” (Kehf, 18/18)
>
Âyetin aslî (esas) metninde, tahlilimizin merkezinde olan fiil (eylem) şudur:
“…وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ…”
(…ve nukallibuhum zâte’l-yemîni ve zâte’ş-şimâl…)
Sualimiz şudur: Allah Teâlâ, asırlarca süren bu uykudaki o bedenlerin durumunu tasvir ederken, neden bu hareketi bildirmeye lüzum görmüş ve neden “hareket ettiririz” (meselâ: nuharrikuhum) veya “dönerlerdi” (yetekallebûn) değil de, bizzat Kendi Zâtı’na isnat ederek “Nukallibuhum” (Biz onları çeviririz) lafzını seçmiştir?

1. Lafız Seçimi: “Nukallibuhum” (نُقَلِّبُهُمْ – Biz Çeviririz)
* Lafzın Mânâsı: “Taklîb” (تقليب) fiili, bir şeyi bir yüzden diğer yüze, bir halden diğer hale ağır ağır ve tamamen çevirmek demektir. “Kalp” (قَلْب) kelimesi de aynı aslî (kök) kelimeden gelir; zira o da sürekli bir halden bir hale döner (tegallüb eder).
* Neden Başka Bir Fiil Değil?
* Eğer “Nuharrikuhum” (Onları hareket ettiririz) denseydi, bu, onların uykularında kıpırdadıkları gibi basit bir hareket mânâsına gelebilirdi.
* Eğer “Yetekallebûn” (Onlar dönerlerdi) denseydi, bu fiili (faaliyeti) kendilerinin yaptığı zannedilebilirdi.
* Nazmın Hikmeti (Fiilin Tıbbî ve İlâhî Yönü):
* Tıbbî (Hıfza Dair) Mûcize: Modern tıp bilir ki, bir beden, çok uzun süre (haftalarca, aylarca) aynı pozisyonda hareketsiz kalırsa, yerçekimi ve basınç sebebiyle kan dolaşımı durur, “yatak yaraları” (dekübitüs ülseri) başlar ve beden çürür. Bir bedenin asırlarca çürümemesi için, onun periyodik olarak bir yandan diğer yana “çevrilmesi” (taklîb edilmesi) şarttır. Âyet, “nukallibuhum” lafzıyla, bu tıbbî koruma faaliyetini 14 asır evvel haber vermiştir.
* İlâhî Faaliyetin İsbatı: Fiilin “Nukallibu” (Biz çeviririz) şeklinde, Allah’ın Zâtı’na isnat edilmesi (Birinci çoğul şahıs), bu çevirme işinin onların kendi iradesiyle veya tesadüfen değil, doğrudan ilâhî bir hıfz (koruma) faaliyeti olduğunu ispat eder. Bu, olayın bir “keramet” ve “mûcize” olduğunu gösteren nazmın kendisidir.

2. Nazmın (Tertibin) Yarattığı Dehşet Tasviri
Âyet, bu yavaş ve ilâhî hareketi, mutlak bir hareketsizlik ve dehşet tasviriyle yan yana koyar:
* Hareketsiz Zâhir (Dış Görünüş): “ve kelbuhum bâsitun zirâ’ayhi” (Köpekleri ise ön ayaklarını [kıpırdatmadan] uzatmıştır).
* Aldatıcı Görünüş: “tahsebuhum eykâzâ” (Onları uyanık sanırsın).
* Gerçek Hâl: “ve hum rukûd” (Hâlbuki onlar uykudadırlar).
Şimdi bu sahneyi birleştirelim: Gözleri açık, uyanık görünen (ama derin uykuda olan) bedenler ve kıpırdamadan yatan bir köpek… Bu durağanlığın ortasındaki tek hareket, o bedenlerin görünmeyen bir el tarafından ağır ağır sağdan sola, soldan sağa çevrilmesidir (“nukallibuhum”).
* Nazmın Belâgat Hikmeti: Âyetin sonunda “Onları görseydin… için korku (ru’b) ile dolardı” denmesinin sebebi de budur. O dehşetin (ru’b) aslı (esası) şudur: Uyanık görünen, fakat şuurları olmayan ve kendi iradeleri dışında, ilâhî bir kudretle yavaşça çevrilen bedenlerin yarattığı harikulâde ve ürpertici durum.
* “Nukallibuhum” lafzı, bu sahnede “hayatın” ve “ilâhî korumanın” tek delili iken, aynı zamanda o sahnenin “dehşetinin” de merkezî unsurudur.

Netice
Allah Teâlâ, Ashâb-ı Kehf’in durumunu “başka bir şekilde” değil de tam olarak bu nazım (tertip) ile ifade etmiştir; zira “nukallibuhum” lafzı, tek başına:
* Bedenlerin çürümemesinin tıbbî sırrını (çevrilme),
* Bu fiilin (faaliyetin) ilâhî bir koruma mûcizesi olduğunu (Biz çeviririz),
* Ve o sahnenin harikulâde dehşetini (uyanık gibi görünenlerin görünmez bir el ile çevrilmesi)
…mükemmel bir îcâz (özlülük) ile tasvir etmektedir.

===============•-•===============

 

Bu, Zemahşerî’nin (Rh.A.) sualinin en estetik ve en sarsıcı cevaplarını bulduğumuz bir sahadır. Kur’ân-ı Kerîm’in nazmı (tertibi), sadece mânâ katmanları veya hukukî incelikler değil, bizzat sesin kendisiyle (fonetik âhenk) bir sahneyi tasvir etme mûcizesine sahiptir.
Bu konudaki en güçlü misallerden biri, savaş atlarının o dehşet verici hücumunu tasvir eden Âdiyât Sûresi’nin (Hızlı Koşanlar) ilk âyetleridir.

Misal Tahlili: Âdiyât Sûresi (1-5) ve Sesin Hareketi
Önce o sarsıcı âyetleri iktibas edelim.
> İktibas ( Meali): “Andolsun, (savaşa) koştukça koşanlara (nefes nefese kalanlara), (tırnaklarını) çakarak ateş çıkaranlara, sabah erkenden (düşman) baskını yapanlara, orada tozu dumana katanlara, derken o (toz dumanı) içinde (düşman) topluluğunun ortasına dalanlara.” (Âdiyât, 100/1-5)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metninin ses yapısı, tahlilimizin merkezidir:
* “Ve’l-‘âdiyâti dab-hâ” (وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا)
* “Fe’l-mûriyâti kad-hâ” (فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا)
* “Fe’l-muğîrâti sub-hâ” (فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا)
* “Fe eserne bihî nak-‘â” (فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا)
* “Fe vesatne bihî cem-‘â” (فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا)
Sual şudur: Allah Teâlâ, bir savaşa hücumu tasvir etmek için neden “Atlar hızla koştular, saldırdılar” gibi basit bir beyan cümlesi kurmadı da, bu lafızları, bu tertibi ve bu ses yapısını tercih etti?

1. “Nazm” (Tertip) ve Ritim: Atların Ayak Sesleri
Bu ilk beş âyetin nazmı (tertibi), Arap şiirinde veya nesrinde alışılmadık bir yapıdadır. Âyetler son derece kısa, vurgulu ve kesiktir.
* …dab-hâ
* …kad-hâ
* …sub-hâ
* …nak-‘â
* …cem-‘â
Bu kesik ve ritmik nazım, bizzat savaş atlarının dörtnala koşarken çıkardığı ayak seslerinin (nal seslerinin) işitilen bir taklididir. Sûreyi okurken (veya dinlerken), mânâsını bilmeseniz dahi, zihninizde bir hareket, bir sürat ve bir vurgu canlanır. Bu, mânânın sese giydirilmiş hâlidir.

2. Lafız Seçimi ve Ses Mûcizesi (Onomatopoeia – Yansıma)
Lafızlar, o hareketin sesini taklit edecek şekilde seçilmiştir:
* “Dab-hâ” (ضَبْحًا): Bu, kilit lafızdır. “Dabh”, atların hızla koşarken göğüslerinden çıkardığı “hıh… hıh… hıh…” şeklindeki o boğuk nefes nefese kalma sesinin Arapçadaki tam karşılığıdır. Allah Teâlâ, “koşanlara” (el-‘âdiyât) yemin ettikten sonra, onların bu fiili (faaliyeti) nasıl yaptığını bizzat o sesin kelimesiyle tasvir etmiştir. Bu, bir tasvir değil, “sesin yansıması”dır.
* “Kad-hâ” (قَدْحًا): “Kadh”, sert bir şeyin (taşın) sert bir şeye (demir nala) çarpmasıyla çıkan sestir. Bu, atların tırnaklarının kayalara vurarak “çak… çak…” diye ateş (kıvılcım) çıkarmasının sesidir. Sert “Kâf” (ق) ve “Dal” (د) harfleri bu çarpma sesini (fonetiğini) verir.
* “Nak-‘â” (نَقْعًا): Bu, atların ayaklarıyla kaldırdığı “toz bulutu” demektir. Fakat kelimenin sesindeki o genizden gelen “Ayn” (ع) harfi, o tozun boğuculuğunu ve yoğunluğunu hissettirir.

3. Harflerin Fonetiği: Sertlik ve Dehşet
Bu âyetlerde kullanılan harflerin (hurûf) fonetiği, bir savaşın dehşetini tasvir eder:
* Kullanılan harfler yumuşak (meselâ: Mîm, Nûn, Lâm) değil, sert (isti’lâ) harflerdir: ‘Ayn (ع), Dâd (ض), Kâf (ق), Tâ (ط) (vesatne’deki).
* Bu sert harflerin yoğun kullanımı, sahnenin rahat bir koşu değil, şiddetli, zorlu ve dehşet verici bir hücum olduğunu işitsel olarak da pekiştirir.

Netice
Allah Teâlâ neden bu nazmı seçti?
Çünkü Allah (C.C.), muhataba sadece bir hücumu haber vermek istememiştir; o hücumu işittirmek ve yaşatmak istemiştir.
Bu nazım (tertip) ile:
* Atların ayak seslerinin ritmi (kısa âyetler),
* Nefeslerinin sesi (Dab-hâ),
* Nallarının çarpma sesi (Kad-hâ),
* Ve hücumun sertliği (harflerin fonetiği)
…mükemmel bir âhenk içinde birleştirilmiştir. Bu âyetler, Kur’ân’ın sadece mânâsının değil, lafzının ve sesinin de bir mûcize olduğunun; belâgatın, sesin tasvire hizmet etmesi olduğunun en parlak isbatlarından (kanıtlarından) biridir.
Ve bu dehşet tasvirinin hemen ardından gelen âyet, bütün bu şiddetli koşunun sebebini insana bağlar:
> “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” (Âdiyât, 100/6)
>
Sanki o atların dünyaya olan şiddetli koşusu, insanın Rabbini unutup dünyaya olan şiddetli hırsının bir misalidir.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) en mühim belâgat (retorik) mûcizelerinden biridir ve “Neden bu lafızla?” sualinin en sarsıcı cevaplarından birini teşkil eder.
Bu ilâhî sanatta, henüz vuku bulmamış (gelecek – müstakbel) olan hadiseler, sanki olup bitmiş gibi “Fi’l-i Mâzî” (Geçmiş Zaman Kipi) ile tasvir edilir.
Bu tahlil için, Kıyamet’in o dehşetli ânını haber veren Zümer Sûresi’ndeki âyet-i kerîmeyi esas alalım.

Misal Tahlili: Sûr’a Üflenme ve “Fi’l-i Mâzî” Kullanımı
> İktibas ( Meali): “Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa bayılıp düşer. Sonra sûra bir daha üflenir; onlar da birden ayağa kalkmış, bakınıp duruyor olurlar.” (Zümer, 39/68)
>
Bu âyet-i kerîmenin Türkçe meâli, dilin yapısı gereği hadiseyi geniş zaman (“üflenir”) ile aktarmıştır. Fakat âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki nazım (tertip), hayret vericidir:
“وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ…”
(Ve nufiha fi’s-sûri fe sa’ika men fi’s-semâvâti ve men fi’l-ard…)
Burada tahlil edilmesi gereken lafızlar şunlardır:
* “Nufiha” (نُفِخَ): “Üflendi” (Geçmiş zaman – edilgen).
* “Sa’ika” (صَعِقَ): “Bayılıp düştü” (Geçmiş zaman – etken).
Sual: Neden “Seyunfehu” (Üflenecek) Değil de, “Nufiha” (Üflendi)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Bu hadise, gelecekte (âhir zamanda) vuku bulacaktır. Mantıken Arap dilinde gelecek zaman kipi olan “Seyunfehu” (سَيُنْفَخُ – “üflenecek”) veya “Yunfehu” (يُنْفَخُ – “üflenir”) kullanılması gerekmez miydi?
Allah Teâlâ, neden “Sûr’a üflenecek” demedi de, “Sûr’a üflendi” diyerek olayı bitmiş bir hakikat gibi haber verdi?
Nazmın Hikmeti: “Tahakkuk-i Vukû” (Vuku Bulmasının Kesinliği)
Bu sualin cevabı, Arap belâgatının en yüksek kaidelerinden biri olan “Tahakkuk-i Vukû” (تَحَقُّقُ الْوُقُوعِ – Meydana Geleceğinin Mutlak Kesinliği) prensibinde yatar.
* Şüphe ve Tereddüdü Bertaraf Etmek:
* Bir hadiseyi gelecek zaman kipiyle (“-ecek”, “-acak”) haber vermek, o haberin içinde zımnen (dolaylı olarak) bir “beklenti” mânâsı taşır. Beklenti ise, (beşerî nazarında/bakışında) her zaman az da olsa bir “acaba?” şüphesini veya “değişme ihtimali”ni barındırabilir.
* Fakat Allah Teâlâ, Kıyamet gibi ilâhî vaadlerin (veya tehditlerin) vuku bulacağının kesinliğini bildirmek için, o hadiseyi olmuş bitmiş bir vak’a (olay) olarak zikreder.
* “Sûr’a üflenecek” demek bir haber ve vaaddir.
* “Sûr’a üflendi” demek ise, itirazı imkânsız olan, gerçekleşmiş bir hakikat ilânıdır.
* İlâhî Nazarın (Bakışın) Tasviri:
* Zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) mefhumu, mahlûkat (yaratılmışlar) için geçerlidir. Allah Teâlâ (C.C.) için zaman söz konusu değildir.
* İlâhî nazarda, gelecekte olacak Sûr’a üflenme hadisesi, dün olmuş bir hadise kadar (hattâ daha da) net ve vuku bulmuştur.
* Bu nazım (tertip), muhatabı (insanı) kendi dar zaman algısından çıkarıp, hadiseye ilâhî nazarın kesinliği içinden baktırır.
* Dehşetin ve Tesirin Artırılması:
* Muhatabı, “Bir gün Sûr’a üflenecek” diye uyarmak (inzâr) ile, “Sûr’a üflendi! Ve herkes bayılıp düştü!” diyerek o ânın fotoğrafını çekip önüne koymak arasında muazzam bir tesir farkı vardır.
* Geçmiş zaman kipinin kullanılması, muhatabı o ânın dehşetinin içine sokar, onu bir seyirci değil, o olmuş bitmiş olayın bir şahidi gibi hissettirir.
Bu mûcizevî nazım (tertip), Kur’ân’da Kıyamet ve âhiret tasvirlerinin tamamına yakınına hâkimdir. Meselâ Tekvîr Sûresi’nde:
* “İze’ş-şemsu kuvviret” (Güneş dürülüp toplandığı zaman…)
* “Ve ize’n-nucûmu’n-kederat” (Yıldızlar dökülüp karardığı zaman…)
Bütün bu fiiller (eylemler), gelecek zamanda olacağı halde, “İzâ” (إِذَا – …dığı zaman) şart edatından sonra hep fi’l-i mâzî (geçmiş zaman) ile gelmiştir.

Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü bu nazım, Kıyamet ve âhiret hakikatlerini bir “ihtimal” veya “beklenti” olmaktan çıkarıp, onları “olmuş bitmiş, kesin vak’alar” (olaylar) seviyesine yükseltir. Bu, kelâmın muhatap üzerindeki tesirini, uyarısını (inzâr) ve isbatını (kanıtını) en zirveye taşıyan ilâhî bir belâgat mûcizesidir.

===============•-•===============


Bu, belâgat (retorik) ilminin en yüksek sanatlarından biri olan “İltifât” (الْتِفَات – Yönelme, Dönüş) sanatıdır.
“Neden bu lafızla ve bu tertiple (nazm)?” sualinin cevabı, bu sanatta gizlidir. İltifât, sözün akışı esnasında, hitabın yönünü (zamirini) beklenmedik bir şekilde bir şahıstan diğerine (meselâ “O” derken “Sen”e; “Ben” derken “Biz”e) çevirerek muhatabın zihnini sarsmak ve mânâyı derinleştirmek için kullanılır.
Kur’ân-ı Kerîm’deki en parlak ve en mühim “iltifât” misali, her gün defalarca okuduğumuz Fâtiha Sûresi’ndedir.

Misal Tahlili: Fâtiha Sûresi’ndeki Hitap Dönüşü (“İltifât”)
Sûrenin akışını incelediğimizde, metnin tam ortasında mûcizevî bir “dönüş” yaşandığını görürüz.

1. Bölüm: “Gaib” (Üçüncü Şahıs – O) Makamı (Senâ ve Medh)
Kul, Fâtiha’ya başladığında, Allah Teâlâ hakkında konuşur. O’nu “gaib” (görünmeyen, üçüncü şahıs) zamiriyle yüceltir (Senâ eder):
> “Hamd, âlemlerin Rabbi (olan O’na) mahsustur.” (El-hamdu li’llâhi…)
> “O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (er-Rahmâni’r-Rahîm)
> “O, din gününün (hesap gününün) sahibidir.” (Mâliki yevmi’d-dîn)
>
Kul, burada Allah Teâlâ’nın Rubûbiyetini (Rab), Rahmetini (Rahmân, Rahîm) ve Hükümranlığını (Mâlik) ikrar eder. Bu bir tanıma ve övgü makamıdır.

2. Bölüm: “Hâzır” (İkinci Şahıs- Sen) Makamı (İbadet ve Talep)
Kul, bu vasıfları saydıktan sonra, âyetin nazmı (tertibi) aniden değişir. Hitap, “O”ndan (Gaib) “Sen”e (Hâzır/Muhatap) döner:
> “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz…” (İyyâke na’budu…)
> “…ve sadece senden yardım dileriz.” (…ve iyyâke neste’în)
>
Sual: Neden “İyyâhu Na’budu” (O’na Kulluk Ederiz) Değil de, “İyyâke Na’budu” (Sana Kulluk Ederiz)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Neden nazım (tertip) başladığı gibi “üçüncü şahıs” (Gaib) olarak devam etmedi? Kul neden “Sadece O’na kulluk ederiz” demedi de, âniden hitabın yönünü çevirerek “Sadece Sana kulluk ederiz” dedi?
Bu mûcizevî “iltifât”ın (dönüşün) hikmeti şudur:
* Marifetten Hudûra Terakkî (İlerleme):
* Fâtiha’nın ilk bölümü, kulun Rabbini “tanıması” (Marifet) ve O’nu yüceltmesidir. Kul, O’nun “Rab”, “Rahmân”, “Rahîm” ve “Mâlik” olduğunu idrak ettikçe, mânevî bir yükselişe (terakkî) geçer.
* Bu sıfatları zikretmenin neticesinde, kulun kalbinde “Gaib” (görünmeyen) olan Allah Teâlâ, “Hâzır” (hazırda olan, huzurunda olunan) bir makama yükselir.
* Kul, O’nun azametini idrak edince, sanki aradaki perde kalkar ve kul kendini “Huzûr”da hisseder.
* İbadetin Sadece “Huzûr”da Mümkün Olması:
* Belâgat açısından, “ibadet etmek” (na’budu) ve “yardım dilemek” (neste’în) fiilleri (faaliyetleri), ancak ve ancak huzurunda bulunulan, “hâzır” olan bir Zât’a (yani “Sen” diyerek) yöneltilebilir.
* “Gaib” olana (O’na) ibadet edilmez; “gaib” olandan yardım istenmez.
* Bu sebeple, kul, O’nun sıfatlarını sayarak mânevî olarak O’nun huzuruna yükseldiğinde, kelâm (söz) da otomatik olarak Gaib makamından Hâzır makamına “iltifât” eder (döner).
Netice
Allah Teâlâ, Fâtiha Sûresi’nde neden bu nazmı seçti?
Çünkü Fâtiha Sûresi’nin bu nazmı (tertibi), kulun namazdaki (veya duâdaki) mânevî seyrinin (yolculuğunun) mükemmel bir tasviridir. Bu “iltifât” (dönüş), sadece bir gramer değişikliği değil, bir makam değişikliğidir.
Kul, Rabbini övgü (Senâ) ile tanır ve bu tanıma (Marifet), onu kaçınılmaz olarak “Huzûr” makamına ulaştırır. Huzûra ulaşan kulun sözü de “O” (He) demekten, “Sen” (You) demeye dönmek zorundadır.
Bu nazım, ibadetin ne olduğunu ve nasıl bir mânevî yükselişle başladığını öğreten ilâhî bir derstir. “Başka bir şekilde” (meselâ hep “O” diyerek) ifade edilseydi, o “Huzûr”a yükselme ve “doğrudan hitap” etme şuuru kaybolurdu.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) en mühim ve en ince bahislerinden (konularından) biridir. Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde), cümlenin mânâsını kilitleyen unsurlar bazen koca bir kelime değil, tek bir harftir.
“Neden bu lafızla?” sualinin cevabı, bu misalde, “atf” (bağlama) harfleri olan “Fe” (ف) ve “Sümme” (ثُمَّ) arasındaki o muazzam farkta gizlidir.
Her ikisi de Türkçeye kabaca “sonra” veya “ve” diye çevrilebilir, ancak aralarında “zaman” ve “sürat” açısından dağlar kadar fark vardır:
* “Sümme” (ثُمَّ): Bir fiilden (eylemden) sonra gelen fiilin, araya bir mühlet, bir zaman aralığı (terâhî) veya yeni bir aşama girdikten sonra yapıldığını gösterir. “A oldu, bir müddet sonra B oldu.”
* “Fe” (فَ): Bir fiilden sonra gelen fiilin, hiç ara vermeksizin, derhâl ve doğrudan onun neticesi olarak (ta’kîb) yapıldığını gösterir. “A oldu, hemen ardından B oldu.”
Şimdi bu nazım (tertip) mûcizesini, Hazret-i Mûsâ (A.S.) ile Firavun’un sihirbazları arasındaki o dehşetli ânı tasvir eden âyet-i kerîmede tahlil edelim.

Misal Tahlili: Sihirbazların Secdesi ve “Fe” (ف) Harfinin Sürati
Hz. Mûsâ (A.S.) asâsını attığında, sihirbazların bütün uydurma hilelerini yutmuştur. O ânın neticesi şöyle tasvir edilir:
> İktibas (Meali): “Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine inandık’ dediler.” (Tâhâ, 20/70)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki o kritik an:
“فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا…”
(Fe ulkiye’s-seharatu succedâ…)
Sual: Neden “Sümme Ulkiye” (Sonra Kapandılar) Değil de, “Fe Ulkiye” (Derhâl Kapandılar)?
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Neden Allah Teâlâ, sihirbazların iman etme anı için “Sümme” (ثُمَّ) değil de, “Fe” (فَ) harfini seçti?
* Eğer “Sümme ulkiye…” (ثُمَّ أُلْقِيَ) denseydi, mânâ şöyle olurdu:
“Mûsâ’nın asâsı sihirleri yuttu. Sihirbazlar bunu gördüler, bir müddet düşündüler, aralarında tartıştılar, Firavun’un tehdidini hesapladılar, bu yeni dinin ne olduğunu müzakere ettiler ve bir süre sonra secdeye kapanmaya karar verdiler.”
* Bu tertip (nazım), hem mûcizenin tesirini hem de sihirbazların teslimiyetinin kıymetini yok ederdi. Bu, bir “karar” ve “tercih” olurdu.
Nazmın Hikmeti: “Fe” (ف) Harfi ile Gelen Teslimiyet
Fakat Allah Teâlâ “Fe ulkiye…” (فَأُلْقِيَ) buyurdu. Bu “Fe” harfi, şu muazzam hakikatleri tek başına tasvir eder:
* Hakikatin Mutlak Sürati: Sihirbazlar, yaptıkları işin (sihrin) uzmanıydılar. Neyin göz boyama (illüzyon), neyin hakikat olduğunu en iyi onlar biliyordu. Hz. Mûsâ’nın (A.S.) yaptığının bir sihir değil, “Hakikatin” (Hakk’ın) ta kendisi olduğunu anlamaları ile teslim olmaları arasında bir saniyelik bile bir gecikme (mühlet) olmamıştır.
* Fiilin (Eylemin) İrâdî Olmaması: Âyetin nazmı daha da derindir: “Fe secedû” (Secde ettiler) denmiyor; “Fe ulkiye” (Secdeye atıldılar, kapandılar) deniyor. Bu “Fe” harfi, onların secdeye kendi iradeleriyle değil, gördükleri Hakikatin (Hakk’ın) dehşeti ve azameti karşısında irâdeleri dışında, sanki görünmez bir el tarafından secdeye atılmış gibi kapandıklarını gösterir.
* Delilin Kesinliği: “Fe” (ف), mûcizenin o kadar parlak ve o kadar “açık” (beyân) olduğunu gösterir ki, o sahadaki en büyük uzmanların (sihirbazların) düşünmesine veya tereddüt etmesine izin vermemiştir.
Zıt Misal: İnsan Hayatında “Sümme” (ثُمَّ) Kullanımı
Bu “Fe”nin kıymetini anlamak için, Kur’ân’ın “Sümme” (ثُمَّ) harfini nerede kullandığına bakalım. Meselâ, insanın yaratılış ve hayat aşamalarını tasvir ederken şöyle buyurur:
> “…Sizi topraktan, sonra (ثُمَّ – sümme) nutfeden, sonra (ثُمَّ – sümme) ‘alakadan (rahim duvarına yapışan embriyo) yaratan… sonra (ثُمَّ – sümme) sizi bir bebek olarak çıkaran… sonra (ثُمَّ – sümme) güçlü (erginlik) çağınıza ulaşmanız… sonra (ثُمَّ – sümme) da yaşlanmanız… için (sizi yaşatan) O’dur…” (Mü’min, 40/67)
>
Burada “Fe” (فَ) kullanılamaz; zira insanın hayatı “anlık” değildir. Her aşama (toprak, nutfe, alaka, bebeklik, erginlik, yaşlılık) arasında mühlet (terâhî), zaman ve gelişim süreci vardır. Bu süreci ifade edebilecek tek harf “Sümme” (ثُمَّ) idi.

Netice
Allah Teâlâ, sihirbazların secdesi için “Fe”yi (فَ) seçti; çünkü onların teslimiyeti bir süreç değil, anlık bir reaksiyon ve Hakikat’e çarpılma idi.
Allah Teâlâ, insanın hayatı için “Sümme”yi (ثُمَّ) seçti; çünkü hayat, aşamalar ve mühletler isteyen bir süreçtir.
Kur’ân nazmındaki tek bir harfin yer değiştirmesi, mânâyı “sürat”ten “yavaşlığa”, “reaksiyon”dan “sürece” çevirecek kadar derindir.

 

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabını (dinleyenini) hem aklî hem de vicdanî olarak sarsmak için kullandığı en tesirli belâgat (retorik) sanatlarından biridir.
Bu sanata “İstifhâm-ı İnkârî” (اِسْتِفْهَامُ إِنْكَارِيّ) denir. Yüzeysel olarak bir “soru” (istifhâm) gibi görünür, ancak maksadı (gayesi) bir cevap almak değildir. Maksadı, sorulan şeyin tam tersini ispat etmek, şiddetle reddetmek (inkâr) veya muhatabın yaptığı fiili (faaliyeti) kınamak (takbîh) ve onun ne kadar akıl dışı olduğunu göstermektir.
Bu nazım (tertip), basit bir “hayır” veya “değildir” (menfî cümle) demekten çok daha kuvvetlidir. Çünkü bu soru, cevabı muhatabın kendisine buldurur ve onu, reddedemeyeceği bir hakikatle yüz yüze bırakır.
Bu sanatın en meşhur misali, sizin de işaret ettiğiniz âyet-i kerîmedir.
Misal Tahlili: “Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?”
> İktibas (Meali): “…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Doğrusu ancak akıl sahipleri (bu gerçeği) anlar.” (Zümer, 39/9)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“…قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ…”
(…Kul hel yestevî ellezîne ya’lemûne ve ellezîne lâ ya’lemûn…)
Sual: Neden “Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olmaz” Değil de, “Hiç Bir Olur mu?”
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Allah Teâlâ, neden basit bir haber cümlesiyle (meselâ: Lâ yestevî – “Bir olmazlar”) hükmü bildirmek yerine, “Hel yestevî” (Hiç bir olur mu?) şeklinde bir “soru” nazmını (tertibini) tercih etti?
Nazmın Hikmeti: Cevabı Muhatabın Vicdanına Havale Etmek
* Hakikati İtirafa Zorlama (İcbar):
* Eğer âyet “Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz” şeklinde gelseydi, bu, Allah Teâlâ’dan (C.C.) gelen bir haber olurdu. Muhatap, bu haberi sadece duyar, üzerinde belki de derinlemesine düşünmezdi.
* Fakat “Hiçbir olur mu?” sorusu yöneltildiğinde, Allah Teâlâ (C.C.) cevabı vermez; cevabı muhatabın aklına, vicdanına ve fıtratına (aslî yapısına) havale eder.
* Bu soruyu duyan her akıl sahibi, sarsılır ve derhâl şu cevabı vermek zorunda kalır: “Hayır, elbette bir olmazlar! Nasıl bir olabilirler ki?”
* Kınama (Takbîh) ve Taaccüb (Şaşkınlık) Mânâsı:
* Bu soru nazmı, sadece bir eşitsizliği bildirmekle kalmaz; aynı zamanda bu ikisini (âlim ile cahili) eşit tutmaya cüret edenleri şiddetle kınar.
* Mânâ şudur: “Bu ikisinin eşit olduğunu düşünmek dahi ne kadar akıldan uzaktır! Bu nasıl iddia edilebilir?” Bu, muhatabın nazarındaki (bakışındaki) yanlış kıyası (ölçüyü) tenkit eder.
* İsbatın (Kanıtın) Bizzat Soruda Gizli Olması:
* Bu nazım (tertip), “Bilenle bilmeyen bir değildir, çünkü…” diye başlayan bir delil (isbat) getirmeye ihtiyaç duymaz.
* Sorunun kendisi, delilin (isbatın) kendisidir. Zira ilim ile cehâlet (bilgisizlik) arasındaki fark, gece ile gündüz arasındaki fark kadar bedîhîdir (apaçıktır). Bu apaçık hakikati, sadece sormak yeterlidir.
Başka Bir Kuvvetli Misal
Bu “İstifhâm-ı İnkârî” sanatı, bilhassa Tevhid (Allah’ın birliği) hakikatini ispat ederken kullanılır:
> İktibas (Meali): “…De ki: ‘Allah’tan başka bir yaratıcı mı var?’…” (Fâtır, 35/3)
> (Arapça Aslı: هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ – Hel min hâlikin gayru-llâh?)
>
* Tahlil: Bu soru, “Başka bir yaratıcı var mı?” diye bilgi almak için sorulmamıştır. Bu, “Allah’tan başka bir yaratıcının olmadığını” en kuvvetli şekilde ilân etmektir. Soru, muhataba meydan okur: “Eğer varsa, delilini (isbatını) getir!” Cevap verilemeyeceği için, bu soru, inkârı (şirki) temelinden yıkan bir nazımdır (tertiptir).
Netice
Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru), muhatabı pasif bir dinleyici olmaktan çıkarıp onu aktif bir muhakeme sürecine sokar.
Bu nazım (tertip);
* Reddedilmesi imkânsız olan bir hakikati, bizzat muhataba itiraf ettirir.
* Zıt fikri (meselâ bilenle bilmeyenin bir olduğunu) iddia etmenin ne kadar akıl dışı olduğunu kınar ve tasvir eder.
* Hükmü, bir haber olmaktan çıkarıp, aklî ve vicdanî bir aksiyom (bedîhî hakikat) mertebesine yükseltir.

===============•-•===============


Bu, “İstifhâm-ı İnkârî”nin (İnkâr amaçlı soru) tam zıddı bir belâgat (retorik) sanatıdır ve Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabıyla (dinleyeniyle) kurduğu derûnî alâkanın en güzel misallerindendir.
Bu sanata “İstifhâm-ı Takrîrî” (اِسْتِفْهَامُ تَقْرِيرِيّ) denir. Yani “İkrar Ettirme / Tasdik Ettirme Sorusu”.
Bu nazmın (tertibin) gayesi (maksadı), muhatabın zaten bildiği ve kabul ettiği bir hakikati (gerçeği), ona “soru” şeklinde yönelterek, o hakikati bizzat muhatabın kendisine yeniden tasdik ettirmek (ikrar ettirmek) ve pekiştirmektir.
Bu sanatın en zirve misallerinden biri, sizin de işaret ettiğiniz gibi, Habîbi’ne (S.A.V.) bir tesellî ve iltifat olan İnşirâh Sûresi’dir.
Misal Tahlili: İnşirâh Sûresi ve “Takrîr” Sanatı
> İktibas ( Meali): “Senin için göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden indirmedik mi? Senin şânını yükseltmedik mi?” (İnşirâh, 94/1-4)
>
Âyetlerin Arapça aslî (esas) metni, bu sanatın nasıl işlediğini gösterir:
“أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ (1) وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ (2) … وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ (4)”
(1- E lem neşrah leke sadrak? 2- Ve vada’nâ ‘anke vizrak… 4- Ve rafa’nâ leke zikrak?)
Not: 2. ve 4. âyetler gramer olarak soru (“E lem nada’?”, “E lem nerfa’?”) şeklinde olmasa da, birinci âyetteki soru (istifhâm) üslubunun akışına (siyâkına) dâhildirler ve aynı “takrîrî” (ikrar ettirme) mânâsını taşırlar.
Sual: Neden “Şerahnâ Leke Sadrak” (Göğsünü Açtık) Değil de “Elem Neşrah?” (Açmadık mı?)
Zemahşerî’nin (Rh.A.) usulüyle soralım: Allah Teâlâ, Habîbi’ne (S.A.V.) yaptığı bu lütufları neden “Biz senin göğsünü açtık. Yükünü indirdik. Şânını yükselttik” şeklinde düz bir haber cümlesi (ihbârî) olarak beyan etmedi de “Açmadık mı?” şeklinde bir “soru” nazmını (tertibini) tercih etti?
Nazmın Hikmeti: İkrar Ettirerek Teselli Etmek
* Muhatabı Aktif Katılımcı Yapmak:
* “Göğsünü açtık” (Şerahnâ) denseydi, bu bir haber (bilgilendirme) olurdu. Resûlullah (S.A.V.) bu cümlede pasif bir dinleyici olurdu.
* “Göğsünü açmadık mı?” (Elem neşrah?) sorusu ise, bir hitaptır. Bu hitap, muhatabı (Resûlullah’ı S.A.V.) pasif dinleyici olmaktan çıkarır ve onu bu hakikati tasdik etmeye (ikrar etmeye) davet eder.
* Bu soruyu duyan Resûlullah’ın (S.A.V.) kalbi ve lisanı, derhâl “بَلَى!” (Belâ! – Evet, açtın Yâ Rabbi!) demektedir.
* Teselli ve İltifâtın En Derin Şekli:
* Bu nazım (tertip), bir hatırlatma ve teselli makamıdır. Zorluk içinde olan birine “Ben sana iyilik yapmıştım” demek ile, “Hatırla, ben senin için şunu şunu yapmamış mıydım?” demek arasında, nezaket, şefkat ve muhabbet açısından muazzam bir fark vardır.
* Soru nazmı, çok daha şefkatli, çok daha iltifatkâr ve çok daha derûnî (içsel) bir hitaptır. Bu, Allah Teâlâ’nın (C.C.) Habîbi’ne (S.A.V.) olan hususî muhabbetinin bir tasviridir.
* Delili (İsbatı) Muhataba İkrar Ettirmek:
* Bu soru, bir sonraki müjdenin (Fe inne me’al usri yusrâ – Elbette zorlukla beraber bir kolaylık vardır) delilidir (isbatıdır).
* Mânâ şudur: “Ey Habîbim! Geçmişte senin göğsünü açan (1), yükünü indiren (2) ve şânını yücelten (4) Biz değil miydik?”
* Cevap: “Evet, Sen idin (Belâ!).”
* “Öyleyse (Fe), şu anki zorluğun (usr) ardından da bir kolaylık (yusr) verecek olan yine Biziz! Geçmişte yaptıklarımız, gelecekte yapacaklarımızın teminatıdır.”
* Bu nazım (tertip), müjdeyi, bizzat muhataba ikrar ettirilen geçmiş tecrübeler üzerine bina eder.
Mîsâk (Sözleşme) Misali: “Elestu bi-Rabbikum?”
Bu “İstifhâm-ı Takrîrî” sanatının en aslî (esas) ve en küllî (bütüncül) misali ise, bütün ruhların ezelde toplandığı “Elest Bezmi”dir (A’râf, 172).
* Nazım: Allah Teâlâ, ruhlara “Ben sizin Rabbinizim” (إِنِّي رَبُّكُمْ – İnnî Rabbukum) dememiştir.
* Nazım: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ – E lestu bi-Rabbikum?) diye sormuştur.
* Hikmeti:
* “Ben Rabbinizim” denseydi, bu tek taraflı bir ilân olurdu.
* “Ben Rabbiniz değil miyim?” sorusu ise, bir cevap ve ikrar talep eden bir sözleşme (mîsâk) başlatmıştır.
* Ruhların “بَلَى” (Belâ! – Evet, Rabbimizsin!) cevabı, bu sözleşmenin imzası olmuş ve kıyamet günü “Biz habersizdik” demelerine mâni olacak bir hüccet (delil) teşkil etmiştir.

Netice

Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “İstifhâm-ı Takrîrî” (ikrar ettirme sorusu) nazmı, muhatabı bilgilendirmek (ihbâr) için değil; ona zaten bildiği bir hakikati tasdik ettirmek (ikrar), o hakikati hatırlatmak (tezkîr), o hakikatle onu teselli etmek (tesellî) ve o hakikati inkâr edilemez bir delil (hüccet) kılmak için kullanılan en beliğ (en tesirli) ve en hikmetli üslûptur.

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” sahasının (bölümünün) temel taşıdır. Belâgatın en meşhur tarifi, “Sözün, durumun gerektirdiği şeye (muktezâ-i hâle) uygun olmasıdır” (مطابقة الكلام لمقتضى الحال).
Bu tarife göre, “belîğ” (tesirli ve yerinde) olan söz, bazen Îcâz (îjāz – Mûcizevî Özlülük/Kısalık), bazen de İtnâb (itnāb – Maksatlı Detaylandırma/Uzatma) gerektirir. Biri diğerinden mutlak üstün değildir; üstünlük, o sözün duruma (makama) uygunluğundadır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen bir hakikati tek bir lafızla ifade eder de (Îcâz), bazen aynı hakikati tasvir etmek için kelimeleri detaylandırır (İtnâb)?

1. Îcâz (إِيجَاز): Az Söz, Sonsuz Mânâ (Mûcizevî Özlülük)

Îcâz, “az lafızla (sözle) çok mânâ” ifade etme sanatıdır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in en temel vasfıdır.
Sual: Allah (C.C.), neden Îcâz’ı (özlülüğü) tercih eder?
Cevap: Durum (hâl), şunları gerektirdiğinde:
* Bir hakikati cihan şümul (evrensel) bir kaide (prensip) olarak yerleştirmek.
* Mânânın ezberlenmesini ve nakledilmesini kolaylaştırmak.
* Bir hadisenin süratini veya bir emrin kesinliğini vurgulamak.
* Mânânın azametini ve kuşatılamazlığını (zira detay verilse sınırlanır) hissettirmek.
Misal Tahlili: “Kısasta Hayat Vardır” (Bakara, 179)
Bu, Îcâz sanatının en parlak misalidir.
> İktibas ( Meali): “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.” (Bakara, 2/179)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metnindeki o mûcizevî nazım (tertip):
“وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ”
(Ve lekum fi’l-kısâsi hayâtun)
* Tahlil: Allah Teâlâ, “Neden bu nazmı seçti?”
* Nazmın Hikmeti (Îcâz): Bu cümle, iki zıt mefhumu (kavramı) bir araya getirir: “Kısâs” (ödeşme/öldürme) ve “Hayât” (dirilik). Zâhiren (dıştan) bakıldığında “kısâs” bir “hayat” kaybıdır.
* Fakat bu Îcâz (özlü ifade), sayfalarca hukuk, sosyoloji ve psikoloji metninin anlatacağı bir hakikati iki kelimeye sığdırmıştır:
* Kısâsın (yani adil cezanın) olduğunu bilen bir kimse, öldürme fiilinden (faaliyetinden) çekinir. Bu, hem kâtil olacak kişinin hayatını (suçtan korunarak) kurtarır.
* Hem de maktûl olacak kişinin hayatını (suça maruz kalmayarak) kurtarır.
* Hem de toplumun hayatını (kan davası ve anarşiden koruyarak) kurtarır.
* “Kısasta sizin için hayat vardır” nazmı (tertibi), bütün bu derin hukukî ve içtimaî (sosyal) mânâları ihtivâ eden, ezberlenmesi kolay, fakat mânâsı sonsuz bir mûcizedir. Bu kadar çok mânâyı, bu kadar az lafızla “başka bir şekilde” ifade etmek imkânsızdır.

2. İtnâb (إِطْنَاب): Maksatlı Detaylandırma

İtnâb, (gereksiz dolgu/haşv değil) belîğ bir maksat (hikmet) için sözü, aslî (esas) mânânın gerektirdiğinden daha fazla lafızla detaylandırmaktır.
Sual: Allah (C.C.), neden İtnâb’ı (detaylandırmayı) tercih eder?
Cevap: Durum (hâl), şunları gerektirdiğinde:
* Teselli etmek ve şefkat göstermek (zor durumda olana kısa söz yetmez).
* Mânânın azametini ve ehemmiyetini vurgulamak (tekrar ederek veya detay vererek).
* Talim (öğretme) makamında olmak (öğretmek, tekrar ve detayı gerektirir).
* Muhatabın kalbindeki en ufak bir şüpheyi veya yanlış anlamayı gidermek (bilhassa hüküm âyetlerinde).
* Bir hadiseyi (Cennet, Cehennem, kıssa) tasvir ederek muhatabın zihninde canlandırmak.
Misal Tahlili: Hz. Mûsâ (A.S.) ve Asâsı (Tâhâ, 17-18)
Bu, “İtnâb”ın neden “belâgat” olduğunu gösteren en güzel misaldir.
> İktibas ( Meali):
> (17) “Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?”
> (18) “O, benim asâmdır,” dedi. “Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim. Benim onda başka hacetlerim (ihtiyaçlarım) da vardır.” (Tâhâ, 20/17-18)
>
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.) “O nedir?” (Mâ tilke…?) diye sordu.
* Îcâz (Kısa Cevap) Ne Olurdu? Mantıken, bu sualin Îcâz ile cevabı tek kelimedir: “Asâye” (عَصَايَ – “Asâmdır”).
* Sual: Hz. Mûsâ (A.S.) neden Îcâz’ı değil de İtnâb’ı (detaylandırmayı) seçti? Neden “ona dayanırım”, “yaprak silkerim” ve hattâ “başka ihtiyaçlarım da var” diye sorulmayan detayları verdi?
* Nazmın Hikmeti (İtnâb): Bu, bir imtihan veya bilgi sorgusu değildir. Bu, Tûr Dağı’nda, bir beşerin, Allah’ın (C.C.) Kelâmı’na (Sözü’ne) ilk kez doğrudan muhatap olduğu “Huzûr” makamıdır.
* Durumun gereği (muktezâ-i hâl), o “Huzûr”da olmanın ve o “Kelâm”ı duymanın verdiği mânevî lezzet ve haşyettir (korkuyla karışık saygı).
* Hz. Mûsâ (A.S.), o ilâhî sohbetin hemen bitmesini istememektedir.
* Cevabı “İtnâb” (detaylandırma) yoluyla uzatmasının sebebi, o Huzûr’da bir an daha fazla kalabilmek, o Kelâm’ı bir an daha fazla işitebilmektir.
* Bu makamda “İtnâb” (sözü uzatmak), ilâhî Kelâm’a olan iştiyakın (şiddetli arzunun) ve muhabbetin bir tasviridir. Bu durumda kısa cevap (Îcâz), edebe ve hâle uygun olmazdı.

Netice

Kur’ân-ı Kerîm, her iki sanatı da mûcizevî bir dengeyle kullanır:
* Hukukî bir kaideyi (kısâs) koyarken Îcâz’ı seçer; çünkü maksat, akılda kalıcı bir prensip koymaktır.
* Bir Peygamberinin (A.S.) Rabbine olan muhabbetini tasvir ederken İtnâb’ı (onun diliyle) aktarır; çünkü maksat, o derûnî hâli ve iştiyakı hissettirmektir.
Her ikisi de “Neden bu nazımla?” sualinin cevabıdır ve her ikisi de “belâgat”ın zirvesidir.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm belâgatının (retoriğinin) en çok sual edilen, fakat anlaşıldığında da azametini en çok gösteren mûcizevî yönlerinden biridir.
Bu, “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) sanatının hususî bir dalı olan “Tekrâru’l-Kıssa” (Kıssaların Tekrar Edilmesi) sanatıdır.
Beşerî (insanî) bir eserde, aynı hikâyeyi defalarca anlatmak bir “zaaf”, bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) ve “usandırıcı bir gevezelik” (tetvîl) kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu “tekrar” zannedilen yapı, bizzat mûcizenin ve belâgatın aslî (esas) unsurlarından biridir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden (meselâ) Hazret-i Mûsâ (A.S.) veya Hazret-i Âdem (A.S.) kıssasını, baştan sona tek bir sûrede anlatıp bitirmemiş de, bu kıssaların farklı cüzlerini (parçalarını) pek çok farklı sûrede, farklı lafızlarla ve farklı tertiplerle (nazımlarla) tekrar tekrar anlatmıştır?
Bu “tekrar” değil, **”terdîd”**dir (bir dersi farklı bağlamlarda yinelemektir). Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:

1. Esas Gâye: Kur’ân Bir “Tarih” Değil, “Hidâyet” Kitabıdır
“Neden bu nazımla?” sualinin ilk cevabı budur.
* Tarih Kitabının Nazmı: Beşerî bir tarih kitabının gâyesi (maksadı) “bilgi vermek” ve “vak’aları (olayları) kronolojik olarak kaydetmek”tir. Bu sebeple, o nazım (tertip) kıssayı bir defa, baştan sona (doğumundan ölümüne) anlatır.
* Hidâyet Kitabının Nazmı: Kur’ân-ı Kerîm’in gâyesi ise “tarihî malûmat yığmak” değil, o kıssadan ders (ibret) çıkarmak, terbiye etmek, teselli vermek ve hüküm çıkarmaktır.
* Tahlil: Gâye “Hidâyet” olunca, nazım (tertip) da bu gâye için en mükemmel şekli almıştır. Hidâyet ise, bir kıssanın tamamını bir defada okumakla değil, o kıssanın gerekli olan parçasını, tam da ihtiyaç duyulan anda (o sûrenin bağlamında) hatırlatmakla tahakkuk eder (gerçekleşir).

2. Hikmet: Muktezâ-i Hâl (Sözü Durumun Gereklerine Uydurma)

Bu, “Tekrâr”ın en mühim hikmetidir. Her sûrenin bir “teması” (ana fikri) ve bir “hâli” (hitap ettiği durum) vardır. Aynı kıssa, farklı sûrelerde, o sûrenin temasına (bağlamına/siyâkına) hizmet edecek şekilde farklı bir açıdan (zâviyeden) ele alınır.
Bu, bir mücevheri (kıssayı), her defasında farklı bir yüzünü (ibretini) gösterecek şekilde çevirmeye benzer.

Misal Tahlili: Hazret-i Mûsâ (A.S.) Kıssası

Hz. Mûsâ’nın (A.S.) kıssası Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssadır. Fakat hiçbir tekrar diğeriyle aynı değildir:
* Tâhâ Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- Tesellî Makamı):
* Durum (Hâl): Resûlullah (S.A.V.) en şiddetli zulüm ve boykot altındadır, teselliye (tesellî) ihtiyacı vardır.
* Nazmın Hikmeti: Sûre, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî ve derûnî mücadelesine odaklanır: Tûr Dağı’ndaki o ilâhî hitap, “Korkma, şüphesiz Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ, 46) müjdesi, Firavun’un zulmü karşısındaki sabrı.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Habîbim! Mûsâ’nın (A.S.) çektiği sıkıntıları hatırla, O nasıl muzaffer olduysa, sen de olacaksın” demek için (tesellî ve tesbît) zikredilmiştir.
* A’râf Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- İnzâr/Uyarı Makamı):
* Durum (Hâl): Mekke’nin kibirli (mütekebbir) ileri gelenlerini (Mele’) uyarmak gerekir.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî mücadelesine değil, Firavun ve onun “Mele'”si (ileri gelenler konseyi) ile olan içtimaî (sosyal) ve siyasî mücadelesine odaklanır. O kibirli “Mele'”nin nasıl helâk olduğu detaylıca tasvir edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Kureyş’in kibirli idarecileri! Siz de Firavun’un ‘Mele’si gibisiniz, akıbetinizden korkun!” demek için (inzâr ve tehdit) zikredilmiştir.
* Bakara Sûresi’ndeki Nazım (Medine Dönemi- Hüküm/Tenkit Makamı):
* Durum (Hâl): Medine’de Benî İsrâil (Yahudiler) ile muhatap olunmaktadır.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Firavun’un helâkinden sonrasına odaklanır. Benî İsrâil’in buzağıya tapması, Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı nankörlükleri, verdikleri sözden dönmeleri (mîsâk) detaylıca tenkit edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın nasıl nankörlük ettiğini unutmayın, siz de onlar gibi olmayın” demek için (tenkit ve hüccet/delil) zikredilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç nazım (tertip) da farklı gayelere (maksatlara) hizmet eder. Bu, “tekrar” değil, kıssayı bir hidâyet unsuru olarak küllî bir şekilde kullanma sanatıdır.

3. Hikmet: Tesbîtü’l-Fuâd (Kalbi Pekiştirme ve Terbiye)
Kur’ân-ı Kerîm, 23 senede, hadiselerin (olayların) akışına göre parça parça (müneccemen) inmiştir. Terbiyenin (eğitimin) en mühim kaidesi, dersi tekrar etmektir.
* Tahlil: İnsanın kalbi (fuâd) unutkandır. Resûlullah’ın (S.A.V.) ve mü’minlerin, Tevhid (Allah’ın birliği) ve Sabır dersine her zorlukta yeniden ihtiyacı vardı.
* Nazmın Hikmeti: Aynı kıssanın farklı zamanlarda tekrarı, bu aslî (esas) derslerin kalpte pekişmesini, yerleşmesini (tesbît) ve unutulmamasını temin etmiştir.

4. Hikmet: İ’câzın İsbâtı (Mûcizenin Delili)

* Tahlil: Beşerî bir yazar, aynı hikâyeyi defalarca anlatsa, mutlaka:
* Kendisiyle çelişkiye (zıt/aykırı) düşer.
* Aralarında edebî kalite farkı olur (biri parlak, diğeri sönük).
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, en karmaşık kıssaları onlarca defa tekrar etmesine rağmen, aralarında en ufak bir çelişki (tenâkuz) veya tutarsızlık yoktur. Ve her bir tekrar, belâgatın (retoriğin) aynı zirve seviyesindedir.
* Bu durum, bu nazmın (tertibin) kaynağının (aslının) beşerî bir hâfıza değil, her şeyi ihâta eden (kuşatan) bir “İlm-i Muhît” (İlâhî İlim) olduğunun en parlak isbatıdır (kanıtıdır).

Netice

Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Tekrâru’l-Kıssa” (kıssayı tekrar etme) nazmı, Kur’ân’ın aslî (esas) gâyesi olan “Hidâyet” için yegâne mükemmel yoldur. Bu nazım (tertip) sayesinde:
* Bir kıssanın farklı ibret yönleri, farklı bağlamlarda (siyâk) vurgulanır.
* Mü’minlerin kalbi, 23 yıllık terbiye sürecinde bu derslerle pekiştirilir (tesbît).
* Ve bu çelişkisiz, mükemmel tekrar, Kur’ân’ın ilâhî kaynaklı olduğunun delili (hücceti) olur.

===============•-•===============


Bu, Kur’ân-ı Kerîm belâgatının (retoriğinin) en çok sual edilen, fakat anlaşıldığında da azametini en çok gösteren mûcizevî yönlerinden biridir.
Bu, “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) sanatının hususî bir dalı olan “Tekrâru’l-Kıssa” (Kıssaların Tekrar Edilmesi) sanatıdır.
Beşerî (insanî) bir eserde, aynı hikâyeyi defalarca anlatmak bir “zaaf”, bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) ve “usandırıcı bir hal” (tatvîl) kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu “tekrar” zannedilen yapı, bizzat mûcizenin ve belâgatın aslî (esas) unsurlarından biridir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden (meselâ) Hazret-i Mûsâ (A.S.) veya Hazret-i Âdem (A.S.) kıssasını, baştan sona tek bir sûrede anlatıp bitirmemiş de, bu kıssaların farklı cüzlerini (parçalarını) pek çok farklı sûrede, farklı lafızlarla ve farklı tertiplerle (nazımlarla) tekrar tekrar anlatmıştır?
Bu “tekrar” değil, **”terdîd”**dir (bir dersi farklı bağlamlarda yinelemektir). Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:

1. Esas Gâye: Kur’ân Bir “Tarih” Değil, “Hidâyet” Kitabıdır
“Neden bu nazımla?” sualinin ilk cevabı budur.
* Tarih Kitabının Nazmı: Beşerî bir tarih kitabının gâyesi (maksadı) “bilgi vermek” ve “vak’aları (olayları) kronolojik olarak kaydetmek”tir. Bu sebeple, o nazım (tertip) kıssayı bir defa, baştan sona (doğumundan ölümüne) anlatır.
* Hidâyet Kitabının Nazmı: Kur’ân-ı Kerîm’in gâyesi ise “tarihî malûmat yığmak” değil, o kıssadan ders (ibret) çıkarmak, terbiye etmek, teselli vermek ve hüküm çıkarmaktır.
* Tahlil: Gâye “Hidâyet” olunca, nazım (tertip) da bu gâye için en mükemmel şekli almıştır. Hidâyet ise, bir kıssanın tamamını bir defada okumakla değil, o kıssanın gerekli olan parçasını, tam da ihtiyaç duyulan anda (o sûrenin bağlamında) hatırlatmakla tahakkuk eder (gerçekleşir).

2. Hikmet: Muktezâ-i Hâl (Sözü Durumun Gereklerine Uydurma)
Bu, “Tekrâr”ın en mühim hikmetidir. Her sûrenin bir “teması” (ana fikri) ve bir “hâli” (hitap ettiği durum) vardır. Aynı kıssa, farklı sûrelerde, o sûrenin temasına (bağlamına/siyâkına) hizmet edecek şekilde farklı bir açıdan (zâviyeden) ele alınır.
Bu, bir mücevheri (kıssayı), her defasında farklı bir yüzünü (ibretini) gösterecek şekilde çevirmeye benzer.

Misal Tahlili: Hazret-i Mûsâ (A.S.) Kıssası
Hz. Mûsâ’nın (A.S.) kıssası Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssadır. Fakat hiçbir tekrar diğeriyle aynı değildir:
* Tâhâ Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- Tesellî Makamı):
* Durum (Hâl): Resûlullah (S.A.V.) en şiddetli zulüm ve boykot altındadır, teselliye (tesellî) ihtiyacı vardır.
* Nazmın Hikmeti: Sûre, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî ve derûnî (içsel) mücadelesine odaklanır: Tûr Dağı’ndaki o ilâhî hitap, “Korkma, şüphesiz Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” (Tâhâ, 46) müjdesi, Firavun’un zulmü karşısındaki sabrı.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Habîbim! Mûsâ’nın (A.S.) çektiği sıkıntıları hatırla, O nasıl muzaffer olduysa, sen de olacaksın” demek için (tesellî ve tesbît) zikredilmiştir.
* A’râf Sûresi’ndeki Nazım (Mekke Dönemi- İnzâr/Uyarı Makamı):
* Durum (Hâl): Mekke’nin kibirli (mütekebbir) ileri gelenlerini (Mele’) uyarmak gerekir.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Hz. Mûsâ’nın (A.S.) şahsî mücadelesine değil, Firavun ve onun “Mele'”si (ileri gelenler konseyi) ile olan içtimaî (sosyal) ve siyasî mücadelesine odaklanır. O kibirli “Mele'”nin nasıl helâk olduğu detaylıca tasvir edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Kureyş’in kibirli idarecileri! Siz de Firavun’un ‘Mele’si gibisiniz, akıbetinizden korkun!” demek için (inzâr ve tehdit) zikredilmiştir.
* Bakara Sûresi’ndeki Nazım (Medine Dönemi- Hüküm/Tenkit Makamı):
* Durum (Hâl): Medine’de Benî İsrâil (Yahudiler) ile muhatap olunmaktadır.
* Nazmın Hikmeti: Kıssa, Firavun’un helâkinden sonrasına odaklanır. Benî İsrâil’in buzağıya tapması, Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı nankörlükleri, verdikleri sözden dönmeleri (mîsâk) detaylıca tenkit edilir.
* Netice: Burada kıssa, “Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın nasıl nankörlük ettiğini unutmayın, siz de onlar gibi olmayın” demek için (tenkit ve hüccet/delil) zikredilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç nazım (tertip) da farklı gayelere (maksatlara) hizmet eder. Bu, “tekrar” değil, kıssayı bir hidâyet unsuru olarak küllî bir şekilde kullanma sanatıdır.

3. Hikmet: Tesbîtü’l-Fuâd (Kalbi Pekiştirme ve Terbiye)
Kur’ân-ı Kerîm, 23 senede, hadiselerin (olayların) akışına göre parça parça (müneccemen) inmiştir. Terbiyenin (eğitimin) en mühim kaidesi, dersi tekrar etmektir.
* Tahlil: İnsanın kalbi (fuâd) unutkandır. Resûlullah’ın (S.A.V.) ve mü’minlerin, Tevhid (Allah’ın birliği) ve Sabır dersine her zorlukta yeniden ihtiyacı vardı.
* Nazmın Hikmeti: Aynı kıssanın farklı zamanlarda tekrarı, bu aslî (esas) derslerin kalpte pekişmesini, yerleşmesini (tesbît) ve unutulmamasını temin etmiştir.

4. Hikmet: İ’câzın İsbâtı (Mûcizenin Delili)
* Tahlil: Beşerî bir yazar, aynı hikâyeyi defalarca anlatsa, mutlaka:
* Kendisiyle çelişkiye (zıt/aykırı) düşer.
* Aralarında edebî kalite farkı olur (biri parlak, diğeri sönük).
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, en karmaşık kıssaları onlarca defa tekrar etmesine rağmen, aralarında en ufak bir çelişki (tenâkuz) veya tutarsızlık yoktur. Ve her bir tekrar, belâgatın (retoriğin) aynı zirve seviyesindedir.
* Bu durum, bu nazmın (tertibin) kaynağının (aslının) beşerî bir hâfıza değil, her şeyi ihâta eden (kuşatan) bir “İlm-i Muhît” (İlâhî İlim) olduğunun en parlak isbatıdır (kanıtıdır).

Netice
Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Tekrâru’l-Kıssa” (kıssayı tekrar etme) nazmı, Kur’ân’ın aslî (esas) gâyesi olan “Hidâyet” için yegâne mükemmel yoldur. Bu nazım (tertip) sayesinde:
* Bir kıssanın farklı ibret yönleri, farklı bağlamlarda (siyâk) vurgulanır.
* Mü’minlerin kalbi, 23 yıllık terbiye sürecinde bu derslerle pekiştirilir (tesbît).
* Ve bu çelişkisiz, mükemmel tekrar, Kur’ân’ın ilâhî kaynaklı olduğunun delili (hücceti) olur.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) en estetik ve en akılda kalıcı sanatlarından biri olan İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasına âittir.
Bu sanata “Tıbâk” (تِبَاق) veya “Mutâbakat” (مُطَابَقَة), yâni Tezat (Zıtlık) Sanatı denir.
Bu sanatın aslî (esas) hikmeti, belâgatın temel kaidesi olan “Eşya, zıddıyla bilinir” (بِضِدِّهَا تَتَمَيَّزُ الْأَشْيَاءُ) prensibine dayanır. Bir mânânın (anlamın) hakikati, en parlak ve en net şekilde, ancak zıddı (aykırı olanı) ile yan yana getirildiğinde ortaya çıkar. Aydınlığın kıymeti, ancak karanlık ile; hayatın kıymeti, ancak ölüm ile bilinir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati tasvir ederken (betimlerken) bu “Tıbâk” (tezat) nazmını (tertibini) kullanır?
Bu nazım (tertip), Kur’ân-ı Kerîm’de başlıca iki mühim gâye (maksat) için kullanılır:
* Tasvîr ve Vuzûh: Mücerret (soyut) bir hakikati, müşahhas (somut) zıtlıklarla tasvir ederek apaçık (vâzıh) kılmak.
* İhâta ve Tevhîd: Zıt fiillerin (faaliyetlerin) tamamını tek bir Fâil’e (Yapan’a, yâni Allah’a) isnat ederek, O’nun kudretinin ihâta ediciliğini (kuşatıcılığını) ve Tevhîd’i (Birliğini) ispat etmek.
Bu iki gâye için iki parlak misali tahlil edelim.

1. Tasvîr ve Vuzûh (Açıklık) İçin Tıbâk Sanatı
Kur’ân-ı Kerîm, “İman” ile “Küfr” arasındaki fark gibi en mühim mücerret (soyut) hakikati, muhatabın (dinleyenin) zihninde somutlaştırarak (müşahhas kılarak) yerleştirmek için, o muhatabın fıtratının (aslî yapısının) asla reddedemeyeceği bir dizi “Tıbâk” (tezat) kullanır.
Fâtır Sûresi’ndeki şu âyetler, bu nazmın (tertibin) zirvesidir:
> İktibas ( Meali):
> (19) “Kör ile gören bir olmaz.”
> (20) “Karanlıklar ile aydınlık bir olmaz.”
> (21) “Gölge ile yakıcı sıcaklık bir olmaz.”
> (22) “Diriler ile ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen ise kabirdekilere işittirecek değilsin.” (Fâtır, 35/19-22)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Zıtlıklar Zikredildi?):
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden doğrudan “Mü’min ile kâfir bir olmaz” demek yerine, bu dört katmanlı zıtlığı (kör/gören, karanlık/aydınlık, gölge/sıcak, diri/ölü) saymıştır?
* Tahlil:
* Mücerretten Müşahhasa (Soyuttan Somuta): “İman” ve “Küfr” mücerret (soyut) mefhumlardır (kavramlardır). Fakat “Körlük” (الْأَعْمَى) ve “Karanlıklar” (الظُّلُمَات), insan havâssının (duyularının) doğrudan tecrübe ettiği, inkârı mümkün olmayan müşahhas (somut) olgulardır.
* Cevabı Fıtrata (Aslî Yapıya) İkrar Ettirme: Bu nazım (tertip), bir “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru) gücündedir. Muhataba şunu sorar: “Hiç kör ile gören bir olur mu?” Fıtrat (ve akıl) derhâl “Asla olmaz!” diye cevap verir. “Hiç karanlık ile aydınlık bir olur mu?” Cevap: “Asla olmaz!”
* Hükmü Kilitleme: Muhatap, bu apaçık (bedîhî) zıtlıkları ikrar ettikten sonra, nazım (tertip) nihaî hükmü verir: “İşte (ey insan), nasıl ki körlük (küfrün misali) ile görmek (imanın misali) bir değilse; nasıl ki karanlıklar (şirkin misali) ile aydınlık (Tevhîd’in misali) bir değilse; (netice olarak) bu iki zıtlığın temsilcisi olan ‘Ölüler’ (kâfirler) ile ‘Diriler’ (mü’minler) de bir olmaz!”
* Netice: Bu “Tıbâk” sanatı, teolojik (itikadî) bir hakikati, muhatabın aklının ve fıtratının reddedemeyeceği maddî bir hakikate benzeterek (teşbih ederek) onu ispat (kanıt) etmiş ve mânâyı en berrak (vâzıh) şekle sokmuştur.

2. İhâta (Kuşatma) ve Tevhîd İçin Tıbâk Sanatı

Bu nazım (tertip), kâinattaki bütün fiillerin (faaliyetlerin) tek bir Kudret’in elinde olduğunu ispat etmek için kullanılır.
Câhiliye Arapları veya Mecûsîler (Zerdüştler) gibi çift tanrılı (düalist) inançlar, “iyiliği” bir (aydınlık/rahmet) tanrısına, “kötülüğü” (şerri) ise başka bir (karanlık/gazap) tanrısına isnat ederlerdi.
Necm Sûresi’ndeki şu âyetler, bu “Tıbâk” sanatı ile bu şirk (ortak koşma) inancını temelinden yıkar:
> İktibas ( Meali):
> (43) “Doğrusu O’dur güldüren ve ağlatan.”
> (44) “Doğrusu O’dur öldüren ve dirilten.” (Necm, 53/43-44)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Zıt Fiiller Birlikte Zikredildi?):
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sadece “O’dur güldüren” veya “O’dur dirilten” gibi rahmetini gösteren fiilleri (faaliyetleri) zikretmekle yetinmedi de onların tam zıddı olan “ağlatan” (ve ebkâ) ve “öldüren” (ve emâte) fiillerini de hemen ardından zikretti?
* Tahlil:
* İhâta-i Kudret (Kudretin Kuşatıcılığı): Bu “Tıbâk” nazmı (tertibi), “İhâta” (kuşatma) ifade eder. Yâni: Sebebi ne olursa olsun, hayattaki bütün sevinçler (gülmek) ve bütün hüzünler (ağlamak); hayatın başlangıcı (diriltmek) ve sonu (öldürmek) dâhil, bu iki zıt kutup arasındaki her şey O’nun (C.C.) izni ve iradesi dâhilindedir. Hiçbir fiil (faaliyet) O’nun kudretinin haricinde (dışında) değildir.
* Tevhîd’in İsbâtı (Şirkin Reddi): Bu nazım (tertip), “Hayır tanrısı” ve “Şer tanrısı” ayrımını reddeder. “Gülmeyi” yaratan kim ise, “ağlamanın” hikmetini yaratan da O’dur. “Hayatı” veren kim ise, “ölümü” yaratan da O’dur. Bu, “Tevhîd-i Ef’âl”dir (Bütün fiillerin Fâil’inin Bir (Tek) olduğunun ilânıdır).
* Netice: Bu “Tıbâk” sanatı, basit bir edebî zıtlık değil, Tevhîd akîdesinin (inancının) en temel direklerinden birini inşa eden felsefî ve itikadî (inançla ilgili) bir nazımdır (tertiptir).
Küllî (Bütüncül) Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında “Tıbâk” (Tezat Sanatı) asla bir “süs” (zevâhir) değildir. O, mânânın aslî (esas) bir parçasıdır.
“Neden bu nazımla?” sualinin cevabı şudur:
* Fâtır Sûresi’ndeki gibi zıtlıklar, mücerret (soyut) bir hakikati (İman/Küfr) tasvir etmek ve apaçık kılmak (Vuzûh) için kullanılır.
* Necm Sûresi’ndeki gibi zıtlıklar, Allah’ın (C.C.) kudretinin bütün kâinatı kuşattığını (İhâta) ve O’ndan başka Fâil olmadığını (Tevhîd) ispat etmek (kanıtlamak) için kullanılır.
Bu tahlil serisine, “Tıbâk”ın (tek kelimeye karşı tek kelime zıtlık) daha gelişmiş bir formu olan “Mukâbele” (مُقَابَلَة – Karşılaştırma) sanatı ile devam etmemi ister misiniz? (Bu sanatta, iki veya daha fazla mânâ zikredilir, sonra bunların zıtları sırasıyla zikredilir; meselâ “İyiler Cennet’tedir… Kötüler Cehennem’dedir…” gibi birden fazla unsurun karşılaştırılması.)

===============•-•===============

 

Bu, “Tıbâk” (Tezat/Zıtlık) sanatının bir adım ötesi, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en parlak ve en nizamlı (düzenli) sanatlarından biridir.
Bu sanata “Mukâbele” (مُقَابَلَة), yâni Karşılaştırmalı Zıtlık denir.
“Tıbâk” sanatı, bir kelimeyi onun zıddıyla (meselâ “ölü” vs. “diri”) parlatır. “Mukâbele” ise, bir adım daha ileri gider: Önce iki veya daha fazla birbiriyle alâkalı mânâyı (unsuru) zikreder, hemen ardından o mânâların zıtlarını aynı tertip (sıra) ile zikreder.
Bu bir satranç tahtası gibi, beyaz taşların (unsurların) dizilimine mukâbil (karşılık), siyah taşların (zıt unsurların) simetrik olarak dizilmesidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati (gerçeği) tasvir ederken (betimlerken) bu kadar nizamlı ve simetrik bir “Mukâbele” nazmını (tertibini) kullanır?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:
* Tasviri İkmâl Etmek (Tamamlamak): Bu sanat, iki zıt kutbu (meselâ iman ve küfr yollarını) eksiksiz bir portre hâlinde sunar. Muhatabın (dinleyenin) zihninde hiçbir şüphe veya eksik nokta bırakmaz.
* Adâlet-i İlâhiyye’yi (İlâhî Adâleti) ve Mîzân’ı (Dengeyi) Göstermek: Bu nazım (tertip), İlâhî Adâlet’in (Mîzân’ın) ne kadar hassas olduğunu gösterir. Bir yoldaki her fiil (faaliyet), diğer yolda tam zıddıyla karşılık bulur. Ve neticeler de bu fiillere tam bir simetri ile mukâbele eder (karşılık gelir).
* Hücceti (Delili) ve İhtiyârı (Seçimi) Kesinleştirmek: Bu sanat, muhatabın önüne iki yolu da (meselâ Cennet ve Cehennem yollarını) bütün unsurlarıyla serer. Seçim yapmayı (ihtiyâr) ve delili reddedilemez (bedîhî) kılar.
Bu sanatın en parlak ve en küllî (bütüncül) misallerinden biri, Leyl Sûresi’ndedir.

Misal 1: İki Zıt Yolun Küllî Mukâbelesi (Leyl Sûresi)

Leyl Sûresi, insanları iki ana gruba ayırır ve bu iki grubun fiillerini (eylemlerini), derûnî hâllerini, itikadî duruşlarını ve akıbetlerini (neticelerini) kelimesi kelimesine birbiriyle “mukâbele” ettirir.
> İktibas ( Meali):
> (5) “Her kim (Allah yolunda) verir ve (Allah’a karşı gelmekten) sakınırsa,”
> (6) “Ve en güzeli (kelime-i tevhidi) tasdik ederse,”
> (7) “Biz de onu en kolay olana (Cennet’e) iletiriz (ve başarılı kılarız).”
> — (Mukâbele Başlıyor) —
> (8) “Her kim de cimrilik eder ve kendini (Allah’a) muhtaç görmezse,”
> (9) “Ve en güzeli (kelime-i tevhidi) yalanlarsa,”
> (10) “Biz de onu en zor olana (Cehennem’e) iletiriz (ve felâkete hazırlarız).”
> (Leyl, 92/5-10)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Simetrik Karşılaştırma?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki zıt grubu, bu üç+bir (3+1) maddelik mükemmel simetri ile, kelimesi kelimesine karşılaştırarak tasvir etti?
* Tahlil (Mukâbele Tablosu):
* 1. Fiil (Faaliyet) Zıtlığı:
* Yol A: أَعْطَى (A’tâ – Verdi, cömertlik etti)
* Yol B: بَخِلَ (Bahile – Cimrilik etti)
* 2. Derûnî Hâl Zıtlığı:
* Yol A: وَاتَّقَى (Vettekâ – Sakındı, yâni Allah’a muhtaç olduğunu bildi)
* Yol B: وَاسْتَغْنَى (Vestağnâ – Müstağnî davrandı, yâni kendini muhtaç görmedi)
* 3. İtikadî (İnançsal) Duruş Zıtlığı:
* Yol A: وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى (Ve saddeka bi’l-husnâ – En güzeli tasdik etti)
* Yol B: وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى (Ve kezzebe bi’l-husnâ – En güzeli yalanladı)
* Netice (Akıbet) Zıtlığı:
* Yol A’nın Neticesi: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى (Fe senüyessiruhu li’l-Yusrâ – Onu en kolay olana hazırlarız)
* Yol B’nin Neticesi: فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى (Fe senüyessiruhu li’l-‘Usrâ – Onu en zor olana hazırlarız)
* Netice: Bu “Mukâbele” nazmı (tertibi), mûcizevî bir şekilde, “Yusrâ”nın (kolaylığın/Cennet’in) sadece “vermek” ile veya sadece “tasdik etmek” ile değil; fiilin, derûnî hâlin ve itikadın küllî bir uyumunun neticesi olduğunu gösterir. Aynı şekilde “‘Usrâ”nın (zorluğun/Cehennem’in) da bu küllî sapmanın tam bir mukâbili (karşılığı) olduğunu ispat eder. Bu, İlâhî Mîzân’ın (Denge/Adâlet) lafız (söz) ile tasvir edilmiş hâlidir.

Misal 2: Cezâ (Karşılık) Makamında Mukâbele (Tevbe Sûresi)

“Mukâbele” sanatı, bazen de “cezâ”nın (karşılığın), yapılan “fiil”e (eyleme) nasıl tam bir zıtlıkla mukâbele ettiğini (karşılık verdiğini) tasvir eder.
> İktibas (Meali): “Artık (ettiklerinin) cezası olarak; az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe, 9/82)
>
Âyetin aslî (esas) metni şöyledir:
“فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلًا وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا…”
(Fel-yadhakû Kalîlen / Ve’l-yebkû Kesîran…)
Nazmın Hikmeti (Neden Fiil + Miktar Zıtlığı?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), münafıkların (iki yüzlülerin) akıbetini neden “azap görecekler” gibi net bir hükümle değil de, bu (Gülmek+Az) vs. (Ağlamak+Çok) mukâbelesi ile tasvir etti?
* Tahlil (Mukâbele Tablosu):
* Fiil Zıtlığı: يَضْحَكُوا (Yadhakû – Gülsünler) vs. يَبْكُوا (Yebkû – Ağlasınlar)
* Miktar Zıtlığı: قَلِيلًا (Kalîlen – Az) vs. كَثِيرًا (Kesîran – Çok)
* Netice: Bu “Mukâbele” nazmı (tertibi), münafıkların yaptığı o kötü ticareti ve akılsızca tercihi muhatabın zihnine çiviler:
* Onlar, dünyaya (fânî hayata) aldandılar; orada azıcık (kalîlen) bir müddet güldüler (yadhakâ).
* Bunun cezası (karşılığı) olarak, âhirette (ebedî hayatta) çok (kesîran) müddet ağlayacaklar (yebkû).
* Bu nazım (tertip), zâhirî bir edebî sanat değil, ilâhî adâletin ve dünya ile âhiret arasındaki o dehşetli mukâyese (karşılaştırma) hakikatinin ta kendisidir.
Küllî Netice
“Mukâbele” sanatı, Kur’ân-ı Kerîm’de, zıtların tam bir simetri ile karşılaştırılmasıdır. Bu nazım (tertip), hidâyet yollarını (iman ve küfr) eksiksiz bir tasvir ile ortaya koymak ve İlâhî Adâlet’in (Mîzân’ın) bu yollardaki fiillere (faaliyetlere) nasıl mükemmel bir karşılık (cezâ veya mükâfat) verdiğini en berrak (vâzıh) şekilde isbat etmek için kullanılan mûcizevî bir üslûptur.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlar (sözler) arasında kurduğu ses ve mânâ benzerliklerinin (âdeta kelime oyunlarının) hakikati nasıl güçlendirdiğini gösteren “Cinâs” (جِنَاس – Ses Benzerliği/Cinas Sanatı) misalleriyle devam etmemi ister misiniz? (Örneğin “Saat” (Kıyamet) ile “saat” (zaman dilimi) kelimelerinin aynı âyette kullanılması gibi).

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en dikkat çekici ve en zekâ gerektiren sanatıdır.
Bu sanata “Cinâs” (جِنَAS – Cinas / Akustik ve Lâfzî Benzerlik) denir.
Cinâs, lügatte (sözlükte) “türdeşlik, benzerlik” demektir. Belâgat (retorik) ilminde ise, okunuşları (telaffuzları) ve yazılışları aynı (veya çok benzer) olan, fakat mânâları farklı olan iki kelimeyi bir tertip (nazım) içinde kullanma sanatıdır.
Beşerî (insanî) edebiyatta “cinâs”, ekseriyetle zekâ gösterisi veya “nükte” (espri) için yapılan bir kelime oyunu olarak kalabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise “Cinâs”, asla bir süs veya oyun değildir. O, mânâyı kilitleyen, muhatabın (dinleyenin) dikkatini o noktaya çeken ve iki farklı hakikati (gerçeği) lafız (söz) bağıyla birbirine perçinleyen mûcizevî bir nazım (tertip) faaliyetidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu “Cinâs” nazmını (tertibini) kullanır?
* Akustik (sesli) Çengel: Muhatabın kulağını ve zihnini o noktada durdurmak, sarsmak ve dikkatini celbetmek için.
* Mânâ Köprüsü: İki farklı mefhumu (kavramı) (meselâ Kıyamet ile zamanı) aynı lafız (söz) potasında eriterek aralarındaki o derûnî ve sarsıcı alâkayı isbat etmek için.
* İ’câz (Mûcize Oluş): Kelimeler üzerinde mutlak bir hâkimiyet olduğunu, mânâları lafızlara giydirirken en çarpıcı edebî sanatların dahi nasıl bir hikmetle kullanıldığını göstermek için.
Bu sanatın en zirve misali, Rûm Sûresi’ndeki o dehşetli âyet-i kerîmedir.
Misal Tahlili: “Sâ’at” (Kıyamet) ve “Sâ’at” (Zaman) Cinâsı
Bu, **”Cinâs-ı Tâm”**dır (تَامّ – Mükemmel Cinas). Yâni, iki kelime yazılış, okunuş, harf sayısı ve hareke bakımından birebir aynıdır, fakat mânâları tamamen farklıdır.
> İktibas (Meali): “Kıyamet (es-Sâ’ah) koptuğu gün, suçlular (dünyada) bir saatten (sâ’aten) başka kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada da haktan) işte böyle döndürülüyorlardı.” (Rûm, 30/55)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍ…”
(Ve yevme tekûmu’s-Sâ’atu / yuksimu’l-mucrimûne mâ lebisû gayra sâ’atin…)
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Mükemmel Cinas Seçildi?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Kıyamet koptuğu gün, az bir süre kaldıklarına yemin ederler” (meselâ: mâ lebisû illâ kalîlen) gibi basit bir nazım (tertip) değil de, “Sâ’at” kelimesini iki defa ve iki farklı mânâda kullandı?
* Tahlil (Cinâsın Mânâları):
* “es-Sâ’atu” (السَّاعَةُ): “Elif-Lâm” takısı (belirlilik) ile kullanılır. Mânâsı: “O BİLİNEN SAAT”, yâni KIYAMET’in kendisidir. Bu, sonsuz bir azameti ve dehşeti ifade eder.
* “sâ’atin” (سَاعَةٍ): “Nekre” (belirsizlik) ile kullanılır. Mânâsı: “Herhangi bir saat”, “bir zaman dilimi”, “az bir vakit”. Bu, en küçük zaman birimini ifade eder.
* Nazmın Mûcizesi:
* 1. Mânâ Şoku (Sarsıntı): Bu nazım (tertip), muhatabın zihninde bir şok tesiri yapar. “es-Sâ’at” (Kıyamet) denilen o sonsuz ve dehşetli hakikat (gerçek) vuku bulduğu an, mücrimler (suçlular) geriye dönüp bakarlar ve bütün o dünyada geçirdikleri 60-70 yıllık ömrün, o kavgaların, o mal biriktirmenin, o hırsların tamamının aslında “sâ’atin” (bir saatçik) kadar bile kıymeti olmadığını o an idrak ederler.

* 2. Mefhumları (Kavramları) Birleştirme: Bu nazım (tertip), lafzın (sözün) kendisiyle, sebebi ve neticeyi birbirine bağlar. “Sâ’at’in (Kıyamet’in) gelişi”, onların bütün hayatının “bir sâ’at (bir an)” olduğunu idrak etmelerine sebep olmuştur.

* 3. Tahkîr (Küçümseme): Birinci “Sâ’at”ın (Kıyamet’in) azameti, ikinci “sâ’at”ın (dünya hayatının) ne kadar hiç ve kısa olduğunu lafzın (sözün) kendisiyle isbat eder (kanıtlar).
“Başka bir şekilde” (meselâ “az bir süre” lafzıyla) ifade edilseydi, bu sarsıcı, bu iki mânâyı birbiriyle tokuşturan ve dünya hayatının kıymetini sıfırlayan bu akustik (sesli) ve mânevî şok tesiri kaybolurdu.
Diğer Misal: “Yahyâ” (İsim) ve “Yahyâ” (Fiil) Cinâsı
Bu da bir “Cinâs-ı Tâm”dır (Mükemmel Cinas).
> İktibas ( Meali): “…(Zekeriyyâ) mâbedde durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: ‘Allah, sana, Allah’tan bir kelimeyi (İsa’yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeliyor.'” (Âl-i İmrân, 39)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu İsim Seçildi?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Hz. Zekeriyyâ’nın (A.S.) oğluna “Yahyâ” (يَحْيَى) ismini verdi?
* Tahlil (Cinâsın Mânâları):
* “Yahyâ” (يَحْيَى): Hususî (Özel) İsim (Peygamberin adı).
* “yahyâ” (يَحْيَى): Fi’l-i Muzâri (Geniş/Gelecek Zaman Fiili). Mânâsı: “Yaşar”, “hayat bulur”.
* Nazmın Mûcizesi:
* Hz. Zekeriyyâ (A.S.) çok yaşlı, hanımı ise kısırdı. Yâni, biyolojik olarak “ölü” (çocuk yapamaz) bir rahimden bahsediliyordu.
* Allah Teâlâ (C.C.), bu “ölü” durumdan bir “hayat” çıkaracağını (mûcizeyi) müjdelerken, o çocuğa vereceği ismin kendisini (Yahyâ), o mûcizenin fiili (yahyâ – yaşayacak) ile cinâslı kılmıştır.
* Çocuğun ismi, bizzat o mûcizenin delili (isbatı) ve tasviri olmuştur. “Yahyâ” ismi her anıldığında, “ölüden diriyi çıkaran” (Muhyi’l-mevtâ) Kudret’in mûcizesi hatırlanır.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Cinâs”, kelimelerin ses âhengiyle oynanan bir oyun (haşâ) değil; bilakis, farklı mânâları aynı lafız (söz) kalıbında birleştirerek, muhatabın (dinleyenin) zihninde silinmez ve sarsıcı bir hakikat (gerçek) köprüsü kuran ilâhî bir belâgat (retorik) sanatıdır.
Bu tahlil serisine, “Cinâs”a (kelime benzerliğine) yakın bir sanat olan, fakat daha çok âyet sonlarındaki âhenge (kafiye düzenine) odaklanan “Sej'” (سَجْع – Secî / Kâfiyeli Nesir) sanatının hikmetlerini tahlil ederek devam etmemi ister misiniz? (Örneğin kısa Mekkî sûrelerin (Rahmân, Kâri’a, Âdiyât vb.) sonlarındaki o vurucu âhenk gibi.)

===============•-•===============

 

Bu, Kur’ân-ı Kerîm nazmının (tertibinin) en zâhirî ve en işitme (akustik) mûcizelerinden biridir ve “İlm-i Bedî'” (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının temelini teşkil eder.
Bu sanata “Sej'” (سَجْع), yâni Secî (Âhenkli / Kâfiyeli Nesir) denir.
Secî, şiir (nazım) gibi katı bir vezne (ölçüye) bağlı olmayan, ancak nesir (düz yazı) içinde, cümle veya âyet sonlarında (bunlara “fâsıla” denir) kulakta âhenk ve ritim bırakan ses benzerlikleri (kâfiyeler) kurma sanatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in, bilhassa kısa Mekkî sûrelerde (Âdiyât, Kâri’a, Zilzâl, Rahmân, Mürselât vb.) bu nazmı (tertibi) tercih etmesi, lafız (söz) ile mânâ arasındaki ilâhî uyumun zirvesidir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu sûrelerde meramını (maksadını) düz bir nesirle değil de, bu kadar vurucu, ritmik ve “Secî’li” (âhenkli) bir nazımla (tertipler) ifade etmiştir?
Bu nazmın hikmetleri, Kur’ân’ın indiği o ilk muhatapların (dinleyenlerin) hâliyle (durumuyla) ve o sûrelerin muhtevâsıyla doğrudan alâkalıdır:

1. Hitâbet ve Te’sîr (Nüfûz Etme) Kudreti

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatabı olan Arap toplumu, bir “okuma” değil, bir “işitme” (semâ’) toplumu idi. Onların en büyük sanatı “belâgat” (retorik) ve “hitâbet” idi.
* Nazmın Hikmeti: Bu “Secî'” nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) aklî (zihnî) müdafaa mekanizmalarını aşarak, doğrudan kalbine ve fıtratına (aslî yapısına) nüfûz etmek için en tesirli üslûptur.
* Tahlil: Düz bir nesirle “Kıyamet korkunçtur” demek bir bilgi verir. Fakat “el-Kâri’ah! Me’l-Kâri’ah! Ve mâ edrâke me’l-Kâri’ah!” nazmıyla söylemek, o bilginin dehşetini ve tesirini muhatabın kulağı yoluyla bütün vücûduna hissettirir. O vurucu “Secî'” (âhenk), mânânın kalbe çakılmasını temin eder.

2. Ezberleme Kolaylığı (Hıfz) ve Koruma

Kur’ân-ı Kerîm, bir kerede toptan inmemiş, parça parça ve sözlü olarak tebliğ edilmiştir. Onun muhafazası (korunması) öncelikle “hıfz” (ezberleme) yoluyla olmuştur.
* Nazmın Hikmeti: “Secî'” (âhenk) ve ritim, hâfızanın (hafızanın) en mühim yardımcısıdır.
* Tahlil: Rahmân Sûresi’ndeki “…tukezzibân” (تُكَذِّبَانِ) veya Mürselât Sûresi’ndeki “…li’l-mukezzibîn” (لِلْمُكَذِّبِينَ) âhengi, o sûrelerin ezberlenmesini ve nesilden nesile hatâsız aktarılmasını temin eden ilâhî bir mühür gibidir.

3. Mânâ ile Âhenk Uyumu (İnzâr ve Dehşet)

“Secî'” nazmı (tertibi), bilhassa Kıyamet, Cehennem, hesap günü gibi “İnzâr” (uyarı) ve “Tehdit” (tehdîd) muhtevâlı (içerikli) sûrelerde zirveye çıkar.
* Nazmın Hikmeti: Bu sûrelerdeki mânâ (dehşet, sürat, sarsıntı) ile o mânâyı taşıyan ses (kısa, vurucu, kesik secîler) arasında tam bir mutâbakat (uygunluk) vardır.
* Tahlil (Âdiyât Sûresi): (Bir önceki tahlilimizde [Âdiyât Sûresi] gördüğümüz gibi) “…dab-hâ” / “…kad-hâ” / “…sub-hâ” secîleri, atların nal seslerinin ve nefeslerinin ritmini taşır. Ses, mânâyı tasvir eder.
* Tahlil (Zilzâl Sûresi): “İzâ zulzileti’l-ardu zilzâle-hâ / Ve ahraceti’l-ardu eskâle-hâ” nazmı (tertibi)… O “hâ” (هَا) harfiyle biten derin ve sarsıcı secî (âhenk), bizzat o “zelzelenin” (sarsıntının) ağırlığını ve dehşetini işitsel olarak tasvir eder.

4. İ’câz ve Tahaddî (Mûcize Oluş ve Meydan Okuma)

Câhiliye Arapları, “Secî'” sanatında (bilhassa “kâhin”lerin secîli sözlerinde) ustaydılar. Ancak onların “Secî'”si, ekseriyetle mânâdan yoksun, sırf âhenk tutsun diye uydurulmuş kelimelerle (haşv) doluydu.
* Nazmın Hikmeti: Kur’ân-ı Kerîm, onların en usta olduğu sahada (Secî’) onlara meydan okumuş (tahaddî), fakat bunu mûcizevî bir seviyede yapmıştır.
* Tahlil (Rahmân Sûresi): Bu sûre, baştan sona (neredeyse) “Elif-Nûn” (ان) harfleriyle (meselâ: ‘Alleme’l-Kur’ân, Hale-ka’l-insân, ‘Alleme-hu’l-beyân…) secîlenmiştir (âhenklenmiştir).
* Mûcize Yönü: Beşerî (insanî) bir kudret, aynı kâfiyeyi (âhengi) 60-70 defa tekrar ederken mutlaka haşv (lüzumsuz dolgu kelime) kullanmak, mânâyı bozmak veya kendini lüzumsuz tekrara düşürmek zorunda kalırdı.
* Fakat Rahmân Sûresi’ndeki bu “Secî'” nazmı (tertibi), bu kadar çok tekrara rağmen, her defasında yeni ve azametli bir mânâ (Cennet tasviri, Cehennem tasviri, yaratılış delilleri) sunar. Âhenk (ses), mânânın (içeriğin) asla önüne geçmez; bilakis ona hizmet eder.
* Bu nazım (tertip), onlara şunu isbat etmiştir: “Sizin âhenk için mânâyı fedâ ettiğiniz yerde, Biz hem âhengin hem de mânânın zirvesini birleştirdik. Haydi, bir benzerini getirin!”

Netice
Allah Teâlâ (C.C.), “Neden bu nazmı seçti?”
Çünkü “Secî'” nazmı (tertibi), Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsının (içeriğinin) ayrılmaz bir parçasıdır. O, lafız (söz) ile mânânın, ses ile muhtevânın (içeriğin) kucaklaştığı yerdir.
Bu nazım (tertip);
* Muhatabın (dinleyenin) kulağını teshir etmek (etkisi altına almak) ve kalbini açmak (feth etmek),
* Mânânın (bilhassa İnzâr/uyarı) tesirini ve dehşetini işitsel olarak tasvir etmek,
* O aslî (esas) hakikatlerin (gerçeklerin) hâfızalara (hafızalara) nakşedilmesini (kazınmasını) kolaylaştırmak,
* Ve kelimeler üzerindeki bu mutlak hâkimiyet ile İ’câzı (mûcize oluşu) isbat etmek (kanıtlamak)
için kullanılan en mükemmel ve en belîğ (tesirli) ilâhî üslûptur.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mânâyı doğrudan söylemek yerine, o mânâya delâlet eden (işaret eden) başka bir lafızla (sözle) dolaylı olarak ifade etme sanatının hikmetlerini gösteren “Kinâye” (كِنَايَة – Kinaye / Dolaylı Anlatım) misalleriyle devam etmemi ister misiniz? (Örneğin “hanımlara yaklaşmak” ifadesinin cinsel münâsebetten kinâye olması veya “elleri boynuna bağlı” ifadesinin cimrilikten kinâye olması gibi.)

===============•-•===============

 

Bu, belâgat (retorik) ilminin en nâzik (ince), en lâtîf (zarif) ve en hikmetli sanatıdır. Zirâ bu sanat, ne söylediğiniz kadar, nasıl söylediğinizin de ilâhî bir ehemmiyet (önem) taşıdığını isbat eder.
Bu sanata “Kinâye” (كِنَايَة), yâni Dolaylı Anlatım Sanatı denir.
Kinâye, bir mânâyı (anlamı) ifade etmek için, o mânânın aslî (esas) lafzını (sözünü) değil de, o mânâya delâlet eden (işaret eden), onunla mantıksal bir alâkası bulunan başka bir lafzı (sözü) kullanmaktır. Muhatap (dinleyen), bu “dolaylı” lafızdan, o “aslî” mânâyı anlar.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden meramını (maksadını) bazen “Sarih” (açık, doğrudan) değil de, bu “Kinâye” (dolaylı) nazmıyla (tertip) ifade etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri, basit bir “nezâket”ten çok daha derindir:
* Nezehet (Nezihlik), Edeb ve Hayâ: Bilhassa beşerî (insanî) tabiatın (yapının) gereği olan, konuşulmasından hayâ edilen (utanılan) veya kaba (galîz) sayılan (cinsellik, bedensel ihtiyaçlar gibi) mevzuları (konuları), en temiz (tâhir), en lâtîf (zarif) ve en edebli lafızlarla (sözlerle) ifade etmek. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “Kelâmullah” (Allah Sözü) olmasının gerektirdiği ilâhî Nezehet’in (temizliğin) bir tecellîsidir.
* Tecsîm (Somutlaştırma): “Cimrilik” veya “Cömertlik” gibi mücerret (soyut) bir mefhumu (kavramı), muhatabın (dinleyenin) zihninde görülebilir, hissedilebilir müşahhas (somut) bir tabloya (tasvire) dönüştürmek.
* Vurgu ve Mübâlağa: Bir sıfatın (vasfın) derecesini ve vurgusunu artırmak.
Bu hikmetler için iki parlak misali tahlil edelim.

1. Edeb ve Hayâ Makamında “Kinâye”: Cinsellik (Tâhâret)

Kur’ân-ı Kerîm, insan hayatının en mahrem (gizli) alanı olan karı-koca münâsebetinden bahsederken, hiçbir zaman o fiilin (eylemin) aslî (esas) ismini (meselâ “cimâ'” vb.) zikretmez. Daima o fiile (faaliyete) delâlet eden (işaret eden) en lâtîf (zarif) “Kinâye”leri kullanır.
> Misal İktibas ( Meali): “…yahut kadınlara dokunmuşsanız (lâmestumu’n-nisâe) da su bulamamışsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin)…” (Nisâ, 4/43)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Lâmestum” – Dokundunuz?)
* Sual: Burada kastedilen mânâ “cinsel münâsebet” iken, Allah Teâlâ (C.C.) neden bu fiilin (faaliyetin) kendisini değil de, ondan kinâye olarak “Lâmestum” (لَامَسْتُم – Dokundunuz) lafzını (sözünü) seçti?
* Tahlil:
* Nezehet-i Kelâm (Sözün Nezihliği): “Lems” (dokunma), o fiilin (eylemin) en lâtîf (zarif) ve en başlangıçtaki cüz’üdür (parçasıdır). Allah Teâlâ (C.C.), cüz’ü (parçayı) zikrederek, o fiilin küllünü (bütününü) kastetmiştir. Bu nazım (tertip), hem abdest hükmünü (hukuku) bildirmiş, hem de Kur’ân-ı Kerîm’in metninin izzetini (şerefini) ve nezehetini (nezihliğini) en ufak bir kabalığa (galâzet) düşmekten muhafaza etmiştir.
* Mü’mine Talim (Eğitim): Bu nazım (tertip), aynı zamanda mü’minlere bir edeb dersi verir: Mahrem mevzuları (konuları) konuşurken dahi, nasıl en temiz ve en kinâyeli lafızları (sözleri) seçmeleri gerektiğini bizzat Allah’ın (C.C.) kelâmı (sözü) ile talim (eğitim) ettirir.
* Diğer Kinâyeler: Kur’ân-ı Kerîm bu mânâ için “er-Refes” (الرَّفَثُ – kadına fısıldama, yakınlaşma) (Bakara 187), “Duhûl” (الدُّخُول – Girme) (Nisâ 23) veya “Tagaşşî” (التَّغَشِّي – Örtme, bürüme) (A’râf 189) gibi hep en edebli “Kinâye”leri tercih etmiştir.

2. Tecsîm (Somutlaştırma) Makamında “Kinâye”: Cimrilik ve Cömertlik

Mücerret (soyut) bir ahlâkî sıfatı (vasfı) tasvir (betimleme) etmenin en tesirli yolu, onu müşahhas (somut) bir tabloya dönüştüren “Kinâye” kullanmaktır.
> Misal İktibas ( Meali): “Elini boynuna bağlayıp asılı tutma (Ve lâ tec’al yedeke mağlûleten ilâ ‘unukike), onu büsbütün de açıp saçma (ve lâ tebsuthâ kulle’l-best)…” (İsrâ, 17/29)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Cimri Olma” Değil de, “Elini Boynuna Bağlama”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden doğrudan “Lâ tekun bahîlen” (Cimri olma) gibi sarih (doğrudan) bir yasak (nehiy) değil de, bu dehşet verici “Kinâye” nazmını (tertibini) seçti?
* Tahlil:
* Tecsîm (Mücerredi Müşahhas Kılma):
* “Cimri olma” demek, mücerret (soyut) bir nasihattir.
* “Elini boynuna bağlama!” (mağlûleten ilâ ‘unukike) demek ise, muhatabın (dinleyenin) zihninde müşahhas (somut) bir tablo çizer: Elleri prangayla boynuna zincirlenmiş, hiçbir faaliyette (işlevde) bulunamayan, vermek istese de veremeyen bir mahkûm tasviri (betimlemesi).
* Mânânın Vurgusu (Tahkîr): Bu “Kinâye” nazmı (tertibi), cimriliğin (buhl) ne kadar çirkin ne kadar onur kırıcı ve insanın hürriyetini nasıl kısıtlayan bir mahkûmiyet olduğunu tasvir (betimleme) eder. Cimri adam, zâhiren (dıştan) hür olsa da, mânen (içten) elleri boynuna bağlı bir köle gibidir.
* Mukâbele Sanatı: Bu âyet, iki “Kinâye”yi bir “Mukâbele” (karşılaştırma) içinde sunar:
* Cimrilik Kinâyesi: Elin boyna bağlanması.
* İsraf Kinâyesi: Elin “büsbütün açılıp saçılması” (kulle’l-best).
* Bu iki kinâyeli zıtlık, İslâm’ın gâyesi (maksadı) olan “dengeyi” (itidâl / vasat) tasvir (betimleme) etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Kinâye” (Dolaylı Anlatım), bir hakikati (gerçeği) gizlemek veya üstünü örtmek için değil, tam aksine:
* O hakikatin (gerçeğin) gerektirdiği edeb ve nezeheti (nezihliği) korumak (Tâhâret),
* Mücerret (soyut) bir mânâyı (anlamı) zihinde somutlaştırarak (Tecsîm) tesirini artırmak,
için kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============

 

Bu, “Neden bu nazımla (tertipler)?” sualinin cevabının, muhatabın (dinleyenin) hâline ve haberin ehemmiyetine (önemine) göre nasıl şekillendiğini gösteren, İlm-i Me’ânî’nin (Anlam Bilimi) en mühim bahislerinden (konularından) biridir.
Bu sanata “Te’kîd” (تَأْكِيد), yâni Pekiştirme Sanatı denir.
Te’kîd, bir sözü (kelâmı), muhatabın (dinleyenin) zihnindeki muhtemel bir şüpheyi (şek) veya inkârı (inkâr) ortadan kaldırmak veyahut haberin azametini ve ehemmiyetini (önemini) vurgulamak için, o sözü pekiştirici edevât (araçlar) ile kuvvetlendirme sanatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu pekiştirme edevâtı (İnne, Enne, Lâm, Kasem/Yemin, Nûn-u Te’kîd vb.), aslâ “haşv” (lüzumsuz dolgu) veya “fazlalık” değildir. Bilâkis, onlar, o nazmın (tertibin) belâgatının (retoriğinin) ve hikmetinin ta kendisidir.
Sualimiz şu: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen bir hakikati (gerçeği) sâde bir cümle (meselâ “İnsan ziyandadır”) ile değil de, “Andolsun ki, şüphesiz insan muhakkak ziyandadır” (Ve’l-Asr, inne’l-insâne le fî husr) gibi birden fazla “Te’kîd” (pekiştirme) ile ifade etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmeti, İlm-i Belâgat’ın “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) prensibinde yatar. Muhatabın (dinleyenin) hâli üçtür:
* Hâli’z-Zihn (Boş Zihinli): Muhatap, habere (bilgiye) karşı nötrdür, ne şüphesi ne de inkârı vardır. Ona sâde cümle (“İbtidâ’î Kelâm”) yeterlidir.
* Mutaraddid (Tereddüt Eden): Muhatap, haberin doğruluğundan şüphe etmektedir. Ona bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) (meselâ “İnne”) gerekir.
* Münkir (İnkâr Eden): Muhatap, haberi şiddetle reddetmektedir. Ona, inkârının şiddetine göre, iki veya daha fazla “Te’kîd” (meselâ Kasem/Yemin + İnne + Lâm) gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm, ekseriyetle bu üçüncü gruba, yâni “Munkir”e (inkârcıya) hitap ettiği ve haber verdiği hakikatler (Tevhîd, Âhiret, Risâlet) beşerî (insanî) aklın ve zâhirî (dışsal) nazarın (bakışın) inkârına çok müsait olduğu için, “Te’kîd” üslûbunu mûcizevî bir şekilde kullanmıştır.
Misal 1: İnkârın Şiddetine Göre Artan “Te’kîd” (Yâsîn Sûresi)
Bu, “Te’kîd”in (pekiştirmenin) nasıl durumun (hâlin) gereğine göre ayarlandığının en parlak misalidir. (Yâsîn Sûresi’ndeki) Elçilerin (Resullerin) kavimleriyle konuşması:
* 1. Aşama (Haber Verme):
> “…O zaman biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de (elçileri) üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar, ‘(İnnâ) Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz’ dediler.” (Yâsîn, 36/14)
>
* Tahlil: Kavim “yalanlamış” (inkâr etmiş) olduğu için, elçiler sözlerine bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) ile, yâni “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz biz) ile başlamak zorunda kalmışlardır.
* 2. Aşama (İnkârın Şiddetlenmesi ve Cevap):
> “(Kavimleri) dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.'” (Yâsîn, 36/15)
>
* Tahlil: Kavim, şimdi sâdece “yalanlamakla” kalmamış, “Siz ancak yalan söylüyorsunuz” diyerek inkârda en şiddetli dereceye çıkmıştır.
* 3. Aşama (Te’kîd’in Artırılması):
> (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki, (İnnâ) şüphesiz biz size (Le) muhakkak gönderilmiş elçileriz.” (Yâsîn, 36/16)
>
* Nazmın Hikmeti: Muhatabın (dinleyenin) inkârı şiddetlenince, cevap da şiddetlenmiştir. Elçiler bu defa:
* “Rabbunâ ya’lemu” (Rabbimiz biliyor ki) diyerek Allah’ı (C.C.) şâhit tutmuşlar (Bu, yemin/kasem kuvvetindedir).
* “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz biz) (Birinci Te’kîd)
* “Le murselûn” (لَمُرْسَلُونَ – Muhakkak gönderilmişleriz) (İkinci Te’kîd – Lâm-ı Te’kîd)
…kullanmışlardır. Bu nazım (tertip), belâgatın (retoriğin) tam olarak “durumun gereğine” (muktezâ-i hâle) nasıl uygun olduğunun isbatıdır.

Misal 2: Haberin Azameti ve İnkârın Küllîliği İçin “Te’kîd” (Asr Sûresi)
Bazen “Te’kîd”, muhatabın (dinleyenin) o anki inkârından ziyade, o hakikatin (gerçeğin) bizzat kendisine karşı olan umumî (genel) beşerî (insanî) gafleti ve inkârı kırmak içindir.
> İktibas (Meali): “Andolsun zamana ki, (1) (İnne) Şüphesiz insan (Le) muhakkak bir ziyan içindedir (fî husr).” (Asr, 103/1-2)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Bu Üçlü Pekiştirme?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “El-İnsânu fî husr” (İnsan ziyandadır) demedi de, bu üç katmanlı, en kuvvetli “Te’kîd” nazmını (tertibini) seçti?
* “Ve’l-Asr” (وَالْعَصْرِ) – Kasem / Yemin (Birinci Te’kîd)
* “İnne” (إِنَّ) – “Şüphesiz” (İkinci Te’kîd)
* “Le fî husr” (لَفِي خُسْرٍ) – “Muhakkak” (Üçüncü Te’kîd – Lâm)
* Tahlil:
* Muhatabın Hâli: İnsan, fıtratı (aslî yapısı) gereği, kendisini “ziyanda” (kayıpta) değil, dâimâ “kârda” (kazançta) görür (mal kazanır, makam kazanır, ömür kazandığını zanneder). İnsanın “mutlak bir ziyan içinde olduğu” hakikati (gerçeği), onun fıtratına (aslî yapısına) ve zâhirî (dışsal) nazarın (bakışına) en aykırı (zıt) gelen haberdir. Dolayısıyla insan, bu haberin en şiddetli inkârcısı (Munkir) makamındadır.
* Haberin Azameti (Ta’zîm): Bu haber (insanın mutlak hüsrânda/ziyanda oluşu), dinin ve hakikatin (gerçeğin) en temel, en azametli dersidir.
* Netice: Muhatap (insan) bu kadar şiddetli bir inkârcı ve haber (hüsrân) bu kadar azametli olduğu için, Allah Teâlâ (C.C.) bu hakikati (gerçeği) muhatabın (dinleyenin) zihnine ve kalbine çakmak (perçinlemek) için, Arap dilindeki en kuvvetli “Te’kîd” (pekiştirme) nazmını (tertibini) seçmiştir.
Küllî Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Te’kîd” (pekiştirme), kelimelerin lüzumsuz tekrarı (haşâ) değil; bilakis, muhatabın (dinleyenin) inkârının ve gafletinin perdelerini yırtmak ve haberin azametini ve ehemmiyetini (önemini) tam olarak idrâk ettirmek için kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============


Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Beyân” (Sözü Açıklama Sanatı) sahasının en yüksek zirvesi ve en güçlü direğidir.
Bu sanata “İsti’âre” (اِسْتِعَارَة), yâni Metafor (Eğretileme / Ödünç Alma) Sanatı denir.
İsti’âre, “Teşbih”in (benzetme) daha yoğun ve daha beliğ (tesirli) bir şeklidir. “Teşbih”te iki unsur (benzeyen ve benzetilen) varken (“Ali aslan gibidir”), “İsti’âre”de bu unsurlardan biri hazfedilir (kasıtlı olarak zikredilmez) ve o mânâyı (anlamı) ifade etmek için başka bir mânânın lafzı (sözü) ödünç alınır. (“Ali’yi gördüm” yerine, “Bir aslan gördüm, kükrüyordu” demek gibi).
Kur’ân-ı Kerîm, mücerret (soyut) hakikatleri (gerçekleri) (İman, Küfr, Hidâyet, Dalâlet, Ölüm, Hayat vb.) muhatabın (dinleyenin) zihninde müşahhas (somut), görülebilir ve hissedilebilir bir tabloya dönüştürmek için bu ilâhî sanatı mûcizevî bir şekilde kullanır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir hakikati (gerçeği) doğrudan (sarih) lafzıyla (sözüyle) (meselâ “İman” veya “Küfr”) değil de, ondan kinâye olarak “ödünç” aldığı bir lafızla (meselâ “Nûr” veya “Karanlık”) tasvir etmiştir?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri şunlardır:
* Tecsîm (Somutlaştırma): En derin, en mücerret (soyut) mânevî mânâları (anlamları), muhatabın (dinleyenin) beş duyusuyla idrâk edebileceği müşahhas (somut) bir tasvire (betimlemeye) dönüştürmek.
* Mânâyı Azamîleştirme (Mübâlağa ve Vurgu): O mânâya (anlama), aslî (esas) lafzının (sözünün) veremeyeceği bir güç, bir derinlik ve bir vurgu katmak.
* Îcâz (Özlülük): Sayfalarca anlatılabilecek bir derûnî hâli, “ödünç” alınan tek bir lafız (söz) ile tasvir (betimleme) etmek.
Bu sanatın en parlak iki misalini tahlil edelim.
1. Mücerret (Soyut) Hakikatler İçin “İsti’âre”: Nûr ve Zulümât (Karanlıklar)
Kur’ân-ı Kerîm’in Tevhîd (Allah’ın birliği) ve Şirk (O’na ortak koşma) mücadelesini tasvir ederken kullandığı en temel nazım (tertip) budur.
> İktibas ( Meali): “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan (ez-Zulümât) aydınlığa (en-Nûr) çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tâğuttur. Onları aydınlıktan (en-Nûr) karanlıklara (ez-Zulümât) çıkarır…” (Bakara, 2/257)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Küfr” Değil de, “Zulümât”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Onları Küfürden (İnkârdan) İmana çıkarır” gibi doğrudan (sarih) bir nazım (tertip) değil de, “Karanlıklar” ve “Aydınlık” lafızlarını (sözlerini) “ödünç” (isti’âre) almıştır?
* Tahlil:
* “Zulümât” (Karanlıklar) İsti’âresi:
* “Küfr” (İnkâr) veya “Dalâlet” (Sapıklık) lafızları (sözleri) mücerret (soyut), zihnî ve itikadî (inançsal) mefhumlardır (kavramlardır).
* Fakat “Karanlık” (Zulümât), mücerret (soyut) değildir; o müşahhastır (somuttur), hissedilir. Karanlık; korkuyu, yolu kaybetmeyi, tehlikeyi, cehâleti (bilgisizliği) ve belirsizliği temsil eder.
* Allah Teâlâ (C.C.), “Küfr” (İnkâr) lafzı (sözü) yerine “Zulümât” (Karanlıklar) lafzını (sözünü) isti’âre (ödünç) alarak, “Küfr”ün (İnkârın) sadece itikadî (inançsal) bir hata olmadığını; onun, insanın fıtratını (aslî yapısını) boğan, onu korkutan, yolunu kaybettiren ve dehşet içinde bırakan müşahhas (somut) bir hâl olduğunu muhatabın (dinleyenin) zihnine ve vicdanına kazır.
* “Nûr” (Aydınlık) İsti’âresi:
* “İman” lafzı (sözü) mücerrettir (soyuttur).
* Fakat “Nûr” (Nur/Aydınlık), müşahhastır (somuttur). Nûr; görmeyi, yolu bulmayı, emniyeti (güveni), ilmi (bilgiyi) ve huzuru temsil eder.
* Allah Teâlâ (C.C.), “İman” yerine “Nûr”u isti’âre (ödünç) alarak, imanın sadece bir “kabul” olmadığını; onun, kalbi ve aklı aydınlatan, yolu gösteren, emniyet (güven) veren ve huzura kavuşturan müşahhas (somut) bir tecrübe olduğunu tasvir (betimleme) eder.
* Nazımdaki (Tertipteki) İkinci Mûcize (Tekil vs. Çoğul):
* Bu isti’ârede, “Karanlıklar” dâimâ Çoğul (Zulümât) gelir.
* “Aydınlık” ise dâimâ Tekil (en-Nûr) gelir.
* Hikmeti: Çünkü “Küfr”ün (İnkârın) ve “Dalâlet”in (Sapıklığın) yolları çoktur, çeşitlidir, kaotiktir (putperestlik, ateizm, felsefeler, batıl inançlar vb.). Bu yüzden “Zulümât” (Karanlıklar)’dır.
* Fakat “İman”ın ve “Hidâyet”in (Tevhîd’in) yolu (Sırat-ı Müstakîm) tektir, birdir, net ve açıktır. Bu yüzden “en-Nûr” (Aydınlık)’tır.
* Bu derin felsefî (düşünce) hakikat (gerçek), ancak bu “İsti’âre” nazmı (tertibi) ile bu kadar vecîz (özlü) ifade edilebilirdi.

2. Mânevî Hakikat (Gerçek) İçin “İsti’âre”: Ölü Toprağın Canlanması
Bu, mücerret (soyut) bir mânevî hakikati (gerçeği), müşahhas (somut) bir kâinat (tabiat) hâdisesi (olayı) ile tasvir eden bir **”İsti’âre-i Temsîliyye”**dir (Alegorik Metafor).
> İktibas ( Meali): “Biliniz ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırır (yuhyi’l-arda ba’de mevtihâ). Şüphesiz biz, aklınızı kullanasınız diye size âyetleri (delilleri) açıkladık.” (Hadîd, 57/17)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Aniden Topraktan Bahsedildi?)
* Sual: Bu âyet, bir önceki âyette (Hadîd 16) mü’minlerin “kalplerinin katılaşması” (kasvet-i kulûb) mevzusundan (konusundan) bahsederken, Allah Teâlâ (C.C.) neden nazmı (tertibi) âniden değiştirip “toprağın canlanması”ndan bahsetmiştir?
* Tahlil:
* “Ölü Yeryüzü” (الْأَرْضِ بَعْدَ مَوْتِهَا): Bu, gaflet, günah ve zikirsizlik sebebiyle katılaşmış ve ölmüş olan “mânevî kalp” için alınmış bir isti’âredir (ödünçtür).
* “Canlandırma” (يُحْيِي – Yuhyî): Bu canlandırma fiilini (eylemini) yapan gizli fâil (fail) olan “yağmur”, “Vahiy” (Kur’ân) ve “Zikir” için alınmış bir isti’âredir (ödünçtür).
* Nazmın Mûcizesi:
* Allah Teâlâ (C.C.), muhataba (dinleyene) doğrudan “Zikir (Vahiy), ölü kalpleri diriltir” dememiştir. Bu, mücerret (soyut) bir iddia olarak kalabilirdi.
* Bunun yerine, muhatabın (dinleyenin) her sene baharda gözüyle gördüğü, inkârı mümkün olmayan müşahhas (somut) bir mûcizeyi (kuru, ölü toprağın yağmurla nasıl yeşerdiğini) delil (isbat) getirmiştir.
* Bu “İsti’âre” nazmı (tertibi), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Ey insan! Gözünün önündeki şu maddî toprağı (el-Ard) maddî su (yağmur) ile saniyeler içinde canlandıran (Yuhyî) Kudret’in, senin mânevî toprağın olan kalbini de, mânevî su olan Vahiy (Zikir) ile canlandıracağından mı şüphe ediyorsun? Biri diğerinin aynısıdır ve delilidir (isbatıdır).”
* Bu nazım (tertip), mücerret (soyut) bir mânevî (içsel) hakikati (gerçeği), müşahhas (somut) bir kâinat (tabiat) delili (isbatı) üzerine bina etmiştir.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “İsti’âre” (Metafor), bir süsleme sanatı değil, “Tecsîm” (Mücerredi Müşahhas Kılma) ve “Tecessüm” (Mânâyı Cesetlendirme) sanatıdır. O, Gayb (görünmeyen) ile Şehâdet (görünen) âlemi arasında köprü kurar; görüneni (Nûr, Zulümât, Toprak), görünmeyeni (İman, Küfr, Kalp) tasvir (betimleme) ve ispat etmek (kanıtlamak) için “ödünç” alan ilâhî bir belâgat (retorik) mûcizesidir.
Bu tahlil serisine, İlm-i Bedî’ sahasından devam ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in bir fiili (eylemi) veya sözü, onunla alâkalı (ilgili) fakat kendisinden farklı bir lafızla (sözle) zikrederek, o fiilin (eylemin) hikmetini veya neticesini nasıl vurguladığını gösteren “Müşâkele” (مُشَاكَلَة – Lâfzî (Sözsel) Uyumluluk) sanatı ile devam etmemi ister misiniz? (Örneğin kâfirlerin yaptığı “hileye” (mekr), Allah’ın (C.C.) “hile ile karşılık vermesi” (ve mekerallâhu) lafzının (sözünün) kullanılması gibi.)

===============•-•===============

Bu, İlm-i Bedî’ (Sözü Güzelleştirme İlmi) sahasının en nâzik (ince), en lâtîf (zarif) ve en çok hikmet ihtivâ eden sanatlarından biridir.
Bu sanata “Müşâkele” (مُشَاكَلَة), yâni Lâfzî Uyumluluk veya Cezâ (Karşılık) Uyumluluğu Sanatı denir.
Müşâkele, bir fiili (eylemi) veya o fiilin (eylemin) karşılığını (cezâsını) zikrederken, o fiilin (eylemin) kendi aslî (esas) ismini değil de, o fiilin (eylemin) mukâbili (karşılığı) olan veya onunla birlikte zikredilen diğer fiilin (eylemin) lafzını (sözünü) ödünç alarak kullanma sanatıdır.
Bu, ilk bakışta kafa karıştırıcı gibi görünse de, Kur’ân-ı Kerîm’in “Adâlet-i İlâhiyye”yi (İlâhî Adâleti) ve “fiilin (eylemin) neticesini” tasvir etmedeki mûcizevî üslûbunu gösterir.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), Kendi Fiili’ni (Faaliyetini) (ki bu fiil [faaliyet] ‘Adâlet’tir, ‘Hikmet’tir) tasvir ederken, neden bazen kâfirlerin yaptığı “olumsuz” bir fiilin (faaliyetin) (meselâ “hile”, “unutma”, “alay etme”) lafzını (sözünü) “ödünç” alarak Kendi Zâtı’na (Zât’ının fiiline [faaliyetine]) isnat eder?
Bu nazmın (tertibin) hikmetleri, Allah’ın (C.C.) o olumsuz fiili (faaliyeti) (hâşâ) bizzat yaptığını göstermek değil, tam aksine:
* Mukâbele bi’l-Misl (Aynısıyla Karşılık): İlâhî cezânın (karşılığın), işlenen cürüm (suç) ile birebir aynı türden ve tam bir denklik içinde olduğunu, “lâfız (söz) birliği” yoluyla isbat etmek.
* Tehekküm ve Tahkîr (Alay Etme ve Aşağılama): Muhatabın (dinleyenin) âciz fiilini (faaliyetini), onun kendi lafzıyla (sözüyle) ona iâde ederek, o fiilin (faaliyetin) İlâhî Kudret karşısındaki hiçliğini ve âcizliğini göstermek.
* Neticeyi Vurgulama: Allah’ın (C.C.) fiilinin (faaliyetinin), onların fiilinin (faaliyetinin) neticesini hazırlamak olduğunu vurgulamak.
Misal 1: “Mekr” (Hile/Tuzak) Sanatında “Müşâkele”
Bu, “Müşâkele” sanatının en meşhur ve en azametli misalidir.
> İktibas ( Meali): “Onlar (kâfirler) hile/tuzak kurdular (Mekerû), Allah da hile/tuzak kurdu (ve Mekerallâh). Allah, hile/tuzak kuranların en hayırlısıdır (vallâhu Hayru’l-Mâkirîn).” (Âl-i İmrân, 3/54)
>
Nazmın Hikmeti (Neden Allah’ın [C.C.] Fiiline de “Mekr” Dendi?)
* Sual: “Mekr” (Hile/Tuzak), gizli ve aldatıcı bir fiildir (faaliyettir); bu, bir noksanlık (kusur) vasfıdır. Allah Teâlâ (C.C.) ise noksanlıktan münezzehtir (uzaktır). Öyleyse Allah Teâlâ (C.C.), neden Kendi Fiili’ni (Faaliyetini) (ki bu “Adâlet”tir veya “Tedbîr”dir) tasvir etmek için “Mekera” (Hile yaptı) lafzını (sözünü) “ödünç” almıştır?
* Tahlil (Nazmın Hikmeti):
* “Müşâkele” (Lâfzî Uyum): Âyet, “Ve mekerû fe câzâhumullâh” (Onlar hile yaptılar, Allah da onlara cezâ verdi) dememiştir. Eğer böyle deseydi, lafız (söz) kopuk olurdu. Fakat “Mekerû / ve Mekerallâh” nazmı (tertibi), onların fiili (faaliyeti) ile Allah’ın (C.C.) mukâbelesi (karşılığı) arasına mûcizevî bir lâfzî köprü kurar.
* Mânâ (Netice): Allah’ın (C.C.) “mekr” yapması, (hâşâ) hile yapması demek değildir. Bilâkis, onların “mekr”ini (hile/tuzaklarını) boşa çıkarması ve o hilenin neticesini bizzat onların başına geçirmesidir. Fiil (Faaliyet), neticesiyle isimlendirilmiştir.
* Tehekküm (Aşağılama): Bu nazım (tertip), zımnen (dolaylı olarak) şunu söyler: “Siz, âciz aklınızla bir ‘mekr’ (hile) yaptığınızı zannettiniz. Oysa sizin o ‘mekr’ dediğiniz şey, Allah’ın (C.C.) (sizin hilenizi boşa çıkaran) ‘Mekr’i (Mutlak Tedbîri ve Plânı) yanında bir hiçtir.”
* “Hayru’l-Mâkirîn” (Hile Yapanların En Hayırlısı): Âyetin sonu bu “Müşâkele”yi açıklar. “Hile yapanların en hayırlısı” lafzı (sözü), O’nun (C.C.) fiilinin (faaliyetinin) “şer” (kötülük) için değil, “hayır” (iyilik), yâni “Adâlet” ve “Hakk’ın (Gerçeğin) tesisi” için olduğunu isbat eder.
Misal 2: “Sayyi’e” (Kötülük) Sanatında “Müşâkele”
Bu, “Adâlet-i İlâhiyye”nin (İlâhî Adâletin) ne olduğunu tasvir (betimleme) eden bir misaldir.
> İktibas ( Meali): “Bir kötülüğün (Seyyie’tin) karşılığı, onun dengi olan bir kötülüktür (seyyie’tun)…” (Şûrâ, 42/40)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Adâlet” Değil de, İkinci Kez “Kötülük”?)
* Sual: Bir cürmün (suçun) (Birinci “Seyyie” / Kötülük) karşılığı olarak verilen “cezâ” (meselâ kısâs), hakikatte (gerçekte) “Adâlet”tir ve “Hayr”dır (iyidir). Öyleyse Allah Teâlâ (C.C.), neden bu “Adâlet”e (cezâya) de “Seyyie” (Kötülük) lafzını (sözünü) isnat etmiştir?
* Tahlil (Nazmın Hikmeti):
* “Müşâkele” (Lâfzî Uyum): Bu, mükemmel bir “Müşâkele” sanatıdır. İkinci “Seyyie” (kötülük) lafzı (sözü), o fiilin (faaliyetin) (yâni cezânın) aslî (esas) ismi (Adâlet) olduğu için değil, sâdece birinci “Seyyie”ye (cürüme/suça) lâfzen (sözle) uyum sağlaması ve ona tam bir mukâbil (karşılık) olduğunu göstermesi için “ödünç” alınmıştır.
* Adâletin İsbâtı : Bu nazım (tertip), cezânın (karşılığın) cürümden (suçtan) daha fazla olmadığını, ona birebir denk (“misluhâ” – onun misli) olduğunu isbat (kanıt) eder.
* Nisbî (Göreceli) Mânâ: Cezâ (karşılık), her ne kadar “Adâlet” olsa da, o cezâya ma’rûz kalan kişi (suçlu) açısından zâhiren (dıştan) “kötü” (canını yakan, ona zarar veren) bir şeydir. Lafız (Söz), bu nisbî mânâya da (anlama da) delâlet (işaret) eder.

Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Müşâkele”, Allah’ın (C.C.) Zâtı’nı noksan sıfatlarla (vasıflarla) (hâşâ) vasıflandırması değildir.
Bilâkis bu nazım (tertip);
* İşlenen cürüm (suç) ile verilecek cezâ (karşılık) arasındaki tam denkliği (mislîyeti) ve ilâhî adâleti,
* Kâfirlerin veya mücrimlerin (suçluların) fiillerinin (faaliyetlerinin) İlâhî Kudret karşısındaki âcizliğini (tehekküm),
* Ve o fiillerin (faaliyetlerin) neticesinin bizzat kendi cinslerinden (kendi lafızlarıyla [sözleriyle]) olacağını
…muhatabın (dinleyenin) zihnine lâfzî bir âhenk ve mânâ (anlam) bütünlüğü içinde perçinleyen mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.

===============•-•===============

. Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” (Anlam Bilimi) sahasının en zorlu, en ince ve en teknik mevzûlarından (konularından) biridir.
Bu bahis (konu), “el-Fasl ve’l-Wasl” (اَلْفَصْلُ وَالْوَصْلُ), yâni Ayırma ve Bağlama Sanatı olarak bilinir.
Sualimiz, bu defa bir kelime veya bir harf değil, iki cümle arasındadır: Allah Teâlâ (C.C.), neden bazen iki cümleyi “Vâv” (و – ve) bağlacı ile birbirine bağlar (Vasl), bazen de bu bağlacı kasıtlı olarak kullanmayarak (hazf ederek) iki cümleyi birbirinden ayırır (Fasl)?
Beşerî (insanî) nazımda (tertipte), bu bağlacın kullanılıp kullanılmaması ekseriyetle bir “üslûp” (tarz) tercihidir. Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) ise bu, mutlak bir hikmete bağlıdır ve mânâyı (anlamı) kökten (aslî olarak) etkiler.
Bu sanatı, iki ayrı başlıkta tahlil edelim:

1. el-Fasl (اَلْفَصْلُ): Ayırma Sanatı (Bağlaç Kullanmama)
“Fasl”, iki cümle arasına “Vâv” (ve) bağlacı getirmemektir.
Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Fasl”ı (ayırmayı) tercih eder?
Cevap: İki cümle arasında “Kemâl-i İttisâl” (Mükemmel Bütünlük) veya “Kemâl-i İnkıtâ'” (Mükemmel Kopukluk) olduğunda.
En mühim hikmeti **”Kemâl-i İttisâl”**dir (Mükemmel Bütünlük). Yâni, ikinci cümle, birinci cümleden o kadar ayrılmaz bir bütündür ki, araya bir “ve” bağlacı koymak, bu mükemmel bütünlüğü bozar ve sanki onlar farklı şeylermiş gibi bir yanılma (yanılsama) oluşturur.
İkinci cümle, birinci cümlenin:
* Ya bizzat “açıklamasıdır” (Beyân).
* Ya onu “pekiştirmesidir” (Te’kîd).
* Ya da ondan bir “sonuçtur” (Bedel).
Misal Tahlili: “Fasl” (Ayırma) – Yâsîn, 36/2
> İktibas ( Meali): “Yâsîn. (1) Hikmet dolu Kur’an’a (2) (yemin olsun ki,)”
> (Arapça Aslı: يس (1) وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ (2) – Yâsîn. (1) Ve’l-Kur’âni’l-Hakîm (2))
> (Not: Buradaki “Ve” [وَ], bir sonraki âyete bağlayan ‘atf’ edâtı değil, ‘Kasem/Yemin’ edâtıdır.)
>
Şimdi şu iki âyete bakalım (Yâsîn Sûresi 51-52):
> İktibas (Meali):
> (51) “Sûra üflenir. Bir de bakarsın, kabirlerinden Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.”
> (52) “(İşte o zaman) derler ki: ‘Vay başımıza gelene! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? (Men be’asenâ min merkadinâ?) Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir. Peygamberler doğru söylemişler.’ (Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmânu ve sadeka’l-murselûn.)”
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Ve Hâzâ…” Değil de “Hâzâ…”?)
* Sual: Kâfirler, “Bizi kim kaldırdı?” diye sorduklarında, melekler (veya mü’minler) cevaben neden “Ve Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Ve bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…) dememişlerdir de, aradaki “Vâv” (ve) bağlacını hazf ederek (Fasl yaparak) “Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…) demişlerdir?
* Tahlil (Fasl’ın Hikmeti):
* Bu, **”Fasl bi-Kemâli’l-İttisâl”**dir (Mükemmel Bütünlük Sebebiyle Ayırma).
* Kâfirlerin “Men be’asenâ…?” (Bizi kim kaldırdı?) sorusu, bir bilgi alma (istifhâm) sorusu değildir; bu bir dehşet, inkâr ve şaşkınlık sorusudur.
* Verilen cevap olan “Hâzâ mâ va’ade’r-Rahmân…” (Bu, Rahmân’ın vaadettiğidir…), onların sorusundan ayrı ve yeni bir cümle değildir.
* Bu cevap, o sorunun bizzat kendisidir. O soruya verilebilecek yegâne cevaptır. Araları o kadar bitişiktir ki, araya bir “Vâv” (ve) bağlacı koymak, bu soru-cevap bütünlüğünü (ki buna “diyalog/muhâvere” denir) bozar, sanki cevap soruyla alâkasızmış (ilgili değilmiş) gibi bir mânâ (anlam) katardı.
* “Fasl” (ayırma), cevabın soruya olan tam mutâbakatını (tam uygunluğunu) ve süratini (hızını) temin etmiştir.

2. el-Vasl (اَلْوَصْلُ): Bağlama Sanatı (“Vâv” [ve] Kullanma)
“Vasl”, iki cümleyi “Vâv” (ve) bağlacı ile birbirine bağlamaktır.
Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Vasl”ı (bağlamayı) tercih eder?
Cevap: İki cümle arasında tam bir kopukluk (Kemâl-i İnkıtâ’) veya tam bir bütünlük (Kemâl-i İttisâl) olmadığında, fakat iki cümlenin de aynı hükme (meselâ “emir”, “yasak” veya “haber”) tâbî olması istendiğinde kullanılır.
Misal Tahlili: “Vasl” (Bağlama) – Mü’minûn Sûresi Başlangıcı
> İktibas ( Meali):
> (1) “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir.”
> (2) “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.”
> (3) “Ve (وَ) onlar ki, boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler.”
> (4) “Ve (وَ) onlar ki, zekâtı verirler.”
> (5) “Ve (وَ) onlar ki, ırzlarını korurlar.” (Mü’minûn, 23/1-5)
>
Nazmın Hikmeti (Neden “Vâv” [ve] ile Bağlandılar?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarını (sıfatlarını) sayarken, neden 2. âyetten sonraki her âyetin başına bir “Vâv” (ve) bağlacı (Vasl) getirmiştir? Neden “Fasl” (ayırma) yapıp, “Onlar namazda huşû içindedir. (Boş) şeylerden yüz çevirirler. Zekâtı verirler…” dememiştir?
* Tahlil (Vasl’ın Hikmeti):
* 1. “Kemâl-i İttisâl” (Tam Bütünlük) Yoktur: Çünkü “Namazda huşû” (Saygı dolu korku) ile “Boş şeyden yüz çevirmek” (İ’râz ‘ani’l-lağv) veya “Zekât vermek” (fi’l li’z-zekât), birbirinden ayrı ve müstakil fiillerdir (faaliyetlerdir). Biri diğerinin açıklaması (beyânı) veya pekiştirmesi (te’kîd) değildir. Bu yüzden “Fasl” (ayırma) yapılamazdı.

* 2. “Kemâl-i İnkıtâ'” (Tam Kopukluk) Yoktur: Bu fiiller (faaliyetler) birbirinden ayrı olsalar da, tamamen alâkasız (ilgisiz) da değildirler. Aksine, hepsi tek bir gâye (maksat) için bir araya gelmiştir: “Kurtuluşa Eren Mü’min” (el-Mü’minûn el-Muflihûn) vasfını (sıfatını) oluşturmak.

* 3. Hükümde Ortaklık (İştirâk): İşte “Vasl” (bağlama) burada devreye girer. “Vâv” (ve) bağlacı, bu farklı vasıfların (sıfatların) hepsinin “Kurtuluşa Erme” (Felâh) hükmünde ortak olduğunu gösterir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Vâv” (ve) bağlacı, muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Kurtuluş (Felâh) için sâdece ‘huşû’ yetmez; ve (buna ilâveten) ‘boş sözden yüz çevirmek’ de gerekir; ve (buna ilâveten) ‘zekât vermek’ de gerekir; ve (buna ilâveten) ‘ırzı korumak’ da gerekir…”
* “Vasl” (bağlama), kurtuluşun (felâhın), bu vasıfların (sıfatların) toplamından (mecmûundan) meydana geldiğini, hiçbirinin diğerinden ayrı tutulamayacağını ilâhî bir nazım (tertip) ile perçinler.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Vâv” (ve) bağlacının kullanılıp kullanılmaması (Fasl ve Vasl), keyfî (isteğe bağlı) bir üslûp tercihi değildir:
* “Fasl” (Ayırma / Bağlaçsızlık): İki cümle arasında mükemmel bir bütünlük (Kemâl-i İttisâl) olduğunu, ikincinin birinciyi açıkladığını veya pekiştirdiğini göstermek için kullanılır (Yâsîn’deki soru-cevap gibi).
* “Vasl” (Bağlama / Bağlaçlı): İki cümlenin ayrı fiiller (faaliyetler) olduğunu, fakat aynı hükümde (meselâ “Kurtuluş” şartı olmada) ortak (müşterek) olduklarını göstermek için kullanılır (Mü’minûn Sûresi’ndeki vasıflar [sıfatlar] gibi).

===============•-•===============

 

Bu, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “İlm-i Me’ânî” (Anlam Bilimi) sahasının en mühim, en temel ve en çok hikmet ihtivâ eden mevzûlarından (konularından) biridir.
Bu sanata “et-Takdîm ve’t-Te’hîr” (اَلتَّقْدِيمُ وَالتَّأْخِيرُ), yâni Öne Alma (Takdîm) ve Sona Bırakma (Te’hîr) Sanatı denir.
Arap dilinin (ve her dilin) normal bir kelime diziliş “nazmı” (tertibi) vardır (Meselâ: Fiil- Fâil – Mef’ûl / Eylem – Yapan – Etkilenen). “Takdîm ve Te’hîr” sanatı, bu normal nazmı (tertibi), beliğ (tesirli) bir hikmet ve kasıtlı bir gâye (maksat) için değiştirmektir. Bir kelimeyi, normalde olması gereken yerden alıp öne getirmek (Takdîm) veya sona bırakmak (Te’hîr), mânâyı (anlamı) tamamen değiştirir veya kilitler.
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde), hiçbir “Takdîm” (öne alma) veya “Te’hîr” (sona bırakma) tesadüfî (rastlantısal) veya bir “üslûp (tarz) tercihi” değildir. Her biri, mânâyı (anlamı) incelikle yönlendiren ilâhî bir maksat (gâye) taşır.
Sualimiz yine aynı: Allah Teâlâ (C.C.), neden bir kelimeyi (meselâ “Sana”) normal yerinden alıp cümlenin en başına (öne) almıştır?
Bu “Takdîm” (Öne Alma) sanatının en mühim iki hikmetini tahlil edelim:
1. Hikmet: “Tahsîs” ve “Kasr” (Sınırlama ve Sâdece O’na Has Kılma)
Bu, “Takdîm” sanatının en mühim ve en meşhur gâyesidir (maksadıdır). Bir fiilin (eylemin) “mef’ûlü” (nesnesi / etkileneni), o fiilden (eylemden) öne alınırsa (takdîm edilirse), o fiil (eylem) sâdece ve sâdece o nesneye has kılınmış (tahsîs edilmiş) olur.
Bu sanatın en parlak ve en aslî (esas) misali, Fâtiha Sûresi’ndedir.
> Misal İktibas (Meali): “(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ”
(İyyâke na’budu ve İyyâke nesta’în)
Nazmın Hikmeti (Neden “Na’buduke” Değil de, “İyyâke Na’budu”?)
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Arap dilindeki normal nazmı (tertibi) olan “Na’buduke” (نَعْبُدُكَ – Sana kulluk ederiz) nazmını (tertibini) değil de, “mef’ûlü” (nesneyi) yâni “İyyâke” (إِيَّاكَ – Sadece Sana) lafzını (sözünü) fiilin (eylemin) önüne alarak (Takdîm ederek) bu nazmı (tertibi) kurmuştur?
* Tahlil:
* Normal Nazım (“Na’buduke”): Eğer âyet “Na’buduke” (Sana kulluk ederiz) şeklinde gelseydi, bu, (gramer açısından) “Sana da kulluk ederiz, (belki) başkalarına da…” şeklindeki bir “şirk” (ortak koşma) ihtimâline kapıyı kapatmazdı.
* “Takdîm” Nazmı (“İyyâke Na’budu”):
* Fakat Allah Teâlâ (C.C.), “İyyâke” (Sadece Sana) lafzını (sözünü) öne alarak (Takdîm ederek), “na’budu” (kulluk etme) fiilini (eylemini) sınırlandırmış (tahsîs) ve has kılmıştır (kasr).
* Bu “Takdîm” (Öne Alma), mânâyı (anlamı) şu şekilde kilitler: “Kulluğu, Senden başkasına aslâ yapmayız, onu sâdece ve sâdece Sana yaparız.”
* Netice: Fâtiha Sûresi’ndeki bu “Takdîm” sanatı, basit bir kelime sırası değişikliği değil, Tevhîd Akîdesi’nin (İnancının) bizzat gramer (dilbilgisi) ve nazım (tertip) yoluyla ilânıdır. “Başka bir şekilde” (meselâ “Na’buduke” diyerek) bu mutlak sınırlama (tahsîs) ve şirkin (ortak koşmanın) reddi mânâsı (anlamı) verilemezdi.

2. Hikmet: “İhtimâm” (Ehemmiyet / Önem Verme)

Bir kelimeyi öne almanın (Takdîm) ikinci mühim hikmeti, “İhtimâm”dır (اِهْتِمَام). Yâni, o kelimenin ehemmiyetini (önemini) vurgulamak, muhatabın (dinleyenin) dikkatini ilk olarak o kelimeye çekmektir. Arapların “En mühim (ehem) olanı öne al” (البدء بالأهم) kaidesi (kuralı) budur.
> Misal İktibas (Meali): “Elbette âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ, 93/4)
>
Âyetin Arapça aslî (esas) metni şöyledir:
“وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى”
(Ve le’l-Âhiratu hayrun leke mine’l-ûlâ)
Nazmın Hikmeti (Neden “el-Âhiratu” Öne Alındı?)
* Sual: Bu cümlenin normal (daha az vurgulu) nazmı (tertibi) “Hayrun leke’l-Âhiratu…” (Âhiret senin için daha hayırlıdır…) olabilirdi. Allah Teâlâ (C.C.), neden “el-Âhiratu” (Âhiret) lafzını (sözünü) öne almıştır (Takdîm)?
* Tahlil:
* “İhtimâm” (Ehemmiyet Vurgusu): Resûlullah’ın (S.A.V.) dünyevî (dünyayla ilgili) sıkıntılar içinde olduğu bir makamda, Allah Teâlâ (C.C.) onu tesellî ederken, nazmın (tertibin) en başına “el-Âhiratu” (Âhiret) lafzını (sözünü) koymuştur.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “Takdîm”, zımnen (dolaylı olarak) şunu söyler: “Ey Habîbim! Şu an içinde bulunduğun ‘el-Ûlâ’ (ilk yer, yâni Dünya) geçicidir. Asıl ehemmiyet (önem) vermen gereken, asıl odaklanman gereken ve Bizim katımızda asıl mühim olan, ‘el-Âhiratu’dur (Âhiret’tir).”
* Netice: Buradaki “Takdîm” (Öne Alma), Fâtiha’daki gibi bir “Sınırlama” (Tahsîs) için değil, muhatabın (dinleyenin) nazarını (bakışını) ve ehemmiyet (önem) sıralamasını tashîh etmek (düzeltmek) ve en mühim (ehem) olanı vurgulamak (İhtimâm) içindir.
Küllî Netice
Kur’ân-ı Kerîm nazmında (tertibinde) “Takdîm ve Te’hîr”, kelimelerin yerini rastgele değiştirmek değildir. Bilâkis:
* Fâtiha Sûresi’ndeki gibi, bir fiili (eylemi) sâdece bir Zât’a has kılmak (Tahsîs) için,
* Duhâ Sûresi’ndeki gibi, bir mefhumun (kavramın) aslî (esas) ehemmiyetini (önemini) vurgulamak (İhtimâm) için
kullanılan mûcizevî bir belâgat (retorik) sanatıdır.
Zemahşerî’nin (Rh.A.) o mühim “Neden bu mânâ (anlam), bu lafızla (sözle) ve bu nazımla (tertipler)?” sualinden yola çıkarak, İlm-i Belâgat’ın (Retorik) üç ana dalı olan İlm-i Me’ânî, İlm-i Beyân ve İlm-i Bedî’ sahalarından 26 farklı tahlil misali sunduk.

===============•-•===============

Bu dört usûlü, bir binanın dört merhalesi gibi tahlil edebiliriz: Gaye, Malzeme, Mimari ve Tefriş.
Aşağıda, bu dört usûlün her birinin geniş izahı sunulmuştur:

1. CÂHİZ USÛLÜ: “NİÇİN?” (Gaye: Makama Uygunluk ve Tesir)

Câhiz (ö. 255 H), belâgati, kapalı bir ilim odasından çıkarıp hayatın ve cemiyetin tam merkezine yerleştiren âlimdir. Onun usûlünün temel sorusu “Niçin konuşuruz?”dur. Cevap: “Tesir etmek ve ikna etmek için.” Dolayısıyla Câhiz’in usûlü, fonksiyonel (vazifevî) ve psiko-sosyal bir temel üzerine kuruludur.

a. Temel İlke: “Li-külli Makâmin Makâl” (Her Makamın Bir Sözü Vardır)
Bu, Câhiz usûlünün anahtarıdır ve belâgatin “mutlak” bir güzellik olmadığını, izâfî (göreceli) bir “uygunluk” olduğunu isbat eder.
• “Makam”ın Geniş Manası: Câhiz’de “makam” (durum/bağlam), sadece konuşmanın yapıldığı fizikî mekân değildir. Makam; muhatabın zihnî seviyesi (avam mı, havas mı), ruhiyatı (öfkeli mi, sakin mi, mütereddit mi), ilim derecesi, sosyal statüsü ve konuşmanın gayesidir (iltifat mı, tenkit mi, ilzam mı).
• “Makâl”in (Söz) Uygunluğu: Câhiz’in usûlüne göre belâgat, en süslü (müzeyyen) kelimeleri kullanmak değil, o makama en uygun “makâl”i (sözü) bulmaktır.
• İzah: Bir âlimin nazarında “beliğ” sayılan felsefî bir cümle, pazardaki bir avam için “abes” ve “anlamsız”dır. O avam kişiye hitap ederken kullanılan kısa, net ve darb-ı mesel üslubundaki bir cümle ise, o makam için belâgatin zirvesidir. Dolayısıyla Câhiz’e göre “sözün belâgati”, sözün zâtında değil, makama mutabakatında (uygunluğunda) yatar.

b. Gaye: “el-Beyân ve’t-Tebyîn” (Açıklık ve Açıklayabilme)
Câhiz’in usûlünde belâgatin “niçin”i, yani gayesi, “beyân”dır. Beyân, muhatabın zihnindeki şüpheyi (şübhe), karışıklığı (iltibas) ve tereddüdü gidermektir.
• Açıklık vs. Süs: Eğer bir söz, edebî sanatlarla (mecaz, cinas vb.) aşırı derecede süslenir de anlaşılması zorlaşırsa, Câhiz usûlüne göre bu, belâgat değil, “tekellüf” (zorlama) ve “abes”tir. Lafız, manayı perdelememeli, bilakis onu bir kristal gibi net göstermelidir.
• Belâgatin Zıddı: “el-‘İy” (Meramı İfade Edememe): Câhiz, “beyân”ın zıddını “iy” (konuşma âcizliği) olarak koyar. Bu, belâgatin niçin gerekli olduğunu gösterir: Derûnî (içsel) dünyamızdaki manaları, zahirî (dışsal) dünyaya eksiksiz ve tesirli bir şekilde aktarabilmek için.

c. Vasıta: “Tesir” (Sözün Psikolojik Gücü)
Câhiz’in usûlü, sözün sadece akla değil, kalbe, nefse ve hissiyata da hükmetmesi gerektiğini savunur. El-Beyân’da hutbelere, hitabet sanatına ve şiire bu kadar geniş yer ayırması bu yüzdendir.
• İzah: Bir hatip, bir orduyu savaşa sevk edebilmeli (tergîb) veya bir günahkârı ağlatabilmelidir (terhîb). Bu, kelimelerin doğru makamda kullanılmasıyla ortaya çıkan psikolojik tesirdir. Câhiz, bu tesiri “sihr-i beyân” (beyânın sihri) olarak tasvir eder.

Hülâsa (Câhiz Usûlü): Belâgat; doğru zamanda, doğru muhataba, doğru gayeyle (ikna ve tesir) ve en uygun üslupla (açıklık) hitap etme sanatıdır.

2. ASKERÎ USÛLÜ: “NE İLE?” (Malzeme: Lafız ve Mananın İnce İşçiliği)

Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 395 H), Câhiz’in “gaye” olarak belirlediği belâgati, “nasıl bir malzeme ile” yapacağımızı izah eder. Onun usûlünün temel sorusu “Belâgat ne ile yapılır?”dır. Cevap: “Lafız ve mana” malzemesiyle ve “Sınâat” (ince işçilik) metoduyla.

a. Temel İlke: “es-Sınâateyn” (İki Sanat / İnce İşçilik)
Askerî’nin usûlü, belâgati “ilham” (vehbî) olmaktan çok, öğrenilebilen, kuralları olan, üzerinde çalışılan bir “ilim” ve “sanat” (sınâat) olarak görür.
• İzah: Belâgat, sadece doğuştan gelen bir kabiliyet (zevk-i selîm) değildir. Tıpkı bir kuyumcunun altını işlemesi veya bir marangozun ahşabı yontması gibi, “belîğ” (beliğ kişi) de lafızları ve manaları işleyen bir sanatkârdır. Bu sanatı icra edebilmek için o ilmin aletlerini (gramer, lügat, mecaz ilmi) bilmek şarttır.

b. Malzeme Dengesi: Lafız (Beden) ve Mana (Ruh)
Askerî’nin usûlü, dönemindeki “lafızcılar” (sadece dış forma, seci ve cinasa önem verenler) ile “manacılar” (sadece muhtevaya önem verip, lafzı küçümseyenler) arasındaki zıtlığı (çelişkiyi) reddeder.
• Usûl: Mana ruhtur, lafız bedendir. Ruhsuz beden ceset, bedensiz ruh hayalet olur. Belâgat, bu ikisinin mükemmel birleşimidir.
• “Şerefü’l-Ma’nâ fî Şerefi’l-Lafz” (Mananın Kıymeti, Lafzın Kıymetindedir): Askerî’nin usûlü şudur: Eğer mana kıymetli, yüce ve şerif ise (İlahî hakikatler gibi), o manayı taşıyacak lafzın da (kelimelerin) o nisbette kıymetli, parlak ve fasih olması şarttır.
• İzah: Yüce bir manayı, bayağı (âmî) ve zayıf lafızlarla ifade etmek, o manaya hürmetsizliktir. Aynı şekilde, boş ve değersiz bir manayı parlak lafızlarla süslemek ise aldatmacadır.

c. İşçilik Metodu: “el-Furûk el-Luğaviyye” (Semantik Nüanslar)
Bu “sınâat” (işçilik) usûlünün en net tatbikatı, müteradif (eşanlamlı) zannedilen kelimeler arasındaki en ince mana farklarını (nüansları) bilmektir.
• İzah: Askerî’nin usûlüne göre “belîğ” bir sanatkâr, “Hamd” ile “Şükür” arasındaki farkı; “Havf” (korku) ile “Haşyet” (heybet ve bilgiye dayalı korku) arasındaki farkı; “İlim” (bilmek) ile “Marifet” (tanımak, idrak etmek) arasındaki farkı bilir ve makama (Câhiz’in ilkesi) uygun olanı seçer. Bu, bir kuyumcunun mîzan (hassas terazi) kullanması gibidir.

Hülâsa (Askerî Usûlü): Belâgat; kıymetli manaları, onlara denk kıymetteki lafızlarla, bir sanatkâr hassasiyetiyle (sınâat) birleştirme ilmidir.

3. CÜRCÂNÎ USÛLÜ: “NASIL?” (Mekanizma: Nazm / Cümle Mimarisi)

Abdülkâhir el-Cürcânî (ö. 471 H), belâgati devrim niteliğinde bir seviyeye taşımıştır. Câhiz “niçinini”, Askerî “malzemesini” belirlemişti. Cürcânî ise “Belâgat nasıl çalışır? Bu tesir nasıl oluşur?” sorusunu sordu. Cevabı: “en-Nazm” (النظم) idi. Onun usûlü, bir dil felsefesi ve anlambilim (semantik) usûlüdür.

a. Temel İlke: “en-Nazm” (Diziliş / Mimari)
Cürcânî’nin usûlü, belâgatin tek tek kelimelerde (müfred lafızlarda) olmadığını, belâgatin kelimelerin cümle içindeki dizilişinde (tertip) ve birbirleriyle olan gramer (nahiv) irtibatında olduğunu isbat eder.
• Tespih Tanesi Misali: Cürcânî’ye göre kelimeler tespih taneleri gibidir. “Altın” veya “inci” olmaları onlara tek başına bir “kıymet” katar (Askerî’nin usûlü), ancak “belâgat” (yani güzellik ve mana), o tanelerin bir ipe (nahiv irtibatı) dizilmesiyle oluşan kompozisyonda (terkip) ve mimaride (nazm) ortaya çıkar.
• İ’câzın Delili: Bu usûl, Delâilü’l-İ’câz (İ’câzın Delilleri) eserinin adıdır. Cürcânî der ki: Kur’an’ın mucizesi, kullandığı “sema”, “arz”, “insan” kelimelerinde değildir; zira Kureyşli müşrikler de bu kelimeleri kullanıyordu. Mucize, bu aynı kelimelerin İlahî bir mimari (Nazm) ile dizilişindedir. Beşer, bu kelimeleri bilir ama o nazmı taklit edemez.

b. Mekanizma: “Meâni’n-Nahv” (Nahvin / Gramerin Manaları)
Cürcânî usûlünün kilit taşı budur. O, nahvi (grameri) zahirî (şekilci) bir “irab” (harekeleme) ilmi olmaktan çıkarmış, onu mananın ta kendisi yapmıştır.
• Usûl: Her gramer (nahiv) kuralı, mütekellimin (konuşan) zihnindeki bir derûnî maksada hizmet eder.
• İzah:
• Bir cümlenin isim cümlesi (Zeydün kâimun – Zeyd ayaktadır) olması, sübût ve devamlılık manası taşır.
• Fiil cümlesi (Kâme Zeydün – Zeyd ayağa kalktı) olması ise teceddüt (yenilenme) ve o an gerçekleşme (hudûs) manası taşır.
• Failin öne alınması (takdim) veya geriye bırakılması (te’hir)…
• Bir kelimenin marife (belirli) veya nekra (belirsiz) gelmesi…
• Bir kelimenin hazf edilmesi (atılması)…
Bunların hiçbiri tesadüfî veya süs değildir. Bunların her biri, manaya yeni bir boyut (tahsis, tekit, ta’zim vb.) katan belâgî tercihlerdir.

c. Beyân İlmine Tatbiki (Esrâru’l-Belâga)
Cürcânî, Esrâru’l-Belâga (Belâgatin Sırları) eserinde ise mecaz, istiare, teşbih gibi sanatların da süs olmadığını, bunların Nazm usûlünün bir parçası olduğunu gösterir. Mecaz, aklı harekete geçirerek, doğrudan söylenemeyecek bir manayı daha tesirli (Câhiz’in ilkesi) kılmak için kullanılan zihinsel bir Nazm çeşididir.
Hülâsa (Cürcânî Usûlü): Belâgat, bir dil felsefesidir. Manaların, gramer (nahiv) kalıpları içinde mimari bir nizamla (Nazm) zuhur etmesi hadisesidir.

4. ZEMAHŞERÎ USÛLÜ: “EN MÜKEMMEL ÖRNEK” (Tatbikat: Belâgî Tefsir)

Zemahşerî (ö. 538 H), Cürcânî’nin “Nazm” usûlünü nazarî (teorik) bir ilke olmaktan çıkarıp, onu Kur’an-ı Kerim’in tamamına tatbik eden ve “Belâgî Tefsir” mektebini kuran âlimdir. Onun usûlü, bir tefsir metodolojisidir.

a. Temel İlke: Cürcânî’nin Usûlünü “Alet” Olarak Kullanmak
Zemahşerî, el-Keşşâf (Keşfeden) adlı tefsirinde, Cürcânî’nin “Nazm” ve “Meâni’n-Nahv” usûllerini bir alet çantası gibi kullanır. O, Kur’an ayetlerinin gramer yapısının (Nazm) altında yatan (derûnî) belâgî manaları keşfe odaklanır.
• İzah: Cürcânî “Mimarinin nasıl olması gerektiğini” teorik olarak çizmişse, Zemahşerî o teorik planı alıp “İşte bu mimarinin en mükemmel tatbikatı Kur’an’dır” diyerek, binayı (Kur’an’ı) sütun sütun, kemer kemer tahlil etmiştir.

b. Metodoloji: “Belâgî Soru” Sormak
Zemahşerî’nin usûlü, el-Keşşâf’ın her satırında şu belâgî soruları sormaktır:
• Niçin Bu Lafız? (Lafız Seçimi- Askerî’nin usûlü): Allah, neden “Havf” değil de “Haşyet” dedi? Neden “Yağmur” (Matar) değil de “Su” (Mâ’) indirdik dedi?
• Niçin Bu Nazm (Diziliş)? (Nazm – Cürcânî’nin usûlü): Neden fiil öne alındı (takdim)? Neden mef’ul (nesne) sona bırakıldı (te’hir)?
• Niçin Bu Gramer Yapısı? (Meâni’n-Nahv – Cürcânî’nin usûlü): Cümle neden isim cümlesi de fiil cümlesi değil? Bu kelime neden marife (el- ile) geldi? Bu harf-i cer (edat) burada hangi derûnî manayı katıyor?
• Alternatifi Olsaydı Ne Olurdu? Zemahşerî’nin usûlünün en çarpıcı yanı budur. O, ayetin mevcut nazmı ile, akla gelebilecek alternatif bir ifade arasındaki anlam farkını (nükte) ortaya koyar. Bunu yaparak, Kur’an’ın seçtiği Nazm’ın, o manayı ifade etmek için mümkün olan tek ve en mükemmel yol olduğunu aklen de isbat etmeye çalışır.

c. Gaye: İ’câzı “Tafsilatıyla” Göstermek
Zemahşerî’nin usûlü, Kur’an’ın i’câzının (mucizevî yapısının) sadece genelinde değil, en küçük teferruatında (bir harfin, bir harekenin tercihinde) bile zahir olduğunu göstermektir. O, metnin hiçbir unsurunun tesadüfî veya lüzumsuz (haşv) olmadığını, her birinin İlahî bir maksada ve belâgî bir nükteye hizmet ettiğini tahlil eder.

Hülâsa (Zemahşerî Usûlü): Belâgat; Cürcânî’nin “Nazm” teorisini bir tefsir metodolojisi haline getirerek, “en mükemmel örnek” olan Kur’an-ı Kerim’in, neden en mükemmel olduğunu her harf ve terkip seviyesinde tahlil etme ve isbat etme usûlüdür.

 

===============•-•===============

 

AYETEL KÜRSİNİN BELAĞATI

 

Âyetü’l-Kürsî (Bakara 255), Kur’ân-ı Kerîm’deki Tevhîd akîdesinin (inancının) en vecîz (özlü), en küllî ve belâgat (retorik) açısından en yoğun şekilde nazmedildiği (tertip edildiği) âyet-i kerîmedir.
Bu âyet, “Neden bu lafızla ve bu nazımla?” sualinin cevabıdır. O, Allah Teâlâ’nın (C.C.) Zâtı’nı beşer (insan) idrâkine nasıl tasvir ettiğinin zirvesidir.
Önce âyet-i kerîmeyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, Hayy’dır (daima diridir), Kayyûm’dur (her şeyin varlığı O’na bağlıdır). O’nu ne bir uyuklama (sinetün) tutabilir, ne de bir uyku (nevm). Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek kimdir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını (önlerindekini ve arkalarındakını) bilir. Onlar O’nun ilminden, O’nun dilediği kadarından başka bir şeyi aslâ kavrayamazlar. O’nun Kürsî’si (hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na aslâ ağır gelmez. O, Yüce’dir, Büyük’tür.” (Bakara, 2/255)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu mûcizevî nazım (tertip) üzerinde tatbik (uygulama) edelim:

Küllî Tahlil: “el-Fasl” (Ayırma) Sanatının Hâkimiyeti
Âyetü’l-Kürsî, nazmına (tertibine) küllî bir nazarla (bakışla) bakıldığında, onun 10 civârında müstakil (bağımsız) cümleden oluştuğu görülür. Bu cümlelerin arasına (pek az istisnâ dışında) “ve” (و) bağlacı konulmamıştır.
* “Allahu lâ ilâhe illâ Hû.” (Durak)
* “El-Hayyu’l-Kayyûm.” (Durak)
* “Lâ te’huzuhû sinetun ve lâ nevm.” (Durak)
Bu, daha evvel tahlil ettiğimiz **”el-Fasl” (Ayırma Sanatı) **dır.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu sıfatları (vasıfları) “Allah O’dur ve Hayy’dır ve Kayyûm’dur…” şeklinde “Vasl” (Bağlama) ile değil de “Fasl” (Ayırma) ile nazmetmiştir (tertip etmiştir)?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü bu cümlelerin her biri, bir öncekinin açıklaması (Beyân) veya pekiştirmesi (Te’kîd) olduğu için aralarında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) vardır. “El-Hayyu’l-Kayyûm” demek, “Lâ ilâhe illâ Hû” (O’ndan başka ilâh yoktur) demenin delili ve açıklamasıdır. Aralarına bağlaç koymak, bu mükemmel mantıkî (mantıksal) bütünlüğü zayıflatırdı.
* Netice: Âyetin nazmı (tertibi), Tevhîd’in (Allah’ın birliğinin) tek bir delile değil, her biri kendi başına birer mutlak hakikat (gerçek) olan, sarsılmaz deliller zincirine dayandığını “Fasl” (Ayırma) sanatı ile tasvir eder.
Cümle Cümle Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “Lâ te’huzuhû sinetun ve lâ nevm” (O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku)
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım) ve Lafız Seçimi.
* Tahlil: Bu cümle, bir önceki “el-Kayyûm” (her şeyi ayakta tutan) sıfatının (vasfının) Beyânı’dır (açıklamasıdır) (Bu yüzden araları “Fasl”dır [ayrılmıştır]). “Kayyûm” olabilmek için, kesintisiz (dâimî) bir kudret gerekir.
* Lafız (Söz) Hikmeti: Âyet, “Lâ yenâmu” (O uyumaz) demez. Ondan daha lâtîf (ince) olanı, uykunun başlangıcı olan “sinetun” (سِنَةٌ – uyuklama, gaflet ânı) lafzını (sözünü) seçer.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): O, “uyumaz” değil; O’nu uykunun en hafif başlangıcı olan uyuklama dahi tutamaz. Bu “Kinâye”, O’nun (C.C.) “Kayyûm”luğunun ve “Hayy” (diri) oluşunun mükemmel ve kesintisiz olduğunu, en ufak bir gaflet veya noksanlığın O’na (C.C.) ârız olamayacağını tasvir eder.

2. “Lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ard” (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur)
* Sanat: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Tahlil: Arap dilinde normal nazım (tertip) “Mâ fi’s-semâvâti… Lehû” (Göklerdeki şeyler… O’nundur) şeklinde olabilirdi.
* Nazmın Hikmeti (Tahsîs): Allah Teâlâ (C.C.), “Lehû” (لَهُ – O’nun içindir/O’nundur) lafzını (sözünü) öne alarak (Takdîm), mülkiyeti sınırlandırmıştır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Mânâ (Anlam), “Göklerdekiler O’nundur” değil; “Sâdece ve sâdece O’nundur, başkasının aslâ değildir” şekline dönüşür. Bu “Takdîm” (Öne Alma), mülkteki (egemenlikteki) şirki (ortak koşmayı) (meselâ ‘falanca azîz de göklerde tesir sahibidir’ inancını) temelinden yıkan bir belâgat (retorik) hamlesidir.

3. “Men zellezî yeşfe’u ‘indehû illâ bi-iznih” (İzni olmaksızın O’nun katında şefaat edebilecek kimdir?)
* Sanat: İstifhâm-ı İnkârî (İnkâr Amaçlı Retorik Soru).
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.), doğrudan (sarih) bir haber cümlesiyle “Kimse O’nun (C.C.) katında izinsiz şefaat edemez” (Lâ yeşfe’u…) dememiştir.
* Nazmın Hikmeti (Tehdîd ve Ta’zîm): O, (hâşâ) “Kimmiş o cüreti gösterecek?” meâlinde (anlamında) bir “İstifhâm-ı İnkârî” (retorik soru) nazmını (tertibini) seçmiştir. Bu nazım (tertip):
* Allah’ın (C.C.) azametini (büyüklüğünü) yüceltir (Ta’zîm).
* O’nun (C.C.) izni olmadan böyle bir şeye cüret etmeyi düşünebilecek her varlığı aşağılar (Tahkîr) ve tehdit eder (Tehdîd).
* Bu nazım (tertip), sâdece bir yasağı bildirmekle kalmaz, o yasağı çiğnemeyi imkânsız kılan bir heybeti ve azameti de tasvir eder.

4. “Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum” (O, onların önlerindekini ve arkalarındakını bilir)
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma).
* Tahlil: “Beyne eydîhim” (önlerindeki – gelecek, bildikleri, zâhirî ile “mâ halfehum” (arkalarındaki – geçmiş, bilmedikleri, derûnî lafızları (sözleri) arasında bir Tıbâk (zıtlık) vardır.
* Nazmın Hikmeti (İhâta): Belâgatta (Retorikte) iki zıt kutbu zikretmek, o iki kutup dâhil aralarındaki her şeyi kuşatmak (İhâta) mânâsındadır (anlamındadır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): O (C.C.), sâdece geçmişi ve geleceği değil; zâhirî olanı ve derûnî olanı, bildiklerini ve bilmediklerini, yâni her şeyi bilir. Bu “Tıbâk” nazmı (tertibi), İlâhî İlmin (Bilginin) mutlak kuşatıcılığını (İhâta) tasvir eder.

5. “Vesi’a Kürsiyyuhu’s-semâvâti ve’l-ard” (O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kaplamıştır)
* Sanat: İsti’âre (Metafor/Eğretileme) veya Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Bu, âyetin zirvesidir. “Kürsî” lafzı (sözü) nedir?
* Tecsîm (Somutlaştırma): Zâhirî mânâsıyla (anlamıyla), Allah’ın (C.C.) azametinin (büyüklüğünün) bir tecellîsi olan, yaratılmış en büyük cisimlerden biri olan ve gökleri ve yeri kaplayan (Vesi’a) bir varlıktır. Bu nazım (tertip), Allah’ın (C.C.) azametini (büyüklüğünü), mahlûkâtının (yarattıklarının) azameti (büyüklüğü) üzerinden tasvir eder.
* İsti’âre (Metafor): Bazı müfessirlerin (İbn Abbâs [R.A.] gibi) işaret ettiği derûnî mânâ (anlam) ile “Kürsî”, O’nun (C.C.) İlmi (Bilgisi) veya Mülkü (Hükümranlığı) için bir “İsti’âre”dir (ödünç alınmıştır). “Kürsî”, ilim ve saltanat makamıdır.
* Nazmın Hikmeti: Her iki durumda da nazmın (tertibin) faaliyeti aynıdır: İnsanın idrâk etmekten âciz olduğu “İlâhî Azamet”, “İlim” veya “Mülk” gibi mücerret (soyut) hakikatleri (gerçekleri), muhatabın (dinleyenin) zihninde gökleri ve yeri kaplayan (Vesi’a) muazzam bir müşahhas (somut) tasvir ile “Tecsîm” (Somutlaştırma) etmektir.

6. “ve lâ yeûduhû hifzuhumâ” (Onları koruyup gözetmek O’na aslâ ağır gelmez)
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Lafız (Söz) Hikmeti: Âyet “O’nu yormaz” (Lâ yu’yîhi) demez. Çok daha lâtîf (zarif) olan “Lâ yeûduhû” (لَا يَئُودُهُ) lafzını (sözünü) seçer. “Evd” (أَوْد), bir şeyin ağır gelmesi, bel bükmesi, yük olması demektir.
* Nazmın Hikmeti (Kinâye): Bu nazım (tertip), O’nun (C.C.) kudretinin mükemmelliğinden kinâyedir. Gökleri ve yeri (hifzuhumâ) koruyup gözetmek O’na (C.C.) zor gelmek veya O’nu yormak şöyle dursun, O’na (C.C.) en ufak bir ağırlık veya meşakkat dahi vermez. Bu, “el-Kayyûm” sıfatının (vasfının) ve “O’nu uyuklama tutmaz” hakikatinin (gerçeğinin) nihaî (son) pekiştirmesidir (te’kîdidir).

Nihaî (Son) Netice
Âyetü’l-Kürsî’nin nazmı (tertibi), sâdece bir bilgi listesi değildir. O, belâgat (retorik) sanatlarının tamâmını kullanarak Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eden ilâhî bir nazımdır (tertiptir).
* Fasl (Ayırma) ile delillerin (isbatların) müstakil (bağımsız) gücünü;
* Takdîm (Öne Alma) ile mülkün sâdece O’na (C.C.) âit olduğunu (Tahsîs);
* İstifhâm-ı İnkârî (Retorik Soru) ile azametini (büyüklüğünü) ve şefaatteki mutlak hâkimiyetini;
* Kinâye (Dolaylı Anlatım) ile kudretindeki ve hayatındaki noksansızlığı (kusursuzluğu) (uyuklama tutmaz, ağır gelmez);
* İsti’âre (Metafor) (Kürsî) ile de idrâk edilemez (anlaşılamaz) olan azametini (büyüklüğünü) müşahhas (somut) kılmayı (Tecsîm)
…mûcizevî bir şekilde bir araya getirir.

===============•-•===============

 

İHLAS SURESİNİN BELAĞATI

 

İhlâs Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in “üçte birine denk” olma şerefini kazanmıştır; zîrâ o, sâdece dört kısa âyet içinde, Tevhîd akîdesinin (inancının) ne olduğunu (İsbât) ve ne olmadığını (Nefiy / Reddiyye) belâgat (retorik) sanatlarının en mûcizevî nazmıyla (tertibiyle) ortaya koyar.
Bu Sûre, “Neden bu lafızla ve bu nazımla?” sualinin cevabıdır.
Önce Sûre-i Celîleyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “De ki: O, Allah’tır, bir tektir (Ehad).” (1)
> “Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir).” (2)
> “O, doğurmamış ve doğrulmamıştır.” (3)
> “O’na hiçbir şey denk olmamıştır.” (4)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu mûcizevî nazım (tertip) üzerinde tatbik (uygulama) edelim:
Küllî Tahlil: “el-Fasl” (Ayırma) Sanatının Hâkimiyeti
Tıpkı Âyetü’l-Kürsî’de olduğu gibi, bu Sûre’nin ilk üç âyeti arasında “ve” (و) bağlacı yoktur (el-Fasl).
* “Kul Huvallâhu Ehad.” (Durak)
* “Allâhu’s-Samed.” (Durak)
* “Lem yelid ve lem yûled.” (Durak)
* Sual: Neden “O Ehad’dir ve Samed’dir ve doğurmamıştır…” şeklinde “Vasl” (Bağlama) ile değil de “Fasl” (Ayırma) ile nazmedilmiştir (tertip edilmiştir)?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü bu cümlelerin her biri, bir öncekinin açıklaması (Beyân) ve delilidir (isbatıdır). Aralarında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) vardır.
* “Allâhu’s-Samed” (Allah Samed’dir) demek, O’nun (C.C.) neden “Ehad” (Tek) olduğunun açıklamasıdır. (Çünkü her şey O’na muhtaçsa ve O [C.C.] hiçbir şeye muhtaç değilse, O [C.C.] elbette “Ehad”dir [Tektir]).
* “Lem yelid ve lem yûled” (Doğurmamış ve doğrulmamıştır) demek, O’nun (C.C.) neden “Samed” (Muhtaç olmayan) olduğunun açıklamasıdır. (Çünkü “doğurmak” veya “doğrulmak” [tevellüd], muhtaç olmayı [ihtiyâcı], cinsten olmayı ve sonradan olmayı [hâdis] gerektirir. O [C.C.] bunlardan münezzehtir [uzaktır], yâni “Samed”dir).
* Netice: Bu “Fasl” (Ayırma) nazmı (tertibi), Sûre’nin her âyetini bir öncekinin delili (isbatı) yaparak, Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) sarsılmaz bir mantıkî (mantıksal) ve akîdevî (inançsal) bir kaleye dönüştürür.

Âyet Âyet Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “Kul Huvallâhu Ehad” (De ki: O, Allah’tır, Ehad’dir [Tektir])
* Sanat: Lafız Seçimi (“Ehad” vs. “Vâhid”).
* Tahlil: Sûre, “De ki!” (Kul) emriyle başlar. Bu, cevabın Resûlullah’ın (S.A.V.) şahsî (kişisel) görüşü değil, ilâhî bir tebliğ ve ilân olduğunu gösterir.
* Nazmın (Tertibin) Hikmeti (Neden “Ehad” [أَحَدٌ] da “Vâhid” [وَاحِدٌ] değil?):
* “Vâhid” (Vâhid), matematikte “bir” demektir. “Bir” (vâhid) den sonra “iki” (isnân) gelir. “Vâhid”, sayılabilir (adedî) bir birliğin parçasıdır.
* Fakat “Ehad” (Ehad), “bir” demek değildir. “Ehad”, benzersiz, türdeşsiz, parçası (cüz’ü) olmayan, ikincisi (sânîsi) olmayan, bölünemeyen (inkısâm kabul etmeyen) ve sayılamayan mutlak “TEK” demektir.
* Netice: Allah Teâlâ (C.C.), Zâtı’nı (Zât’ını) tasvir (betimleme) için “Vâhid” lafzını (sözünü) değil, sâdece O’na (C.C.) mahsus olan “Ehad” lafzını (sözünü) seçerek, Zâtı’nın (Zâtı’nın) her türlü “parça”, “cüz” (Hristiyanlıktaki ‘teslîs/üçleme’ gibi) veya “sayı” fikrinden münezzeh (uzak) olduğunu daha ilk âyetten ilân etmiştir.

2. “Lem yelid ve lem yûled” (O, doğurmamış ve doğrulmamıştır)
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ve Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma).
* Tahlil: Bu âyet, “Samed” (Hiçbir şeye muhtaç olmayan) sıfatının (vasfının) açıklamasıdır (beyânıdır).
* Nazmın Hikmeti 1 (Tıbâk): “Yelid” (doğurmak – asl [esas] olmak) ile “Yûled” (doğrulmak – fer’ [dal/parça] olmak) arasında tam bir Tıbâk (zıtlık) vardır. Bu iki zıt kutbu zikretmek, O’nun her türlü üreme (tenâsül), cinsten olma ve bir aslın (esasın) neticesi olma fikrinden münezzeh (uzak) olduğunu (İhâta) gösterir.
* Nazmın Hikmeti 2 (Takdîm): Âyet, neden “doğrulmamıştır” (lem yûled) değil de, “doğurmamıştır” (lem yelid) lafzını (sözünü) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (İhtimâm): Çünkü Sûre’nin indiği dönemde muhataplar (Mekke müşrikleri “Melekler Allah’ın kızlarıdır”, Hristiyanlar “Îsâ [A.S.] Allah’ın oğludur”, Yahudiler “Üzeyir [A.S.] Allah’ın oğludur” diyorlardı) arasında en yaygın olan şirk (ortak koşma) fikri, Allah’a “çocuk isnat etme” (veled) fikriydi, yâni “Lem yelid” (doğurmamıştır) kısmının reddettiği fikirdi. Kur’ân nazmı (tertibi), “en mühim (ehem) olanı öne alma” (Takdîm li’l-İhtimâm) kaidesiyle (kuralıyla), en yaygın ve en tehlikeli olan şirki ilk önce reddetmiştir.

3. “Ve lem yekûn lehû kufuven ehad” (O’na hiçbir şey denk olmamıştır)
* Sanat: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma) -> Tahsîs (Sınırlama).
* Tahlil: Bu âyetin Arapça nazmı (tertibi), belâgat (retorik) açısından mûcizevîdir.
* Normal Nazım (Tertip) Şöyle Olabilirdi: “Ve lem yekûn ehadun kufuven lehû.” (Ve hiç kimse O’na (C.C.) denk değildir.)
* Kur’ânî Nazım (Tertip) İse Şöyledir: “Ve lem yekûn lehû (O’NA) kufuven ehad.”
* Sual: Neden “lehû” (O’na) zarfı (tümleci), cümlenin normal yerinden alınıp “küfüven” (denk) kelimesinden bile öne alınmıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Tahsîs ve İhtimâm): Bu, Fâtiha Sûresi’ndeki “İyyâke” (Sâdece Sana) tahlilimizle aynı kaidedir (kuraldır). “Lehû” (لَهُ – O’na) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), mânâyı (anlamı) sınırlandırır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı):
* Normal nazım (tertip) sâdece “Hiç kimse O’na (C.C.) denk değildir” derdi.
* Fakat bu “Takdîm” nazmı (tertibi) şu mânâyı (anlamı) verir: “Mahlûkât (yaratılmışlar) arasında (kısmen) birbirine denklik (‘küfüv’) olabilir; ancak söz konusu ‘LEHÛ’ (O’NA) [Allah’a (C.C.)] gelince, sâdece O’na (C.C.) mahsus olarak hiçbir denk (küfüv) aslâ ve kat’â olmamıştır ve olmayacaktır.”
* Netice: Bu “Takdîm” (Öne Alma), Sûre’nin başındaki “Ehad” (Benzersiz Tek) hakikatini (gerçeğini), Sûre’nin sonunda “Lehû” (Sâdece O’na) nazmı (tertibi) ile yeniden perçinler.
Küllî (Bütüncül) Netice
İhlâs Sûresi’nin nazmı (tertibi), sâdece “Allah (C.C.) birdir” diyen basit bir ilân değildir. O, ilâhî bir belâgat (retorik) mûcizesidir ki:
* Lafız Seçimi (“Ehad” ile) O’nun (C.C.) bölünemez Tek olduğunu;
* Lafız Seçimi (“Samed” ile) O’nun (C.C.) muhtaç olmadığını (ihtiyaçsızlığını);
* Fasl (Ayırma) ile bu sıfatların (vasıfların) birbirinin delili (isbatı) olduğunu;
* Takdîm (Öne Alma) (“lem yelid” ile) en yaygın şirki (ortak koşmayı) ilk hedef aldığını;
* Ve son âyetteki Takdîm (Öne Alma) (“lehû” ile) denk olmamanın (küfüv) sâdece O’na (C.C.) mahsus (Tahsîs) bir hakikat (gerçek) olduğunu
mükemmel bir Îcâz (özlülük) ile tasvir ve isbat eder.

===============•-•===============

KEVSER SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu Sûre, lafızların (sözlerin) en azıyla, mânâların (anlamların) en çoğunu ifade etmenin (Îcâz) ve muhataba (dinleyene) tesellî (tesellî) vermenin nazım (tertip) ile nasıl yapıldığının dersidir.
Önce Sûre-i Celîleyi iktibas edelim:
> İktibas (Meali):
> “(Ey Muhammed!) Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik.” (1)
> “O hâlde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” (2)
> “Şüphesiz, asıl soyu kesik (ebter) olan, sana buğzedenin ta kendisidir.” (3)
>
Şimdi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerini (kurallarını) bu üç mûcizevî âyet üzerinde “tatbik (uygulama)” edelim:
Âyet Âyet Nazım (Tertip) Tahlili ve Tatbikatı (Uygulaması)

1. “İnnâ a’taynâke’l-Kevser” (Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik)
Bu tek âyet, üç mühim belâgat (retorik) sanatı üzerine kuruludur:
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Ta’zîm (Yüceltme).
* Tahlil: Âyet, “Sana Kevser’i verdik” (A’taynâke’l-Kevser) şeklinde sâde bir haber cümlesi değildir. Başında “İnnâ” (إِنَّا – Şüphesiz Biz) vardır.
* Hikmeti (Te’kîd): Sûre’nin nüzûl (iniş) sebebi, Resûlullah’a (S.A.V.) “Ebter” (Soyu kesik, sonu yok) diyerek onu tahkîr eden (aşağılayan) Munkirlere (inkârcılara) bir cevaptır. Muhatap “Munkir” (inkârcı) olduğu için, kelâmın (sözün) mutlaka “Te’kîd” (pekiştirme) ile başlaması gerekirdi.
* Hikmeti (Ta’zîm): Allah Teâlâ (C.C.), “İnnî” (Şüphesiz Ben) dememiş, “İnnâ” (Şüphesiz Biz) diyerek “Ta’zîm” (Yüceltme) zamirini kullanmıştır. Bu nazım (tertip), verilecek olan “Kevser” nimetinin azametini (büyüklüğünü), bizzat o nimeti Veren’in (Allah’ın [C.C.]) azametini (büyüklüğünü) vurgulayarak pekiştirir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“el-Kevser”- الْكَوْثَرَ).
* Hikmeti: “Kevser”, sâdece “çok” (kesîr) demek değildir. “Kevser”, mübâlağa (aşırılık) sîgasıdır (kipidir); yâni “bitmeyen, tükenmeyen, kesintisiz, mutlak çokluk” demektir. Bu “Îcâz” (özlülük) lafzı (sözü), hem dünyevî (Resûlullah’ın [S.A.V.] şânının [şanının] yüceliği, ümmetinin çokluğu, Kur’ân) hem de uhrevî (Âhiretteki Kevser Havuzu) bütün nimetleri içine alır. Bu lafız (söz), üçüncü âyetteki “Ebter” (kesik) lafzının (sözünün) tam zıddıdır (Tıbâk / Mukâbele).
* Sanat 3: Fi’l-i Mâzî (Geçmiş Zaman Kipi) Kullanımı.
* Tahlil: Âyet “Sana Kevser’i vereceğiz” (Se nu’tîke) dememiş, “verdik” (A’taynâ) demiştir.
* Hikmeti (Tahakkuk-i Vukû’): Bu, tahlil ettiğimiz “Vuku Bulmasının Kesinliği” sanatıdır. Bu, bir vaad değildir; bu, gerçekleşmiş, bitmiş, teslim edilmiş ve geri alınması imkânsız bir ilâhî bağıştır. Bu nazım (tertip), Resûlullah’ın (S.A.V.) kalbine derhâl (ânında) tesellî (tesellî) ve sekînet (huzur) verir.

2. “Fe salli li-Rabbike ve’nhar” (O hâlde, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes)
* Sanat 1: “Fe” (فَ) Harfinin Kullanımı (Sürat ve Netice).
* Hikmeti: Âyet “Sümme salli” (Sonra namaz kıl) dememiş, “Fe salli” (O hâlde namaz kıl) demiştir. Bu “Fe” harfi, ikinci âyeti birinci âyete netice olarak bağlar.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Mademki Biz (İnnâ), sana o muazzam ‘Kevser’i (geçmiş zamanda, kesin olarak) verdik (A’taynâ); o hâlde (Fe), (bunun bir şükrânesi [şükrü] olarak) sen de…” Bu nazım (tertip), ibâdetin, alınan o muazzam nimete karşı doğrudan ve ara vermeksizin gösterilmesi gereken bir mukâbele (karşılık) olduğunu gösterir.
* Sanat 2: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma) -> Tahsîs (Sınırlama).
* Tahlil: Âyetin normal nazmı (tertibi), “Salli ve’nhar li-Rabbike” (Rabbin için namaz kıl ve kurban kes) olabilirdi.
* Kur’ânî Nazım (Tertip): “Salli li-Rabbike (Rabbin için namaz kıl) ve’nhar (ve [O’nun için] kurban kes).”
* Hikmeti (Tahsîs): Allah Teâlâ (C.C.), “li-Rabbike” (Rabbin için) kaydını öne alarak (Takdîm), yapılacak olan “namaz” (salli) ve “kurban kesme” (nehar) fiillerini (faaliyetlerini) sınırlandırmıştır (Tahsîs).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu, Fâtiha’daki “İyyâke na’budu” (Sâdece Sana kulluk ederiz) ile aynı belâgat (retorik) sanatıdır. Mânâ (Anlam) şudur: “Namazı ve kurbanı sâdece ve sâdece Rabbin için yap; Müşriklerin yaptığı gibi putlar (asnâm) veya başka bir gâye (maksat) için değil.” Bu “Takdîm” (Öne Alma), ibâdetteki Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) perçinler.

3. “İnne şânie’ke huve’l-ebter” (Şüphesiz, asıl soyu kesik olan, sana buğzedenin ta kendisidir)
Bu âyet, Sûre’nin zirvesidir ve “Te’kîd” (Pekiştirme) sanatının küllî bir tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* Sanat 1: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu âyet, birinci âyetin tam mukâbilidir (karşılığıdır).
* Âyet 1: “el-Kevser” (الْكَوْثَرَ) -> Mutlak bolluk, bereket, devamlılık.
* Âyet 3: “el-Ebter” (الْأَبْتَرُ) -> Mutlak kesiklik, bereketsizlik, sonu olmama.
* Hikmeti: Nazım (Tertip), Resûlullah’a (S.A.V.) “Kevser”i (bolluğu) isbat ederken, ona “Ebter” (kesik) diyene de “Ebter”liğin (kesikliğin) ta kendisini iâde eder.
* Sanat 2: Üç Katmanlı “Te’kîd” (Pekiştirme).
* Tahlil: Düşmanın iddiası (“Muhammed ebterdir”) çok cür’etkâr (cesur) bir iddiadır. Cevabın, o iddiayı tamamen ezmesi için en kuvvetli “Te’kîd” (pekiştirme) nazmıyla (tertip) gelmesi gerekir:
* “İnne” (إِنَّ): (Birinci Te’kîd – Şüphesiz).
* “Huve” (هُوَ): (İkinci Te’kîd – “O’dur / ta kendisidir”). Bu bir “Damîr’ul-Fasl”dır (Ayıraç Zamiri). Faaliyeti, “Ebter” (soyu kesik) olma sıfatını (vasfını) sâdece “şânie’ke” (sana buğzedene) has kılmaktır (Tahsîs / Kasr). Mânâ (Anlam): “Soyu kesik olan başkası değil, sâdece odur.”
* “el-Ebter” (الْأَبْتَرُ): (Üçüncü Te’kîd – “el-” takısı). Âyet “huve ebterun” (o, soyu kesik biridir) demez. “huve’l-Ebter” (O, bilinen, mükemmel, tam soyu kesik olanın ta kendisidir) der. Bu, “Ebter”liğin (soyu kesikliğin) bütün mânâsıyla (anlamıyla) onda (düşmanda) tahakkuk (gerçekleşme) ettiğini gösterir.
* Sanat 3: Lafız Seçimi / Müşâkele (Lâfzî Uyumluluk).
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), onların Resûlullah (S.A.V.) için kullandığı “Ebter” lafzını (sözünü) aynısıyla onlara iâde eder. Bu, tahlil ettiğimiz “Müşâkele” (Lâfzî Uyumluluk) sanatıdır. Onların fiilinin (faaliyetinin) (tahkîr/aşağılama) cezâsı (karşılığı), kendi kullandıkları lafızla (sözle), fakat hakikî (gerçek) mânâsıyla (anlamıyla) onlara döndürülmüştür.

Küllî Netice
Kevser Sûresi, üç âyetlik “Îcâz”ı (özlülüğü) içinde:
* Te’kîd (İnnâ) ve Fi’l-i Mâzî (A’taynâ) ile Habîbi’ne (S.A.V.) mutlak ve kesin bir tesellî (tesellî) verir.
* Lafız Seçimi (“Kevser”) ile bu tesellînin (tesellînin) sınırsızlığını ilân eder.
* “Fe” harfi ve Takdîm (“li-Rabbike”) ile bu nimete verilecek şükrün nasıl (ihlâslı/sâdece O’na ve ne zaman (derhâl/hemen) olacağını belirler.
* Ve Mukâbele (“Kevser” vs. “Ebter”) ve üç katlı Te’kîd (“İnne… huve’l-Ebter”) ile düşmanın iddiasını tamamen yıkar ve ona iâde eder.
Bu Sûre, “Neden bu nazımla?” sualinin cevabının, “en az lafızla (sözle) en büyük teselliyi vermek, en kesin hükmü (Tevhîd’i) bildirmek ve en güçlü düşmanı (fikren) mağlup etmek” olduğunu isbat etmektedir.

 

===============•-•===============

 

YASİN SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, “Kalbu’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Kalbi) nâmıyla meşhur olan Sûre-i Celîleyi, öğrendiğimiz belâgat (retorik) nazarıyla (bakışıyla) tahlil etmek mühimdir.

Bu bölüm, Sûre’nin ana temasını (Risâlet’in [Peygamberliğin] İsbâtı ve İnkârcıların [Munkir] Hâli) ortaya koyan bir “hüccet” (delil) ve “inzâr”dır (uyarıdır).
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 1-12)
Önce âyet-i kerîmeleri iktibas edelim:
> İktibas ( Meali):
> (1) “Yâ Sîn.”
> (2) “Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki,”
> (3) “sen şüphesiz (inneke) peygamberlerdensin (le mine’l-murselîn).”
> (4) “Dosdoğru bir yol üzerindesin.”
> (5) “(Bu Kur’an,) Azîz (mutlak güç sahibi) ve Rahîm (çok merhametli) olan Allah tarafından indirilmiştir.”
> (6) “Babaları uyarılmamış, bu yüzden (fe) kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (indirilmiştir).”
> (7) “Andolsun ki (Lekad), onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmezler.”
> (8) “Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan halkalar (ağlâl) geçirdik. Bu yüzden (fe) başları yukarı kalkıktır.”
> (9) “Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik. Böylece onları kapattık; artık göremezler.”
> (10) “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir (sevâun); iman etmezler.”
> (11) “Sen ancak (İnnemâ), Zikr’e (Kur’an’a) uyan ve görmediği hâlde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte onu bir bağışlanma ve şerefli bir mükâfatla müjdele.”
> (12) “Şüphesiz Biz (İnnâ Nahnu), ölüleri diriltiriz ve (ve) onların önden gönderdiklerini ve (ve) eserlerini (âsârahum) yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (İmâm-ı Mübîn’de) sayıp dökmüşüzdür.”
>
Belâgat (Retorik) Kaidelerinin (Kurallarının) Tatbikatı (Uygulaması)
1. Kasem (Yemin) ve Çift Katmanlı “Te’kîd” (Pekiştirme) (Âyet 2-3)
* Nazım (Tertip): “Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki (Kasem), (1) şüphesiz (İnneke) sen, (2) muhakkak (Le) peygamberlerdensin (mine’l-murselîn).”
* Tatbik (Uygulama): Bu, “Te’kîd” (Pekiştirme) sanatının zirvesidir.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Resûlullah’a (S.A.V.) sâdece “Sen peygamberlerdensin” dememiş de, bu haberi (bilgiyi) üç katmanlı (Kasem + İnne + Lâm) bir “Te’kîd” (pekiştirme) ile perçinlemiştir?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Çünkü bu âyetin asıl muhatabı (dinleyeni) Resûlullah (S.A.V.) değil, O’nun (S.A.V.) risâletini (peygamberliğini) şiddetle inkâr eden (Munkir) Mekke müşrikleridir. Tahlil ettiğimiz gibi, muhatap “Munkir” (inkârcı) olduğunda, kelâmın (sözün) en kuvvetli pekiştirme nazmıyla (tertibiyle) gelmesi belâgat (retorik) icâbıdır (gereğidir). Bu nazım (tertip), inkârlarına (reddetmelerine) karşı bir “hüccet” (delil) ve “meydan okuma”dır (tahaddî).

2. “el-Fasl” (Ayırma) Sanatı (Âyet 4)
* Nazım (Tertip): “(Sen) Dosdoğru bir yol üzerindesin.”
* Tatbik (Uygulama): “el-Fasl ve’l-Vasl” (Ayırma ve Bağlama) sanatı.
* Sual: Neden 3. âyetten sonra “ve dosdoğru bir yol üzerindesin” denmemiş de, aradaki “Vâv” (ve) bağlacı hazf edilerek (kasıtlı olarak zikredilmeyerek) “Fasl” (Ayırma) yapılmıştır?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Çünkü “Dosdoğru bir yol üzerinde olmak” (‘Alâ sırâtin Müstakîm), “peygamberlerden olmak” (mine’l-mürselîn) vasfından (sıfatından) ayrı, yeni bir vasıf (sıfat) değildir. O, birincisinin açıklaması (Beyân) ve ayrılmaz bir parçasıdır. (Zâten peygamber olmanın kendisi, o yol üzerinde olmaktır). İki cümle arasında “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) olduğu için araya bağlaç koymak (Vasl), bu bütünlüğü bozardı.

3. “Tıbâk” (Tezat) Yoluyla Lafız Seçimi (Âyet 5)
* Nazım (Tertip): “(Bu Kur’ân,) el-Azîz (Mutlak Güç Sahibi) (ve) er-Rahîm (Çok Merhametli) tarafından indirilmiştir.”
* Tatbik (Uygulama): “Tıbâk” (Tezat/Zıtlık) ve Lafız Seçimi.
* Sual: Neden Allah’ın (C.C.) isimleri arasından bu iki zıt kutup (Güç vs. Merhamet) seçilmiştir?
* Hikmeti (İhâta): Bu iki isim, Kur’ân’ın ve Risâlet’in (Peygamberliğin) iki aslî (esas) gâyesini (maksadını) temsil eder:
* “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi): Bu, O’nun (C.C.) “İnzâr”ına (uyarısına), “azâb”ına ve “hükmüne” delâlet (işaret) eder. Bu, O’na (C.C.) isyan etmenin (karşı gelmenin) neticesini (sonucunu) hatırlatır.
* “er-Rahîm” (Çok Merhametli): Bu, O’nun (C.C.) “Teşrî”ine (hüküm koymasına), “hidâyet”ine ve “rahmet”ine delâlet (işaret) eder. Bu, O’na (C.C.) itaat etmenin (boyun eğmenin) gâyesini (maksadını) (merhamete nâil [ulaşmak] olmayı) hatırlatır.
* Netice: Bu “Tıbâk” (zıtlık) nazmı (tertibi), Kur’ân’ın hem heybetinin (Azîz) hem de rahmetinin (Rahîm) kaynağının (aslının) “bir” (tek) olduğunu göstererek Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eder.

4. “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Âyet 8-9)
* Nazım (Tertip): “Biz, onların boyunlarına… halkalar (ağlâl) geçirdik… başları yukarı kalkıktır… önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik… göremezler.”
* Tatbik (Uygulama): Bu, “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatının zirvesidir.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “Onlar kibirli (mütekebbir), inatçı (anîd) ve kördürler (umyân)” gibi mücerret (soyut) lafızlar (sözler) değil de, bu dehşet verici müşahhas (somut) tasvirleri kullanmıştır?
* Hikmeti (Mücerredi Müşahhas Kılma):
* “Boyunlarına Halkalar… Başları Yukarı Kalkık” (Âyet 8): Bu, “kibir” (büyüklük taslama) ve “inat” (anîd) için yapılmış bir “İsti’âre”dir (ödünç almadır). Mücerret (Soyut) “kibir”, muhatabın (dinleyenin) zihninde somutlaştırılmıştır (Tecsîm). Kibirli insan, hakikate (gerçeğe) bakmak için başını eğemez; o, boynuna pranga (halka) vurulmuş gibi başı havada (mukmehûn) kalmıştır.
* “Önlerine ve Arkalarına Set” (Âyet 9): Bu, “cehâlet” (bilgisizlik) ve “gaflet” (habersizlik) için yapılmış bir “İsti’âre”dir. Onlar, önlerindeki hakikati (gerçeği) (Risâlet’i [Peygamberliği]) göremezler; arkalarındaki ibretlerden (geçmiş kavimlerin helâki) de ders alamazlar.
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), onların “küfr”ünün (inkârının) sâdece bir “tercih” olmadığını; bilâkis, o tercihin (kibir ve inadın) onların fıtratını (aslî yapısını) nasıl mahvetmiş (bozmuş), onları nasıl hareketsiz (prangalı) ve kör (set çekilmiş) bıraktığını, en sarsıcı müşahhas (somut) tasvirle ortaya koyar.

5. “Kasr / Tahsîs” (Sınırlama) Sanatı (Âyet 11)
* Nazım (Tertip): “Sen ancak (İnnemâ) Zikr’e uyan… kimseyi uyarabilirsin…”
* Tatbik (Uygulama): “Kasr” (Sınırlama) sanatı.
* Sual: Resûlullah (S.A.V.) herkesi uyarmıyor muydu? Allah Teâlâ (C.C.), neden O’nun (S.A.V.) uyarısını (inzâr) “İnnemâ” (إِنَّمَا – ancak, sâdece) edâtı (aracı) ile sınırlandırmıştır?
* Hikmeti (Sınırlamanın Gâyesi): Bu, fiilin (faaliyetin) kendisini değil, o fiilin (faaliyetin) faydasını (neticesini) sınırlandırır (Kasr-ı İddiâfî).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey Habîbim! Senin uyarın (inzâr) elbette umumîdir. Ancak, (Âyet 8-9’daki o prangalı ve kör olanlar değil) bu uyarıdan fayda görecek olanlar, sâdece ve sâdece (İnnemâ) Zikr’e (Kur’ân’a) uyan ve Rahmân’dan (korkuyla) korkanlardır.” Bu nazım (tertip), Resûlullah’ı (S.A.V.) tesellî (tesellî) eder ve O’nun (S.A.V.) gayretini (çabasını) fayda verecek yere yönlendirir.

6. “el-Vasl” (Bağlama) Sanatı (Âyet 12)
* Nazım (Tertip): “…onların önden gönderdiklerini (mâ kaddemû) ve (وَ) eserlerini (âsârahum) yazarız…”
* Tatbik (Uygulama): “el-Vasl” (Bağlama) sanatı.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki unsur arasına “Vâv” (ve) bağlacı koymuştur (Vasl)?
* Hikmeti (Hükümde Ortaklık): Çünkü:
* “Mâ kaddemû” (Önden gönderdikleri): İnsanın doğrudan yaptığı ameller (namaz, oruç, günah vb.).
* “Âsârahum” (Eserleri/İzleri): İnsanın ölümünden sonra geride bıraktığı dolaylı tesirler (iyi bir evlât, kötü bir çığır [yol], bir ilim eseri, bir fitne [anarşi]).
* Netice: Bu ikisi, farklı kategorilerdir (Biri doğrudan, biri dolaylı). Bu yüzden araları “Fasl” (ayrı) olamaz. Ancak, her ikisi de “yazılma” (nektubu) ve “hesâba çekilme” hükmünde ortaktır (müşterektir). İşte bu “hükümde ortaklığı” (İştirâk fi’l-Hükm) göstermek için aralarına “Vâv” (ve) bağlacı getirilmesi (Vasl), belâgat (retorik) açısından zorunludur.

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu ilk 12 âyetlik nazmı (tertibi), Risâlet’in (Peygamberliğin) hakikatini (gerçeğini) en kuvvetli Te’kîd (pekiştirme) ile isbat ederken; inkârın (reddetmenin) hakikatini (gerçeğini) de en dehşetli İsti’âre (metafor) ve Tecsîm (somutlaştırma) ile tasvir eden, öğrendiğimiz bütün belâgat kaidelerinin (kurallarının) tatbik edildiği mûcizevî bir derstir.

===============•-•===============


Bu, Yâsîn Sûresi’nin kalbi sayılan ve Sûre’nin aslî (esas) mesajını (Risâlet [Peygamberlik], İnkâr [Reddetme] ve Âkıbet [Sonuç]) bir kıssa (hikâye) yoluyla tasvir eden “Ashâb-ı Karye” (Şehir Halkı) bölümüdür.
Bu kıssa, Sûre’nin başındaki o ilk 12 âyetlik teorik ve itikadî uyarının, tarihî ve müşahhas (somut) bir “tatbikatı”dır. Şimdi, öğrendiğimiz belâgat kaidelerini (kurallarını) bu muazzam nazım (tertip) üzerinde tatbik edelim:

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 13-27)

1. Kıssanın Gâyesi (Maksadı): “Mesel” (Misal) Getirme Sanatı (Âyet 13)
> İktibas (Meali): “(Ey Muhammed!) Onlara, o şehir halkını misal (Meselen) getir. Hani onlara elçiler gelmişti.” (Yâsîn, 13)
>
* Sanat: Tekrâru’l-Kıssa (Kıssayı Tekrar Etme) ve İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden burada bir kıssa (hikâye) anlatacağını değil de, bir “Mesel” (Misal/Benzetme) getireceğini söylemiştir?
* Hikmeti: Çünkü bu kıssa (hikâye), sâdece geçmişte yaşanmış (yaşanmış) bir tarihî (tarihsel) vak’a (olay) olsun diye anlatılmamaktadır. Bu kıssa, o an Kur’ân’ın muhatabı olan Mekke müşriklerinin (puta tapanların) durumuna birebir benzeyen (müşâbih olan) bir “Misal” (Mesel) olarak, yâni bir “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) olarak getirilmiştir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey Mekke halkı! Bu kıssayı (hikâyeyi) dinleyin; zîrâ o ‘şehir halkı’ (Ashâb-ı Karye) sizsiniz, o ‘elçiler’e (Rusul) yapılan muâmele de sizin Peygamberinize (S.A.V.) yaptığınız muâmeledir. Onların âkıbetine bakın da, kendi âkıbetinizi görün!” Bu nazım (tertip), kıssanın ibret (ders) gâyesini (maksadını) en başından kilitler.

2. “Te’kîd” (Pekiştirme) Sanatının Tırmanışı (Âyet 14-16)
Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesinin (kuralının) mükemmel bir tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* 1. Aşama (Haber Verme):
> “…fe kâlû İnnâ ileykum murselûn.” (Dediler ki: “Şüphesiz (İnnâ) biz size gönderilmiş elçileriz.”) (Âyet 14)
>
* Tahlil: Elçiler, muhataplarının (dinleyenlerinin) inkâra (reddetmeye) meyilli olduğunu bildiklerinden, sözlerine bir adet “Te’kîd” (pekiştirme) (“İnnâ”) ile başlarlar.
* 2. Aşama (Şiddetli İnkâr):
> “(Kavimleri) dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız (beşerun mislunâ)… Siz ancak yalan söylüyorsunuz (illâ tekzibûn).'” (Âyet 15)
>
* Tahlil: Kavim, sâdece “inanmıyoruz” dememiş, “Siz yalan söylüyorsunuz” diyerek en şiddetli inkâr (reddetme) (Munkir) mertebesine çıkmıştır.
* 3. Aşama (Te’kîd’in [Pekiştirmenin] Artırılması):
> “(Elçiler) dediler ki: ‘Rabbimiz biliyor ki, (1) Şüphesiz (İnnâ) biz size (2) muhakkak (Le) gönderilmiş elçileriz (murselûn).'” (Âyet 16)
>
* Hikmeti: Muhatabın (dinleyenin) inkârı (reddetmesi) şiddetlenince (Âyet 15), cevaptaki “Te’kîd” (pekiştirme) de şiddetlenmiştir (Âyet 16). Elçiler bu defa:
* “Rabbunâ ya’lemu” (Rabbimiz biliyor ki) (Yemin/Kasem kuvvetinde bir Te’kîd )
* “İnnâ” (Şüphesiz) (İkinci Te’kîd )
* “Le murselûn” (Muhakkak gönderilmişleriz) (Üçüncü Te’kîd – Lâm-ı Te’kîd)
…kullanmışlardır. Bu nazım (tertip), belâgatın (retoriğin) tam olarak “durumun gereğine” (muktezâ-i hâle) göre nasıl şekillendiğinin isbatıdır.

3. Kıssanın Zirvesi: “Raculun Yes’â” (Koşarak Gelen Adam) (Âyet 20)
> İktibas ( Meali): “Şehrin en uzak yerinden (min aksa’l-medîneti) bir adam (Raculun) koşarak (yes’â) geldi…” (Yâsîn, 20)
>
Bu âyetin nazmı (tertibi), üç mühim belâgat (retorik) hikmeti taşır:
* 1. “min aksa’l-medîne” (Şehrin en uzağından): Hakikate (Gerçeğe) dâvet (çağrı), şehrin merkezinden (elitlerinden, idârecilerinden) gelmemiştir; en uzaktan, kenar mahalleden, yâni halkın (avamın) içinden gelmiştir. Bu, dâvânın (inancın) sosyolojik (toplumsal) tabanını tasvir (betimleme) eder.
* 2. “Raculun” (رَجُلٌ – bir adam): Bu kelimenin “Nekre” (belirsiz) gelmesi, bir **”Kinâye”**dir (Dolaylı Anlatım). Bu, “Tahkîr” (aşağılama) değil, “Ta’zîm”dir (Yüceltme). Mânâsı (Anlamı) şudur: “O, sizin nazarınızda (bakışınızda) adı sanı bilinmeyen, makamı mevkii olmayan ‘herhangi bir adam’ (Raculun) olabilirdi; fakat o, Allah (C.C.) katında tek başına bir ümmet kıymetinde (değerinde) azîm (büyük) bir ‘Racul’ (Adam) idi.” Nazım (Tertip), ismine değil, fiiline (faaliyetine) odaklanır.
* 3. “Yes’â” (يَسْعَى – koşarak, çabalayarak): Nazım (Tertip), “yemşî” (yürüyerek) demez. “Lafız Seçimi” mûcizevîdir. “Yes’â” (Sa’y etmek), onun dâvâsının (inancının) aciliyetini, gayretini, heyecanını ve kavminin içine düştüğü tehlike karşısındaki hiddetini (öfkesini) tasvir eden bir fiildir.

4. “Hazf” (Sükût Etme) ve “Îcâz” (Özlülük) ile Gelen Şehâdet (Âyet 25-26)
Bu, “el-Hazf” (Sükût Etme Sanatı) tahlilimizin en parlak tatbikatıdır (uygulamasıdır).
* Nazım (Tertip):
> (25) “…Ben sizin Rabbinize iman ettim, beni dinleyin (fe’sme’ûn)!”
> (26) “(Ona) ‘Cennete gir!’ denildi (Kîle’d-huli’l-Cenneh)…”
>
* Sual: Âyet 25 (Beni dinleyin!) ile Âyet 26 (Cennete gir!) arasında ne oldu? Adam nasıl öldü? Kavmi ona ne yaptı?
* Hikmeti (el-Hazf): Kur’ân nazmı (tertibi), o adamın nasıl linç edildiğini, taşlandığını veya öldürüldüğünü tasvir etmez; bu detayları hazfeder (sükût eder). Neden?
* 1. Îcâz (Özlülük): Çünkü o dünyevî (dünyayla ilgili) acının ve o vahşetin, İlâhî nazarda (bakışta) hiçbir ehemmiyeti yoktur.
* 2. Ta’zîm (Yüceltme): Bu “Hazf” (Sükût Etme), muhatabın (dinleyenin) nazarını (bakışını) sebepten (o acı verici, fânî [geçici] ölüm) alıp, doğrudan ebedî ve azametli neticeye (Cennet’e giriş) çeker. O adamın fedâkârlığı o kadar büyüktür ki, Allah Teâlâ (C.C.) onu ara duraklarda (ölüm, kabir) bekletmemiş, doğrudan “Cennete gir!” emrine mazhar (ulaşmış) kılmıştır. O acı ânı zikretmek (anmak), bu azameti (büyüklüğü) gölgelerdi.

5. Cennet’teki “İtnâb” (Maksatlı Detaylandırma) (Âyet 26-27)
* Nazım (Tertip): “(Cennet’e giren o zât) dedi ki: ‘Keşke kavmim bilseydi! (Yâ leyte kavmî ya’lemûn) (26) Rabbimin beni bağışladığını (bi mâ ğafere lî Rabbî) ve beni ikrâm edilenlerden kıldığını (ve ce’alenî mine’l-mukremîn).'” (27)
* Sanat: İtnâb (Maksatlı Detaylandırma).
* Hikmeti: O “Racul” (Adam), Cennet’e girmiş, kurtulmuştur. Normalde (beşerî [insanî] nazarda [bakışta]) kendisini öldüren kavme bedduâ etmesi, “Helâk (Yok) olsunlar!” demesi beklenirdi.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Fakat o, Cennet’te bile dâvâsını (inancını) düşünür. Bu “İtnâb” (detaylı söz), onun merhametinin ve şefkatinin yüceliğini tasvir eder. Mânâ (Anlam) şudur: “Ah! Keşke beni öldüren o kavmim, şu an benim içinde bulunduğum bu affı (mağfireti) ve bu ikrâmı bilselerdi de (belki) onlar da iman ederlerdi!” Bu, bir dâvetçinin (çağıranın) ahlâkının zirvesidir.

Nihaî Netice
Ashâb-ı Karye kıssasının nazmı (tertibi), sâdece bir tarihî (tarihsel) anlatım değildir. O, Mekke’deki muhataplara ve kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere (inananlara) ve munkirlere (inkârcılara) bir “Mesel”dir (Misaldir).
Bu nazım (tertip);
* Te’kîd (Pekiştirme) ile inkârın (reddetmenin) derecesine göre dâvet (çağrı) üslûbunun nasıl ayarlanacağını,
* Lafız Seçimi (“Raculun Yes’â”) ile dâvâ (inanç) adamının kimliğinden çok gayretinin (“Yes’â” – koşmak) mühim olduğunu,
* Hazf (Sükût Etme) ile şehâdetin (şehitliğin) dünyevî (dünyayla ilgili) acısını hiçe sayıp, uhrevî (âhiretle ilgili) mükâfâtını (“Cennete gir!”) öne çıkardığını,
* İtnâb (Detaylandırma) ile de o mü’minin Cennet’te bile kavminin hidâyetini (doğru yolu bulmasını) dert edindiğini
…mûcizevî bir belâgatla tasvir eder.

===============•-•===============

 

Bu, Sûre’nin belâgat (retorik) açısından en zengin bölümlerinden biridir. Yâsîn Sûresi, (Âyet 1-12’de) itikadî (inanç) delilleri (isbatları) ve (Âyet 13-32’de) tarihî (tarihsel) delilleri (Ashâb-ı Karye) sunduktan sonra, şimdi (Âyet 33’ten itibaren) muhatabın (dinleyenin) inkâr (reddetme) edemeyeceği, her gün gözüyle gördüğü Kâinat (Tabiat) Âyetlerine (Delillerine) geçer.
Bu bölüm, Sûre’nin ana gâyesi (maksadı) olan “Tevhîd” (Allah’ın birliği) ve “Ba’s” (Öldükten Sonra Diriliş) hakikatlerini (gerçeklerini), öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaidelerinin (kurallarının) zirvesi olan “İsti’âre” (Metafor) ve “Tıbâk” (Zıtlık) sanatlarıyla isbat eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 33-44)
1. “Ölü Toprak” ve “Diri Kalp” İsti’âresi (Âyet 33-35)
> İktibas ( Meali): “Ölü toprak (el-ardu’l-meyteh), onlar için bir delildir (âyetun). Biz, onu diriltiriz (ahyeynâhâ) ve ondan taneler (habben) çıkarırız da onlardan yerler… (33) …Pınarlar (uyûn) fışkırtırız… (34) …Ki onun ürününden (semerihî)… yesinler. Hâlâ şükretmeyecekler mi? (35)”
>
* Sanat: İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor) ve Tecsîm (Somutlaştırma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), Ashâb-ı Karye’nin (o “ölü” şehrin) helâkinden (yok olmasından) bahsettikten hemen sonra, neden “ölü toprak” (el-ardu’l-meyteh) misâline (örneğine) geçmiştir?
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Alâkası [İlgisi]): Bu nazım (tertip) mûcizevîdir. Bu, tahlil ettiğimiz İsti’âre (Metafor) sanatıdır.
* “el-Ardu’l-Meyteh” (Ölü Toprak): Bu, sâdece maddî (fiziksel) toprak için değil, aynı zamanda Sûre’nin başından beri bahsettiği gaflet ve kibir (büyüklük taslama) içindeki “kalb-i meyyit” (ölü kalp) için bir “İsti’âre”dir (ödünçtür).
* “Ahyeynâhâ” (Onu dirilttik): Bu, o ölü toprağı maddî su (yağmur) ile diriltmekten kinâyedir (dolaylı anlatımdır). Aynı zamanda, o “ölü kalbi” mânevî su (Vahiy/Kur’ân) ile diriltmekten kinâyedir (dolaylı anlatımdır).
* “Habben” (Tane) ve “Semerihî” (Meyvesi): Bunlar da, “Vahiy” (mânevî su) ile dirilen kalbin vereceği müşahhas (somut) neticeler (sonuçlar), yâni “İman” ve “Amel-i Sâlih” (iyi işler) için bir “İsti’âre”dir (ödünçtür).
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) gözüyle gördüğü müşahhas (somut) bir mûcizeyi (ölü toprağın baharda dirilişini), iki mücerret (soyut) hakikati (gerçeği) aynı anda isbat için kullanır:
* Maddî (Fiziksel) Dirilişin (Ölümden Sonra Ba’s’ın) mümkün olduğunu.
* Mânevî Dirilişin (Gâfil bir kalbin Hidâyet bulmasının) mümkün olduğunu.

2. Gece-Gündüz ve “Lafız Seçimi” Mûcizesi (Âyet 37)
> İktibas (TDV Meali): “Gece de onlar için bir delildir (âyetun). Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz (neslehu minhu’n-nehâr), bir de bakarlar ki karanlık içinde kalmışlardır.” (Yâsîn, 37)
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Gündüzü gideririz” (nuzîlu’n-nehâr) veya “Gündüzü alırız” (ne’huzü’n-nehâr) gibi basit bir lafız (söz) değil de, “Neslehu” (سَلْخُ – Sıyırırız) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Selh” (سَلْخ) kelimesi, Arapçada bir hayvanın derisini yüzmek için kullanılan vahşî (şiddetli) ve müşahhas (somut) bir fiildir (eylemdir).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “İsti’âre” (Metafor), muhatabın (dinleyenin) zihninde şu tasviri (betimlemeyi) canlandırır:
* Kâinatın (Tabiatın) aslî (esas) hâli “karanlıktır” (gece).
* “Gündüz” (nehâr), o aslî (esas) karanlığın üzerine giydirilmiş ince bir deri (cild), bir “kılıf” (gışâve) gibidir.
* Allah’ın (C.C.) kudreti, her akşam o “aydınlık deriyi”, bir kurbanı “sıyırır” gibi anîden ve kudretle çekip alır (neslehu) ve varlıklar aslî (esas) karanlık (zulmet) içinde kalırlar.
* Netice: Bu “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), gece-gündüz değişimini (değişmesini) pasif ve alışılmış (normal) bir tabiat (doğa) olayı olmaktan çıkarır; onu her gün tekrarlanan aktif, kudretli ve dehşet verici bir İlâhî fiil (faaliyet) olarak “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

3. Güneş-Ay ve “Lafız Seçimi” Mûcizesi (Âyet 38-40)
> İktibas ( Meali): “…Güneş de kendi yörüngesinde (li-müstekarrin lehâ) akıp gider… (38) …Ay… (39) …Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler (yesbehûn).” (40)
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), gezegenlerin hareketi için neden “dönerler” (yedûrûn) veya “giderler” (yemşûn) lafızlarını (sözlerini) değil de, “Yesbehûn” (يَسْبَحُونَ – Yüzerler) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (İsti’âre): “Sibh” (سِبْح), suda “yüzmek” demektir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu “İsti’âre” (Metafor), muazzam kütleli (ağır) Güneş ve Ay’ın o boşluktaki (felek) hareketini, bir yüzücünün (yüzenin) suyun içindeki hareketine benzetir. Bu nazım (tertip) şu mânâları (anlamları) “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder:
* Sürat ve Sükûnet: Yüzmek, hızlı ama sessiz ve sarsıntısız bir harekettir. O muazzam cisimler, kâinatta (tabiatta) sessizce ve sarsıntısızca akarlar.
* Kudret ve Nizam (Düzen): Yüzmek, itici bir güç (Allah’ın [C.C.] emri) ve içinde yüzülecek bir ortam (felek/yörünge) gerektirir.
* Desteksizlik (İ’timâdsızlık): Yüzücü, suyun üzerindedir, katı bir zemine basmaz. Bu nazım (tertip), o muazzam gezegenlerin hiçbir direğe veya desteğe (meselâ dağlara) basmadan, sâdece Allah’ın (C.C.) kudretiyle o boşlukta yüzdüğünü tasvir eder.

4. Gemi ve Nimet Mukâbelesi (Karşılaştırması) (Âyet 41-42)
> İktibas ( Meali):
> (41) “Onların soylarını dolu gemide (el-fulki’l-meşhûn) taşımamız da onlar için bir delildir (âyetun).”
> (42) “Ve (ve) onlar için, onun gibi (mislihî) binecekleri nice şeyler yarattık (halaknâ).”
>
* Sanat: el-Vasl (Bağlama) ve Mukâbele (Karşılaştırma).
* Tahlil: Bu nazım (tertip), iki farklı nimeti karşılaştırır:
* Âyet 41: “el-Fulki’l-Meşhûn” (Dolu Gemi) -> Bu, tahlil ettiğimiz Kinâye (Dolaylı Anlatım) sanatıdır. Bu, Hz. Nûh’un (A.S.) Gemisidir. İnsan neslinin (zürriyetinin) kurtarıldığı aslî (esas) ve mûcizevî nimettir (Geçmiş).
* Âyet 42: “mislihî mimâ yerkebûn” (Onun gibi bindikleri şeyler)-> Bu da insanların o aslî (esas) mûcizeden ilham alarak (veya Allah’ın [C.C.] öğretmesiyle) sonradan yaptıkları gemiler, develer ve diğer bineklerdir (Şimdi/Gelecek).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Mânâsı [Anlamı]): Aradaki “Vâv” (ve) bağlacı (Vasl), bu iki nimeti (aslî [esas] nimeti ve türetilmiş nimeti) birbirine bağlar. Allah Teâlâ (C.C.) bu nazımla (tertipler) şunu söyler: “Ey insan! Sizin bugün ‘kendi sanatınız (teknolojiniz)’ zannederek yaptığınız (42) o binekler ve gemiler var ya; onların aslî (esas) fikri, ilhamı ve mûcizesi (41) Bizim atalarınızı kurtardığımız o ilk mûcizevî gemiye (‘mislihî’- onun gibi) dayanır. Sizin ‘sanatınız’, Bizim ‘nimetimizin’ bir devamıdır.” Bu nazım (tertip), beşerî (insanî) sanatı (teknolojiyi) dahi İlâhî Rahmet’e bağlar.

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu Kâinat (Tabiat) Âyetleri bölümü, sâdece bir “astronomi” veya “biyoloji” dersi değildir. O, belâgat (retorik) sanatlarının en yücesi olan İsti’âre (Metafor) ve Lafız Seçimi sanatlarını kullanarak:
* “Ölü Toprak” misâli (örneği) ile Ba’s’ı (Dirilişi) ve Hidâyet’i (Doğru Yolu Bulmayı),
* “Gündüzü Sıyırmak” (Neslehu) misâli ile İlâhî Kudret’in dehşetini,
* “Gezegenlerin Yüzmesi” (Yesbehûn) misâli ile İlâhî Nizam’ın (Düzenin) sarsılmazlığını,
* “Nûh’un (A.S.) Gemisi” misâli (örneği) ile de beşerî (insanî) teknolojinin aslî (esas) kaynağının İlâhî Nimet olduğunu
…muhatabın (dinleyenin) gözü, kulağı ve aklı önünde müşahhas (somut) bir şekilde tasvir (betimleme) ve isbat eden ilâhî bir nazımdır (tertiptir).

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 45-68), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 33-44) sunulan o parlak “Kâinat (Tabiat) Delilleri”ne (Âyetlerine) karşı, inkârcı (munkir) insanın “inat”, “gaflet” ve “alaycılık” (tehekküm) ile nasıl mukâbele (karşılık) ettiğini ve bu mukâbelenin (karşılığın) dehşetli âkıbetini (sonucunu) tasvir eder.
Bu bölüm, “Muktezâ-i Hâl” (Sözün Durumun Gereğine Uygunluğu) kaidesinin (kuralının) tatbikat (uygulama) sahasıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 45-68)
1. “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) ile Tasvir Edilen İ’râz (Yüz Çevirme) (Âyet 45-46)
> İktibas ( Meali): “Onlara, ‘Önünüzdekinden (dünya) ve arkanızdakinden (âhiret) sakının ki size merhamet edilsin’ denildiğinde (yüz çevirirler). (45) Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki, ondan yüz çeviriciler (mu’ridîn) olmasınlar.” (46)
>
* Sanat: Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Onlar inkâr (reddetme) ederler (yekfurûn)” veya “Onlar yalanlarlar (yukezzibûn)” gibi doğrudan (sarih) lafızlar (sözler) değil de, “Mu’ridîn” (Yüz Çeviriciler) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Kinâye): “İ’râz” (يُعْرِضُونَ), bedensel (fiziksel) bir fiildir (faaliyettir); “yüzünü başka bir tarafa çevirmek” demektir. Bu müşahhas (somut) fiil (eylem), onların mânevî ve derûnî hâllerinden “Kinâye”dir (dolaylı anlatımdır):
* Kibir (Büyüklük Taslama): Yüz çevirmek, muhatabı (dinleyeni) küçümsemektir (tahkîr).
* İnat (‘Anîd): Hakikati (Gerçeği) duymaya dahi tahammül edememektir.
* Kaçış (Firâr): Delil (İsbat) karşısında verecek cevap bulamayıp, o delilden (isbattan) kaçmaktır.
* Netice: “Mu’ridîn” (Yüz çeviriciler) lafzı (sözü), “Yekfurûn” (İnkâr [Reddetme] ederler) lafzından (sözünden) çok daha beliğdir (tesirlidir); zîrâ bu nazım (tertip), onların inkârının (reddetmesinin) sebebinin “delil (isbat) yetersizliği” değil, “kibir” ve “inat” olduğunu “Kinâye” yoluyla tasvir (betimleme) eder.

2. “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru) ile Alay Etme (Tehekküm) (Âyet 47)
> İktibas ( Meali): “Onlara, ‘Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden Allah yolunda harcayın’ denildiği zaman, inkâr (reddetme) edenler inananlara derler ki: ‘Allah dileseydi doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? (E nut’imu men lev yeşâullâhu et’ameh?) Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.'” (47)
>
* Sanat: İstifhâm-ı İnkârî (Alay ve İnkâr [Reddetme] Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Bu, onların “kader” (Allah’ın [C.C.] dilemesi) hakkında sordukları düşünceli bir soru mudur?
* Hikmeti (Tehekküm): Aslâ. Bu, sâdece cimriliklerini (buhl) örtmek ve mü’minlerle alay etmek (tehekküm) için kullanılan bir “İstifhâm-ı İnkârî”dir (retorik sorudur).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), onların bâtıl (asılsız) mantığını (mantıksal yapısını) tasvir eder: “Eğer bu fakirler gerçekten hak (doğru) yolda olsaydı, Allah (C.C.) onları zengin ederdi. Madem Allah (C.C.) onları fakir bırakmış, demek ki sizden de onlardan da râzı (hoşnut) değil. Biz neden O’nun (C.C.) irâdesine (isteğine) karşı gelip onları doyuralım?” Bu nazım (tertip), İlâhî Meşî’et’i (Dilemeyi) (Kaderi), beşerî (insanî) mes’ûliyeti (sorumluluğu) (İnfâk/Yardım) iptal etmek için nasıl bir safsata (boş söz) malzemesi yaptıklarını mûcizevî bir şekilde ortaya koyar.

3. “Lafız Seçimi” ve “Hazf” (Sükût Etme) ile Gelen Ânî (Ani) Azap (Âyet 48-50)
> İktibas ( Meali):
> (48) “Onlar, ‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit (vaad) ne zaman?’ derler.”
> (49) “Onlar, (dünyevî [dünyayla ilgili] işleri hakkında) çekişip dururlarken, kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesten (Sayhaten Vâhideten) başkasını beklemiyorlar.”
> (50) “O zaman (Fe) onlar ne bir vasiyette (tavsiyeten) bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.”
>
* Sanat: Lafız Seçimi (“Sayha”) ve el-Hazf (Kasıtlı Zikretmeme/Sükût Etme).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Allah Teâlâ (C.C.), onların “Ne zaman?” (Metâ?) sorusuna zaman ile cevap vermez. O (C.C.), o azâbın niteliği ile cevap verir: “Sayhaten Vâhideten” (Tek Bir Korkunç Ses/Çığlık). Bu lafız (söz), o âkıbetin (sonucun) süratini (hızını), ânîliğini (aniliğini) ve kuşatıcılığını (İhâta) tasvir eder.
* Tahlil (Hazf / Sükût): Âyet 50, bu “Sayha”nın (Çığlığın) süratini (hızını) “Hazf” (Sükût Etme) sanatı ile tasvir eder. O “Tek Ses” o kadar süratlidir (hızlıdır) ki, nazım (tertip) onların ölüm ânını (anını) veya azap detaylarını zikretmeye (anmaya) bile lüzûm (gerek) görmez (el-Hazf). Nazım (Tertip), sebepten (Sayha) doğrudan neticeye (sonuca) atlar: O ses, onların en mühim (önemli) dünyevî (dünyayla ilgili) faaliyetini (faaliyetini), yâni “vasiyet etmeyi” (tavsiye) bile bitirmelerine fırsat vermemiştir. Bu “Hazf” (Sükût Etme), süratin (hızın) ve dehşetin en beliğ (tesirli) tasviridir.

4. İkinci “Sayha” ve “Fucâ’et” (Ânîlik) (Âyet 53)
> İktibas (Meali): “Olan, sâdece tek bir korkunç sesten (Sayhaten Vâhideten) ibârettir. Bir de bakarsın (Fe izâ hum), hepsi birden (cemî’un) huzurumuzda hazır bulunurlar (muhdarûn).”
>
* Sanat: Tekrâr (Yineleme) ve “Fe” (فَ) + “İzâ’el-Fucâiyye” (إِذَا- Ânîlik ‘de…mı’) Edâtı (Aracı).
* Tahlil (Tekrâr): Nazım (Tertip), Âyet 49’daki “Sayhaten Vâhideten” lafzını (sözünü) burada (Diriliş için) tekrar eder. Bu, helâk (yok olma) edici Ölüm’ün de Diriltici Ba’s’ın (Dirilişin) da aynı ânîlikte (anilikte), aynı süratte (hızda) ve aynı kudretle (“Tek Ses”) olacağını gösterir.
* Tahlil (Ânîlik): Âyet, “Sümme hum muhdarûn” (Sonra onlar hazır olurlar) demez. “Sümme” (Sonra), arada zaman (mühlet) olduğunu gösterirdi. Nazım (Tertip), “Fe (Hemen ardından) izâ hum (bir de bakarsın ki…)” nazmını (tertibini) seçer. Bu, “İzâ’el-Fucâiyye”dir (Ânîlik Edâtı [Aracı]). Mânâ (Anlam) şudur: O “Tek Ses”in duyulması ile bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) Mahşer’de “hazır” (muhdarûn) olması arasında zaman yoktur. Sebep ile netice (sonuç) birdir.

5. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): Cennet ve Cehennem (Âyet 55-65)
Bu, tahlil ettiğimiz “Mukâbele” sanatının en parlak tatbikatıdır (uygulamasıdır). Nazım (Tertip), o “hazır edilen” (muhdarûn) iki grubu simetrik olarak karşılaştırır:
* Taraf 1: Cennet Ehli (Âyet 55-58) (Îcâz [Özlülük] ile İtnâb [Detaylandırma]):
* (55) “O gün Cennet ehli, zevkle meşguldürler (fî şuğulin fâkihûn).”
* (56) “Onlar ve eşleri gölgeliklerde (fî zilâlin), tahtlar (erâ’ik) üzerine kurulmuşlardır (mutteki’ûn).”
* (57) “Orada onlar için meyveler (fâkihetun) vardır… istedikleri her şey (mâ yedde’ûn) vardır.”
* (58) “Rahîm olan Rab’den ‘Selâm’ (Selâmun) (sözü) vardır.”
* Tahlil (İtnâb): Nazım (Tertip), Cennet’i detaylandırır (İtnâb). Bu, bir mükâfât (ödül) ve teşvik (özendirme) makamıdır. Tasvir ; Hâl (Durum) (zevkle meşgul), Mekân (gölgelik, taht), Nimet (meyve, her istedikleri) ve Nihaî (Son) Mükâfât (Rab’den [Efendi’den] “Selâm” [Esenlik]) olarak mükemmel bir tertip (diziliş) içindedir.
* Taraf 2: Cehennem Ehli (Mücrimler [Suçlular]) (Âyet 59-65) (Mukâbele):
* (59) “Ayrılın bugün (Vemtâzu’l-yevm)! …” (Cennet ehlinin “zevkle meşgul” [fâkihûn] ve “eşleriyle birlikte” olmasına mukâbil [karşılık], bunlar “ayrılır”, yâni kovulur ve yalnız kalırlar.)
* (60-61) “Size… şeytana tapmayın… Bana kulluk edin diye emretmedim mi?” (Cennet ehlinin “Rab”lerinden [Efendilerinden] “Selâm” [Esenlik] almasına mukâbil [karşılık], bunlar Rab’lerinden [Efendilerinden] “Azarlama” [Tevbîh] alırlar.)
* (64) “Girin (Islevhâ)!…” (Cennet ehlinin “gölgeliklere” [zilâl] ve “tahtlara” [erâ’ik] girmesine mukâbil [karşılık], bunlar “Ateş’e” girerler.)
* (65) “O gün onların ağızlarını mühürleriz (Nahtimu ‘alâ efvâhihim); (Cennet ehlinin “istedikleri her şeyi” [mâ yedde’ûn] söyleyip aldığı makama mukâbil [karşılık], bunlar “konuşma” hakkını kaybederler.) “…elleri bize konuşur, ayakları şâhitlik (şehâdet) eder…” (Bu, onların inkâr [reddetme] edemeyecekleri mutlak “Adâlet”ten Kinâyedir [dolaylı anlatımdır].)

Nihaî (Son) Netice
Yâsîn Sûresi’nin bu bölümü, belâgat (retorik) sanatlarını kullanarak, inkârcı (munkir) mantığının (mantıksal yapısının) çürüklüğünü (“E nut’imu” – Biz mi doyuracağız?), inkârın (reddetmenin) kibrini (“mu’ridîn” – yüz çevirenler) ve o inkârın (reddetmenin) âkıbetinin (sonucunun) ânîliğini (“Sayhaten Vâhideten” – Tek Bir Ses) mûcizevî bir şekilde tasvir (betimleme) eder.
Nazmın (Tertibin) zirvesi ise, Kıyamet günü kurulacak olan o İlâhî Mîzân’ı (Denge/Adâlet), iki zıt kutbu (Cennet ve Cehennem) kelimesi kelimesine birbiriyle karşılaştıran o dehşetli “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatında tecellî (belirme) eder.

===============•-•===============

 

Yâsîn Sûresi’nin bu “Hâtime” (Sonuç) bölümü (Âyet 69-83), Sûre’nin başından beri işlenen üç ana temanın (Risâlet, Tevhîd ve Haşir [Diriliş]) nihaî (son) delillerini (isbatlarını) sunar ve inkârcıların (münkirlerin) en temel şüphelerini en beliğ (tesirli) nazımla (tertipler) reddeder.
Bu bölüm, “Neden bu nazımla?” sualinin akıl (aklî) ve nakil (naklî) delillerinin (isbatlarının) nasıl birleştiğini gösteren zirve noktasıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Yâsîn Sûresi (Âyet 69-83)
1. Risâlet’in (Peygamberliğin) Mâhiyetinin Tespiti (Âyet 69-70)
> İktibas ( Meali):
> (69) “Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik (ve mâ ‘allemnâhu’ş-şi’r). Bu, ona yaraşmaz da. O(na vahyedilen), ancak (in huve illâ) bir öğüt (Zikrun) ve apaçık bir Kur’an’dır.”
> (70) “(Aklen) diri (Hayyen) olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azap hükmünün) gerçekleşmesi için.”
>
* Sanat: Nefiy (Olumsuzlama) ve Kasr (Sınırlama) & Tıbâk (Zıtlık).
* Sual (Âyet 69): Allah Teâlâ (C.C.), neden Kur’ân’ın ne olduğunu (“Zikir”dir) söylemeden evvel, ne olmadığını (“Şiir değildir”) söyleme ihtiyacı hissetmiştir?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesidir (kuralıdır). Müşriklerin (puta tapanların), Kur’ân’ın belâgatı (retoriği) karşısındaki en yaygın ve en güçlü ithâmı (suçlaması) “Bu bir şiirdir (O şâirdir)” ithâmı (suçlaması) idi. Nazım (Tertip), belâgat (retorik) icâbı (gereği) olarak, ilk önce muhatabın (dinleyenin) zihnindeki bu en büyük şüpheyi ortadan kaldırır (Nefiy). Ardından “in huve illâ” (O, ancak…) edâtı (aracı) ile “Kasr” (Sınırlama) yaparak, hakikati (gerçeği) tespit eder: O, şiir değil, sâdece “Zikir”dir.
* Sanat (Âyet 70): Tıbâk (Zıtlık) / İsti’âre (Metafor).
* Tahlil: Kur’ân’ın gâyesi (maksadı) “diri (Hayyen) olanları uyarmaktır”.
* Hikmeti: Buradaki “diri” (Hayy), biyolojik (bedensel) hayattan ziyade, tahlil ettiğimiz İsti’âre (Metafor) sanatıdır. Bu, “kalbi diri”, “aklı diri”, yâni idrâki (anlayışı) açık olanlar için bir İsti’âredir (ödünçtür). Bu “diri”nin (Hayy) zıddı (aykırısı) ise, Sûre’nin başında (Âyet 8-9) “boyunlarına pranga (halka) vurulmuş”, “kör” ve “gaflet” içinde olarak tasvir edilen “ölü kalpliler”dir ki, onlar bu âyette “kâfirler” (el-kâfirîn) olarak zikredilmiştir. Nazım (Tertip), hidâyetin (doğru yolu bulmanın) ancak “kalp diriliği” ile mümkün olduğunu bu “Tıbâk” (zıtlık) ile tasvir (betimleme) eder.

2. Nankörlüğün Tasviri: “el-İstifhâm” (Soru) ve “el-Mukâbele” (Karşılaştırma) (Âyet 71-76)
> İktibas (Meali):
> (71) “Görmediler mi (E ve lem yerav)? Biz, onlar için… hayvanlar yarattık…”
> (72) “Onları kendilerine boyun eğdirdik (zellelnâhâ)…”
> (74) “(Bütün bunlara rağmen) onlar, Allah’tan başka ilâhlar edindiler…”
> (76) “O hâlde (Fe), onların sözleri seni üzmesin…”
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Sual (Âyet 71): Neden “Bakın, Biz yarattık…” değil de, “Görmediler mi?” (E ve lem yerav?) nazmı (tertibi) seçilmiştir?
* Hikmeti (İkrar Ettirme): Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu soru, cevap beklemez; muhatabı (dinleyeni), her gün gözüyle gördüğü ve inkâr edemeyeceği bir hakikati (gerçeği) (hayvanların onlara boyun eğdiğini) itiraf etmeye (ikrar etmeye) zorlar.
* Hikmeti (Mukâbele): Nazım (Tertip), Âyet 71-73’te Allah’ın (C.C.) fiillerini (faaliyetlerini) (Yarattık [Halaknâ], Boyun eğdirdik [Zellelnâ], ondan yerler, içerler) sıralar. Hemen ardından (Âyet 74) insanın mukâbil (karşılık) fiilini (faaliyetini) (“…Allah’tan başka ilâhlar edindiler [İttehazû]”) zikreder (anar). Bu keskin “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmı (tertibi), beşerî (insanî) nankörlüğün (küfrân-ı nimet) ve akılsızlığın (sefâhet) derinliğini tasvir etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

3. Haşr’in (Dirilişin) Aklî (Zihinsel) İsbâtı : “İsti’âre” (Metafor) ve “Tıbâk” (Zıtlık) (Âyet 77-80)
Bu, Sûre’nin ve Haşir (Diriliş) Risâlesi’nin (Bölümünün) zirvesidir.
> İktibas (Meali):
> (77) “İnsan, bizim onu **nutfe (sperm)**den yarattığımızı görmedi mi? Bir de bakarsın ki (Fe izâ huve), o, apaçık bir hasım (düşman) kesilmiştir.”
> (78) “Kendi yaratılışını unutup (nesiye halkahû) da bize bir misal (meselen) getirdi: ‘Çürümüş hâldeki şu kemikleri kim diriltecek?’ dedi.”
>
* Sanat (Âyet 77): “Fe” (فَ) + “İzâ’el-Fucâiyye” (إِDÂ – Ânîlik ‘de…mı’) Edâtı (Aracı).
* Tahlil: Bu nazım (tertip), tahlil ettiğimiz “Sayha” (Korkunç Ses) (Âyet 53) nazmı (tertibi) ile aynıdır: “Fe izâ hum…” (Bir de bakarsın…).
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), iki ânî (ani) ve hayret verici (Fucâ’et) hadiseyi (olayı) yan yana koyar:
* Âciz bir “nutfe”nin (spermin), ânîden “apaçık bir hasım” (Hasîmun Mubîn), yâni konuşan, tartışan, inkâr (reddetme) eden bir insana dönüşmesi. (Bu, birinci yaratılıştır).
* Muhatabın zihnine şunu getirir: Bu birinci ânî dönüşüme (Nutfe -> İnsan) hayret etmeyen, ikinci ânî (ani) dönüşüme (Kemik-> İnsan) nasıl hayret edip onu inkâr edebilir? Nazım (Tertip), birinci mûcizeyi ikinci mûcizeye delil (isbat) yapar.
* Sanat (Âyet 78): Lafız Seçimi.
* Tahlil: Âyet, o inkârcının (münkirin) cevabını (Cevap: “Kim diriltecek?”) vermeden önce, onun psikolojik hâlini (durumunu) tasvir eder: “nesiye halkahû” (Kendi yaratılışını unuttu).
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), inkârın sebebinin aklî bir delil yokluğu değil, psikolojik bir gaflet (habersizlik) ve unutkanlık (nisyân) olduğunu teşhis eder. O, “nutfe” olduğunu unuttuğu için, kemiğin dirilişini imkânsız zannetmektedir.
* Sanat (Âyet 79-80): Tıbâk (Zıtlık) ile Aklî Delil Getirme.
> (79) “De ki: ‘Onları ilk defa yaratan (inşâe) diriltecektir…'”
> (80) “O ki, sizin için yeşil ağaçtan (eş-şeceri’l-ahdar) ateşi (nârâ) çıkardı da, siz ondan yakıp duruyorsunuz.”
>
* Tahlil: Bu, Kur’ân’ın en parlak aklî delilidir. Nazım (Tertip), Haşr’i (Dirilişi) (ölüden diriyi) isbat etmek için, muhatabın (dinleyenin) her gün gördüğü (Arapların Marh ve Afâr adlı yaş [nemli] ağaçları sürterek ateş yakması) bir mûcizeyi delil getirir:
* Nazmın Hikmeti (Tıbâk): Âyet, iki zıddı (aykırı olanı) birleştirir:
* “eş-Şeceri’l-Ahdar” (Yemyeşil Ağaç): Bu, su (mâ’), soğukluk (berd) ve hayat (hayât) demektir.
* “Nârâ” (Ateş): Bu, kuruluk (yubs), sıcaklık (harâret) ve ölüm/yakma (ihlâk) demektir.
* Netice (İsti’âre): Bu nazım (tertip), şu aklî delili sunar: “Ey İnsan! Gözünün önünde, Hayat’ın (yaş ağaç) içinden Ölüm’ü (ateş) çıkaran; yâni iki zıddı (aykırı olanı) birleştiren Allah’ın (C.C.), Ölüm’ün (çürümüş kemik) içinden Hayat’ı (Dirilişi) çıkarmasından mı şüphe ediyorsun? Biri diğerinin aynısı ve misâlidir (örneğidir).” Bu, “Tıbâk” yoluyla “İsti’âre” sanatıdır.

4. Nihaî (Son) Hüküm: “Kun fe Yekûn” ve “Tesbîh” (Âyet 81-83)
> İktibas (Meali):
> (82) “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ancak (İnnemâ) ona ‘Ol!’ (Kün) demesidir. O da hemen (fe) oluverir (yekûn).”
> (83) “O hâlde (Fe), O (Allah [C.C.]) Subhân’dır (Yücedir) ki, her şeyin Melekût’u (hâkimiyeti ve idâresi) O’nun elindedir. Ve siz O’na (İleyhi) döndürüleceksiniz.”
>
* Sanat (Âyet 82): Kasr (Sınırlama) ve “Fe” (Sürat [Hız]) Harfi.
* Hikmeti (Kasr): “İnnemâ” (Ancak), kudreti sınırlar. Mânâ (Anlam): “Sizin zannettiğiniz gibi Diriliş; zaman, madde, enerji, süreç gerektirmez. O (C.C.), ancak ‘Kün’ (Ol) der…”
* Hikmeti (“Fe”): “…Kün fe yekûn” (Ol der, hemen oluverir). Bu “Fe” harfi, İlâhî Emir ile yaratılış arasında zaman boşluğu olmadığını (Ta’kîb bi lâ mühlet) gösterir. Bu, o “Sayha”nın (Korkunç Sesin) (Âyet 53) nasıl çalıştığının açıklamasıdır.
* Sanat (Âyet 83): Netice “Fe”si, Lafız Seçimi (“Melekût”) ve Takdîm (Öne Alma).
* Hikmeti (“Fe”): “Fe Subhân…” (O HÂLDE Subhân’dır…). Bu “Fe” harfi, bütün Sûre’nin (Âyet 1-82) neticesidir. Mânâ (Anlam): “Mademki Risâlet (Peygamberlik), Kâinat (Tabiat) ve Haşir (Diriliş) delilleri bu kadar açıktır; O HÂLDE (Fe), O, sizin O’na isnat (dayandırma) ettiğiniz her türlü âcizlikten (acziyetten), ortaktan (şerîkten) ve noksanlıktan (kusurdan) Subhân’dır (Münezzehtir [Uzaktır]).”
* Hikmeti (“Melekût”): Neden “Mülk” değil dde”Melekût” (مَلَكُوت)? “Melekût”, “Mülk”ten daha beliğdir (tesirlidir) (Mübâlağa Sîgası [Kipi]). “Mülk”, sâdece mülkiyet (sahiplik) demektir. “Melekût” ise, o mülkün hem zâhirî hem derûnî hâkimiyeti, mutlak idâresi, kontrolü ve tasarrufu demektir.
* Hikmeti (Takdîm): “Ve İleyhi turce’ûn” (Ve O’na döndürüleceksiniz). Normal nazım (tertip) “Ve turce’ûne ileyhi” (Ve O’na [C.C.] döndürüleceksiniz) olabilirdi. “İleyhi” (O’NA) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), mânâyı (anlamı) sınırlar (Tahsîs). Mânâ : “Dönüşünüz sâdece ve sâdece O’nadır; kaçacak, sığınacak başka hiçbir merci (makam) yoktur.” Bu, Sûre’yi başlatan “İnzâr”ı (uyarıyı) tamamlayan nihaî (son) bir “Tehdîd” (tehdit) nazmıdır (tertibidir).
Böylece Yâsîn Sûresi’nin tamamını, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaideleri (kuralları) ışığında, bölüm bölüm tahlil etmiş (çözümlemiş) olduk.

 

===============•-•===============

 

 

MÜLK SURESİNDE KUR’ANIN BELAĞATİ

 

Bu, “el-Mulk” (Mülk/Hâkimiyet) Sûresi’dir ve “Tebâreke’llezî” (O, ne yücedir ki…) lafzıyla (sözüyle) başladığı için “Tebâreke Sûresi” olarak da bilinir. Bu Sûre, 30 âyettir ve
Bu Sûre, “Mülk”ün (Mutlak Hâkimiyetin) kime âit olduğunu ve bu Mülk’ün içindeki mahlûkâtın (yaratılmışların) (bilhassa insanın) yaratılış gâyesini (maksadını) (imtihan) ve bu imtihanın neticesini (Cennet/Cehennem) en beliğ (tesirli) nazımla (tertipler) ortaya koyar.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 1-5)

1. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Aslî (Esas) Sâhibinin Tesbiti (Âyet 1)
> İktibas ( Meali): “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-Mulk ve Huve ‘alâ kulli şey’in Kadîr.”
> (Mutlak hâkimiyet [Mulk] elinde (yedihi) bulunan Allah (C.C.) ne yücedir (Tebâreke)! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.) (Mülk, 1)
>
Bu tek âyet, üç mühim belâgat sanatı üzerine kuruludur:
* Sanat 1: Lafız Seçimi (“Tebâreke” – تَبَارَكَ).
* Tahlil: Âyet, “Mübarektir” (Mubârekun) veya “Yücedir” (Te’âlâ) demez. “Tebâreke” fiilini (eylemini) seçer.
* Hikmeti: “Tebâreke” lafzı (sözü), “bereket” (bolluk) kökündendir (aslındandır) ve devamlılık, kesintisizlik, azamet (büyüklük) ve mutlak hayır (iyilik) kaynağı (aslı) olmayı ifade eder. Bu nazım (tertip), O’nun (C.C.) Mülk’ünün (Hâkimiyetinin) sonradan kazanılmış veya geçici olmadığını, bizzat Zâtı’nın aslî (esas) vasfı (sıfatı) olduğunu ilân eder.
* Sanat 2: Takdîm (Öne Alma) ve Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Nazım (Tertip): “bi-yedihi’l-Mülk” (Mülk [Hâkimiyet], O’nun [C.C.] elindedir).
* Hikmeti (Kinâye): “Yed” (El), beşerî (insanî) dilde kudret, kontrol ve tasarruf (kullanma hakkı) için kullanılan en güçlü Kinâyedir (Dolaylı Anlatım) (veya İsti’âredir [Metafordur]). Nazım (Tertip), “Mülk O’nundur” demez, “Mülk O’nun elindedir” der. Bu, o Mülk (Hâkimiyet) üzerindeki mutlak kontrolü ve fiilî tasarrufu “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.
* Hikmeti (Takdîm): Âyetin normal nazmı (tertibi) “el-Mülku bi-yedihi” (Mülk O’nun [C.C.] elindedir) olabilirdi. Fakat “bi-yedihi” (O’nun [C.C.] elinde) lafzı (sözü) öne alınmıştır (Takdîm). Bu, tahlil ettiğimiz “Tahsîs” (Sınırlama) sanatıdır.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Mânâ şudur: “Mülk (Hâkimiyet), sâdece ve sâdece O’nun (C.C.) elindedir; başkasının (melek, peygamber, azîz, hükümdar) elinde aslâ değildir.” Bu “Takdîm” (Öne Alma), mülkteki (egemenlikteki) şirki (ortak koşmayı) daha ilk âyetten reddeder.

2. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Gâyesi (Maksadı): Hayat ve Ölüm (Âyet 2)
> İktibas (Meali): “O, hanginizin daha güzel amel (amel) yapacağını sınamak (li-yebluvekum) için ölümü (el-mevte) ve hayatı (el-hayâte) yaratandır. O, Mutlak Güç sahibidir (Azîz), çok bağışlayandır (Gafûr).” (Mülk, 2)
>
* Sanat 1: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden mantıkî (mantıksal) sıranın (veya beşerî [insanî] düşüncenin) aksine, “Hayat”tan (el-hayâte) önce “Ölüm”ü (el-mevte) zikretmiştir (anmıştır)? Neden “el-mevte” öne alınmıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (İhtimâm ve Gâye):
* Gâye (Maksat) Vurgusu: Bu Mülk’ün (Hâkimiyetin) gâyesi (maksadı) “sınamak”tır (li-yebluvekum). “Hayat”, bu sınavın (imtihanın) vaktidir. “Ölüm” (Mevt) ise, bu sınavın (imtihanın) neticesinin (sonucunun) alındığı ve hesabın başladığı yerdir. Nazım (Tertip), asıl ehemmiyet (önem) verilmesi gereken yerin “sonuç” (Ölüm) olduğunu vurgulamak için “Ölüm”ü öne alır (Takdîm li’l-İhtimâm).
* Mantıkî (Mantıksal) Öncelik: Varlık (Hayat), “yokluk”tan (Adem) -ki bu “ölüm” (mevt) hâlidir- sonra gelir. Yaratılışta “ölüm” (yokluk) hâli, “hayat” (varlık) hâlinden öncedir.
* İnzâr (Uyarı): Bu Sûre, bir “İnzâr” (Uyarı) Sûresi’dir. Nazım (Tertip), muhatabı (dinleyeni) en çok sarsacak olanı (“Ölüm”ü) öne alarak, “Hayat”ın bu kaçınılmaz sona göre şekillendirilmesi gerektiğini ihtar (uyarı) eder.
* Sanat 2: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ile Mîzân (Denge) Kurma.
* Nazım (Tertip): Âyetin sonu “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi) ve “el-Gafûr” (Çok Bağışlayan) ile biter.
* Hikmeti: Bu, imtihanın (sınavın) iki aslî (esas) unsurudur:
* “el-Azîz” (Mutlak Güç Sahibi): O (C.C.), bu sınavı (imtihanı) yapmaya, hesâba çekmeye ve (isyan [karşı gelme] edeni) cezâlandırmaya muktedirdir (gücü yetendir). Bu, korku (havf) ve ciddiyet (heybet) verir.
* “el-Gafûr” (Çok Bağışlayan): O (C.C.), bu imtihan esnâsında (hayat) hatâ (kusur) edeni bağışlamaya ve mükâfatlandırmaya (ödüllendirmeye) muktedirdir (gücü yetendir). Bu, ümit (recâ) ve rahmet verir.
* Netice: Bu “Tıbâk” (zıtlık) nazmı (tertibi), imtihanın (sınavın), Korku (Havf) ve Ümit (Recâ) arasında mükemmel bir “Mîzân” (Denge) üzerine kurulduğunu tasvir eder.

3. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Delili (İsbatı): Kusursuz Nizam (Düzen) (Âyet 3-4)
> İktibas (Meali):
> (3) “O ki, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk (tefâvut) göremezsin. Gözünü çevir de bak (Ferci’i’l-basar), bir bozukluk (fütûr) görüyor musun?”
> (4. “Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak (Summe’rci’i’l-basara kerreteyn); göz (o bozukluğu ararken) âciz (hâsi’en) ve bitkin (hasîr) olarak sana döner.”
>
* Sanat 1: Tahaddî (Meydan Okuma) ve Emr (Emir) ile Te’kîd (Pekiştirme).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Gökte bir bozukluk yoktur” gibi sâde bir haber cümlesi kurmamıştır?
* Hikmeti (Tahaddî): Bu, muhatabı (dinleyeni) isbâta dâvet eden bir “Tahaddî” (Meydan Okuma) nazmıdır (tertibidir). Nazım (Tertip), inkârcıya (münkire) der ki: “İnanmıyorsan, kendin bak!”
* Hikmeti (Tekrâr [Yineleme]): Nazım (Tertip), “Bir daha bak!” (Ferci’i’l-basar) demekle yetinmez. “Summe’rci’i’l-basara kerreteyn” (Sonra GÖZÜNÜ TEKRAR TEKRAR ÇEVİR DE BAK!) diyerek emri tekrarlar. Bu “Tekrâr” yoluyla Te’kîd (pekiştirme), o nizamın (düzenin) mutlak kusursuzluğunu ve meydan okumanın (tahaddînin) kesinliğini gösterir.
* Sanat 2: İsti’âre-i Mekniyye (Kısmi Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Âyetin sonunda “Sen âciz dönersin” denmez; “Göz (el-basar) sana döner; (nasıl bir hâlde?) âciz (hâsi’en) ve bitkin (hasîr) olarak” denir.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), mücerret (soyut) olan “gözün bakışı”nı (el-basar), bir kusur bulmak için yola çıkıp saatlerce arayan, fakat hiçbir şey bulamayınca boynu bükük (hâsi’en) ve yorgunluktan tükenmiş (hasîr) bir insan (veya asker) gibi “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder. Bu “İsti’âre” (Metafor), yaratılıştaki kusursuzluğun, onu (kusuru) arayanı bile nasıl yorduğunu ve âciz bıraktığını mûcizevî bir şekilde tasvir eder.

4. Mülk’ün (Hâkimiyetin) Güzelliği (Zînet) ve Gücü (Hıfz) (Âyet 5)
> İktibas ( Meali): “Andolsun Biz, en yakın göğü kandillerle (bi-mesâbîh) süsledik (zeyyennâ) ve onları şeytanlara atış taneleri (rucûmen) kıldık…”
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (İsti’âre): Nazım (Tertip), “yıldızlar” (nucûm) demez, “Kandiller” (Mesâbîh) der. Bu, tahlil ettiğimiz İsti’âredir (Metafordur). “Yıldız” (Necm) sâdece bir cisimdir. “Kandil” (Misbâh) ise, hem ışık (nûr), hem yol gösterme (hidâyet), hem de güzellik (zînet) fonksiyonu (faaliyeti) olan bir âlettir. Lafız (Söz) seçimi, o cismin faaliyetini öne çıkarır.
* Tahlil (Mukâbele): Bu nazım (tertip), aynı varlığın (kandillerin/yıldızların) iki zıt faaliyetini karşılaştırır (Mukâbele):
* Fiil (Faaliyet) 1 (Rahmet): “Süsledik” (Zeyyennâ) -> (Gök ehli ve yer ehli için bir güzellik ve hidâyet [yol gösterme] kaynağıdır [aslıdır]).
* Fiil (Faaliyet) 2 (Azap): “Atış taneleri kıldık” (Rucûmen) -> (Göğü dinlemeye çalışan şeytanlar için bir azap ve kovma âletidir).
* Netice: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırma) nazmı (tertibi), Mülk Sâhibi’nin (Allah’ın [C.C.]) hikmetinin azametini (büyüklüğünü) gösterir. O (C.C.), tek bir mahlûk (yaratılmış) ile (yıldız), iki zıt fiili (faaliyeti) (Rahmet ve Azap) aynı anda icrâ (yerine getirme) eder.

Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu ilk 5 âyetlik nazmı (tertibi), sâdece bir “giriş” değildir. O:
* Takdîm (“bi-yedihi”) ve Kinâye (“el”) ile Mülk’ün (Hâkimiyetin) sâdece O’na (C.C.) âit (Tahsîs) ve O’nun (C.C.) mutlak kontrolünde olduğunu;
* Takdîm (“el-mevte”) ve Tıbâk (“Azîz/Gafûr”) ile o Mülk’ün (Hâkimiyetin) gâyesinin (maksadının) Korku (Havf) ve Ümit (Recâ) dengesi (mîzânı) üzerine kurulu bir “imtihan ” olduğunu;
* Tahaddî (Meydan Okuma) ve İsti’âre (“âciz/bitkin göz”) ile o Mülk’ün (Hâkimiyetin) delilinin kusursuz Nizam (Düzen) olduğunu;
* Mukâbele (“Süs” vs. “Atış tanesi”) ile de o Mülk (Hâkimiyet) Sâhibi’nin tek bir mahlûk (yaratılmış) ile zıt gâye (maksat) ve hikmetleri icrâ (yerine getirme) ettiğini
…en beliğ (tesirli) şekilde isbat eden ilâhî bir hüccettir (delildir).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Mülk Sûresi’nin bu bölümü (Âyet 6-11), bir önceki bölümde (Âyet 1-5) ilân edilen “Mülk” (Mutlak Hâkimiyet) ve “İmtihan”ın (Sınavın) (Âyet 2) neticesinin (sonucunun) ilk tarafını, yâni o “İmtihan”ı (Sınavı) kaybedenlerin (kâfirlerin) dehşetli âkıbetini (sonucunu) ve Cehennem’deki o meşhur itiraf diyaloglarını tasvir eder.
Bu bölüm, “Tecsîm” (Somutlaştırma), “İsti’âre” (Metafor) ve “İstifhâm” (Retorik Soru) sanatlarının en dehşetli tatbikatlarından (uygulamalarından) biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 6-11)

1. Cezânın (Karşılığın) Sebebi: “Küfr bi-Rabbihim” (Rablerine Karşı Nankörlük) (Âyet 6)
> İktibas ( Meali): “Ve (وَ) Rablerini inkâr (reddetme) edenler (lillezîne keferû bi-Rabbihim) için Cehennem azabı vardır. O, ne kötü bir varış yeridir!” (Mülk, 6)
>
* Sanat: el-Vasl (Bağlama) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Tahlil (Vasl): Âyet neden “Ve” (وَ) bağlacı ile başlar? Bu “el-Vasl” (Bağlama) sanatı, bu âyeti (Cehennem azabını), Sûre’nin ana teması olan Âyet 2’ye (“imtihan için ölümü ve hayatı yaratan”) bağlar. Bu nazım (tertip), Cehennem’in, o “İmtihan”ı kaybetmenin doğrudan neticesi olduğunu gösterir.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “İnkâr (Reddetme) edenler için” (Lillezîne keferû) demekle yetinmez; “Rablerini (Efendilerini) inkâr (reddetme) edenler için” (bi-Rabbihim) der. Bu Lafız Seçimi, onların cürmünün (suçunun) ne olduğunu tasvir eder: Bu, basit bir inkâr (reddetme) değil, kendilerini “terbiye eden” (Rab), onlara “hayat” (Âyet 2) ve “kusursuz bir kâinat (tabiat)” (Âyet 3) bahşeden (bağışlayan) “Rab”lerine (Efendilerine) karşı işlenmiş bir “Küfrân-ı Nimet” (Nankörlük) cürmüdür (suçudur). Bu lafız (söz), azâbın adâletini perçinler.

2. Cehennem’in “Tecsîm”i (Somutlaştırılması): Duyan, Kaynayan ve Parçalanan Varlık (Âyet 7-8)
> İktibas ( Meali):
> (7) “Oraya atıldıklarında (ulkû), onun kaynarken (tefûr) çıkardığı korkunç bir uğultu (şehîkan) işitirler.”
> (8) “Neredeyse öfkesinden (mine’l-gayz) parçalanacak (temeyyezu)!…”
>
* Sanat: İsti’âre (Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Tahlil (Lafız Seçimi – “Ulkû”): Nazım (Tertip), “Oraya girdiklerinde” (dehalû) demez; “Oraya atıldıklarında (ulkû)” der. Bu “mechûl fiil” (edilgen eylem), onların mutlak âcizliklerini (acziyetlerini) ve değersiz (kıymetsiz) bir eşyâ gibi fırlatılıp atılmalarını (Tahkîr / Aşağılama) tasvir eder.
* Tahlil (Tecsîm): Bu iki âyet, mücerret (soyut) “azap” mefhumunu (kavramını), canlı, duyan ve öfkeli bir varlık olarak “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder:
* “Şehîkan” (Uğultu): Bu, “eşeğin zorlukla nefes alışı” demektir. Cehennem, nefes alıp veren, öfkeyle bağıran bir varlık gibi tasvir edilir (İsti’âre).
* “Tefûr” (Kaynamak): Bu, öfkeyle fokur fokur kaynamaktır.
* “Temeyyezu mine’l-Gayz” (Öfkesinden Parçalanmak): Bu, Tecsîm sanatının (Somutlaştırmanın) zirvesidir. Nazım (Tertip), “Gayz” (Öfke/Kin) gibi beşerî (insanî) bir duyguyu Cehennem’e isnat (dayandırma) eder ve bu öfkenin o kadar şiddetli olduğunu söyler ki, Cehennem fiziksel olarak kendini parçalamak (temeyyezu) üzeredir.
* Netice: Bu nazım (tertip), Cehennem’i sâdece “sıcak bir yer” olmaktan çıkarır; onu, kâfirlere karşı öfke (gayz) duyan, onlara kinlenen ve onlardan intikam almak için parçalanan canlı bir varlık olarak tasvir ederek, dehşeti (Tehvîl) en üst seviyeye çıkarır.

3. İtirafı (İkrarı) Başlatan Soru: “E lem ye’tikum nezîr?” (Âyet 8-9)
> İktibas (Meali): “…Her bir bölük (fevc) oraya atıldıkça, bekçileri (hazenetuhâ) onlara sorar: ‘Size bir uyarıcı (nezîr) gelmemiş miydi?’ (8) Derler ki: ‘Evet (Belâ)! Bize bir uyarıcı geldi. Fakat biz onu yalanladık (fe kezzebnâ)…'” (9)
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Cehennem bekçileri (melekler), onlara bir uyarıcı (inzâr) gelip gelmediğini bilmiyorlar mı da soruyorlar?
* Hikmeti (Azarlama ve İkrar [İtiraf]): Aslâ. Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu sorunun gâyesi (maksadı) bilgi almak değil, o mücrimlere (suçlulara) kendi cürümlerini (suçlarını) bizzat kendi ağızlarıyla itiraf (ikrar) ettirmektir. Bu, aynı zamanda bir “Tevbîh” (Azarlama) sorusudur.
* Netice (İtiraf): Nitekim onlar “Belâ!” (Evet!) diyerek itiraf (ikrar) ederler. Bu diyalog nazmı (tertibi), onların mazeretlerinin (bahanelerinin) kalmadığını ve azâbın mutlak bir adâlet olduğunu bizzat mücrimlere (suçlulara) ilân ettirir.

4. İtirafın (İkrarın) Zirvesi: İki Kurtuluş Yolunun da Kaybı (Âyet 10)
> İktibas (Meali): “Ve derler ki: ‘Eğer biz (onu) dinleseydik (nesme’u) VEYA (ev) akletseydik (na’kılu), bu çılgın ateşin halkı (ashâbi’s-sa’îr) içinde olmazdık.'” (Mülk, 10)
>
* Sanat: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“ev”- VEYA).
* Tahlil: Bu, itirafın (ikrarın) ve hasretin (pişmanlığın) zirvesidir. Nazım (Tertip), “dinleseydik VE (ve) akletseydik” demez; “dinleseydik VEYA (ev) akletseydik” der.
* Hikmeti: Bu “ev” (veya) edâtı (aracı), mûcizevî bir Îcâz (özlülük) ile, kurtuluş için iki müstakil (bağımsız) yol olduğunu tasvir eder:
* “Nesme’u” (Dinlemek): Bu, “Nakil” (Vahiy) yoludur. Yâni, “Hiç aklımızı (aklîmızı) kullanmasak bile, sâdece o ‘Nezîr’i (Uyarıcıyı) dinleseydik (ittibâ/uyma etseydik), kurtulurduk.”
* “Na’kılu” (Akletmek): Bu, “Akıl” (İstidlal/Delil Çıkarma) yoludur. Yâni, “Bize hiç ‘Nezîr’ (Uyarıcı) gelmese bile, sâdece (Âyet 3-4’teki) o kusursuz kâinâta (tabiata) bakıp aklımızı (aklîmızı) kullansaydık, yine kurtulurduk.”
* Netice: Bu nazım (tertip), mücrimlerin (suçluların) ağzından, hem “Naklî” (Vahiy) delili (isbatı) hem de “Aklî” (Kâinat [Tabiat]) delili (isbatı) ikisini birden kaybettiklerini itiraf (ikrar) ettirir.

5. Nihaî (Son) Hüküm: “Suhkan” (Uzak Olsunlar!) (Âyet 11)
> İktibas (Meali): “Böylece (Fe) günahlarını itiraf (i’terefû) ettiler. Artık (Fe) o çılgın ateş halkı (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun (suhkan)!” (Mülk, 11)
>
* Sanat: Netice “Fe”si ve el-Hazf (Kasıtlı Sükût Etme).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Tertibi): “Fe’terefû…” (BÖYLECE itiraf [ikrar] ettiler…). Bu “Fe” (فَ) harfi, bu âyetin, Âyet 8-10’daki o diyalogların nihaî (son) neticesi (sonucu) olduğunu gösterir.
* Hikmeti (el-Hazf): “…Fe suhkan!” (ARTIK uzak olsunlar!). Bu ikinci “Fe” (فَ), itirafın (ikrarın) neticesidir (sonucudur). Nazım (Tertip), burada onların ateşin içindeki fiziksel azaplarını (“yanarlar”, “derileri kavrulur” vb.) tasvir etmez. Bu detayları hazfeder (sükût eder).
* Neden? Çünkü “Suhkan” (سُحْقًا) lafzı (sözü) (Uzak olmak, rahmetten kovulmak), fiziksel azaptan çok daha dehşetli bir mânevî azâbı ve mutlak tard edilmeyi (kovulmayı) ifade eder. Bu “Hazf” (Sükût Etme) sanatı, onların durumunun artık çâresiz olduğunu ve Rahmet’ten (Merhametten) ebediyen koparıldıklarını tasvir etmenin en beliğ (tesirli) yoludur.

Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu bölümü, Cehennem’i sâdece bir “mekân” olarak değil, öfkeyle (gayz) parçalanan canlı bir Tecsîm (Somutlaştırma) olarak tasvir eder. Ve bu dehşetli mekândaki diyalog nazmını (tertibini), “İstifhâm-ı Takrîrî” (İkrar Ettirme Sorusu) ile başlatıp, mücrimlerin (suçluların) hem “Naklî” (nesme’u) hem de “Aklî” (na’kılu) delilleri (isbatları) kaybettiklerini bizzat kendilerine itiraf (ikrar) ettirerek tamamlar.
Nazmın (Tertibin) sonu (“Suhkan!”), fiziksel azaptan daha derin olan mânevî kovuluşu (Tard) “Hazf” (Sükût Etme) sanatı ile vurgular.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 12-14), bir önceki bölümde (Âyet 6-11) tasvir (betimleme) edilen “İmtihan”ı (Sınavı) kaybeden kâfirlerin (inkârcıların) mukâbili (karşılığı) olarak, o “İmtihan”ı (Sınavı) (Âyet 2) kazanan mü’minlerin (inananların) hâlini ve mükâfâtını (ödülünü) tasvir eder.
Bu bölüm, İlm-i Belâgat’ın (Edebî Sanatlar İlmi) “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatının en güzel tatbikatlarından (uygulamalarından) biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 12-14)

1. İmtihanı (Sınavı) Kazanmanın Aslî (Esas) Şartı: “el-Haşyetu bi’l-Ğayb” (Görmeden Korkan Saygı) (Âyet 12)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne), görmedikleri hâlde (bi’l-ğayb) Rablerinden (Efendilerinden) korkanlar (yahşevne) var ya, onlar için bir bağışlanma (Mağfiretun) ve (ve) büyük bir mükâfât (Ecrun Kebîr) vardır.” (Mülk, 12)
>
* Sanat 1: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu âyet, Cehennem ehlinin (Âyet 9) mukâbilidir (karşılığıdır):
* Cehennem Ehli (Âyet 9): Azâbı gördükten sonra (müşâhede) “Evet (Belâ)!” diyerek itiraf (ikrar) ettiler.
* Cennet Ehli (Âyet 12): Azâbı (ve Rab’lerini [Efendilerini]) görmedikleri hâlde (bi’l-ğayb) O’ndan (C.C.) korktular (yahşevne).
* Hikmeti: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmı (tertibi), Âyet 2’deki “imtihan”ın (sınavın) aslî (esas) gâyesinin (maksadının) “bi’l-ğayb” (görmeden) iman etmek olduğunu tasvir eder. İmtihan (Sınav), görmeden olur. Gördükten sonra (Cehennem’deki gibi) itiraf (ikrar) etmenin bir kıymeti (değeri) yoktur.
* Sanat 2: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Yahşevne”- يَخْشَوْنَ).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “yehâfûne” (خوف – korkmak) demez, “yahşevne” (خشية – korkmak) der.
* Hikmeti: “Havf” (خوف), zarar göreceğinden duyulan genel bir korkudur. Fakat “Haşyet” (خشية), korkulan Zât’ın (Zât’ın) azametini (büyüklüğünü) ve celâlini (yüceliğini) bilmekten (ilim/mârifet) kaynaklanan (aslî olan) saygı dolu (hürmetli) bir korkudur. Bu lafız (söz) seçimi, onların imanının bilgiye (mârifet) dayalı bir “haşyet” (saygı dolu korku) olduğunu gösterir.
* Sanat 3: Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), neden “Büyük mükâfât (ödül) ve bağışlanma” değil de, “Bağışlanma (Mağfiretun) ve büyük mükâfât (Ecrun Kebîr)” sırasını (tertibini) seçmiştir?
* Hikmeti (et-Tahliye kable’t-Tahliye): Bu, belâgatın (retoriğin) “Süslemeden (Tahliye) önce Temizleme (Tahliye)” kaidesidir (kuralıdır). Mükâfâtın (Ödülün) (Ecr) konulacağı kap (insan rûhu), önce günah kirinden temizlenmelidir.
* “Mağfiretun” (Bağışlanma): Bu, temizlemedir (Tahliye).
* “Ecrun Kebîr” (Büyük Mükâfât): Bu, o temiz kaba konulan mükâfâttır (ödüldür) (Tahliye).
* Netice: Bu “Takdîm” (Öne Alma) nazmı (tertibi), Cennet’e (Mükâfâta [Ödüle]) girmeden önce, o “haşyet” (saygı dolu korku) sâhibinin günahlarından arındırılacağını (Mağfiret) müjdeler.

2. İlâhî İlmin (Bilginin) Mutlak İsbatı (Âyet 13-14)

> İktibas ( Meali):
> (13) “Sözünüzü ister gizleyin (esirrû), ister açığa vurun (ic-herû); şüphesiz O (İnnehû), sinelerin özünü (bi-zâti’s-sudûr) bilendir.”
> (14) “Yaratan (Men Halaka) bilmez mi? O, Latîf’tir (her şeyin inceliğini bilir), Habîr’dir (her şeyden haberdardır).”
>
* Sanat (Âyet 13): Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) kutbu zikreder (anar): “esirrû” (gizleyin) vs. “ic-herû” (açığa vurun).
* Hikmeti (İhâta): Bu, tahlil ettiğimiz “İhâta” (Kuşatma) sanatıdır. İki zıt (aykırı) kutbu zikretmek (anmak), o ikisi dâhil (içinde olmak üzere) aralarındaki her şeyi (fısıltıyı, niyeti, düşünceyi) kapsar.
* Sanat (Âyet 13): Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“bi-zâti’s-sudûr”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Göğüslerde olanı” (bi-mâ fi’s-sudûr) demez; “Göğüslerin özünü (Zât’ını)” (bi-zâti’s-sudûr) der.
* Hikmeti: “Zât” (ذَات), esas, çekirdek, en derin mânâsındadır (anlamındadır). Bu Mübâlağa (Vurgu) sîgası (kipi), O’nun (C.C.) sâdece düşünceleri (göğüste olanı) değil, o düşüncelerin kaynağını (aslını), niyetlerin çekirdeğini ve insanın kendinden bile gizlediği özünü bildiğini gösterir. Bu, Âyet 12’deki “bi’l-ğayb” (görmeden) yapılan o “haşyet”in (saygı dolu korkunun) özünü (zât) bildiğinden Kinâyedir (dolaylı anlatımdır).
* Sanat (Âyet 14): İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) Getirme.
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki âyetin (O [C.C.], göğüslerin özünü bilir) delilidir (isbatıdır).
* Nazım (Tertip): “E lâ ya’lemu men halaka?” (Yaratan bilmez mi?)
* Hikmeti: Bu, aklın (zihnin) aslâ inkâr (reddetme) edemeyeceği **”Aklî (Zihinsel) Delil” (Hüccet-i Akliyye)**dir. Nazım (Tertip), bu delili (isbatı) muhataba (dinleyene) itiraf (ikrar) ettirmek için “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru) nazmıyla (tertibiyle) sunar.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Bir saati yapan (sanatkâr [zanaatkâr]), o saatin içindeki en küçük çarkı (zembereği) bilmez mi? Elbette bilir. O hâlde, ‘Men Halaka’ (Seni Yaratan), senin içindeki o ‘zâti’s-sudûr’u (özü) bilmez mi?”
* Sanat (Âyet 14): Lafız Seçimi (“el-Latîf”, “el-Habîr”).
* Tahlil: Bu iki isim, o sorunun (“Yaratan bilmez mi?”) cevabının nasıl olduğunun açıklamasıdır (beyânıdır). O (C.C.) bilir, çünkü:
* O (C.C.) **”el-Latîf”**tir (الَّطِيفُ): O (C.C.), en ince, en gizli, idrâk (anlayış) edilemez (lâtîf) yerlere nüfûz (girme) edendir. Bu, “bi-zâti’s-sudûr”a (göğsün özüne) nüfûz (girme) ettiğini gösterir.
* O (C.C.) **”el-Habîr”**dir (الْخَبِيرُ): O (C.C.), her şeyin derûnî hâlinden tam haberdar (bilen) olandır. Bu, o gizli “haşyet”ten (saygı dolu korkudan) (Âyet 12) haberdar (bilen) olduğunu gösterir.
Nihaî (Son) Netice
Mülk Sûresi’nin bu bölümü, Cennet ehlinin (ehl-i Cennet) mükâfâtını (ödülünü) tasvir ederken, o mükâfâtın (ödülün) sebebini de belirler: Bu, Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) aksine, görmeden (bi’l-ğayb) sâhibine (sâhibine) bilgiye (mârifet) dayalı bir saygı (haşyet) duymaktır.
Nazmın (Tertibin) devamı (Âyet 13-14), bu “gizli” (gaybî) imanın Allah (C.C.) katında nasıl bilindiğini, “Yaratan bilmez mi?” şeklindeki en güçlü Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) (Hüccet) ile ispat (kanıt) eder ve bu ilmin (bilginin) mâhiyetini (ne olduğunu) “el-Latîf” (en inceye nüfûz [girme] eden) ve “el-Habîr” (en derûnîden [iç] haberdar [bilen] olan) isimleriyle mühürler.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Mülk Sûresi’nin bu bölümü (Âyet 15-22), Sûre’nin başındaki (Âyet 3-4) o “Kusursuz Gök Nizamı (Düzeni)” tahlilinden sonra, nazarı (bakışı) bu defa “Yeryüzü Nizamı (Düzeni)”na çevirir.
Ancak bu bölümde nazım (tertip), Yeryüzü’nün (Arz) sâdece nimet (lütuf) yönünü değil, aynı zamanda (bir önceki bölümde [Âyet 6-11] tasvir edilen azâbın bir parçası olarak) nasıl bir azap ve tehdit âletine dönüşebileceğini de “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatı ile tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 15-22)

1. Nimet Olarak Yeryüzü (Arz): “Zelûlen” (Boyun Eğmiş) (Âyet 15)
> İktibas ( Meali): “O, yeryüzünü size **boyun eğdiren (zelûlen)**dir. Haydi, onun omuzlarında (menâkibihâ) yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” (Mülk, 15)
>
* Sanat: Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Zelûlen” – ذَلُولًا).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Yeryüzünü size yaydı (bisâten)” veya “Onda yürürsünüz (temşûne fîhâ)” gibi basit lafızlar (sözler) değil de, “Zelûlen” (Boyun eğdirilmiş) lafzını (sözünü) seçmiştir?
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Zelûl” (ذَلُول), ehlîleştirilmiş, tâbi (bağımlı) kılınmış, üzerinde istediğiniz gibi tasarruf (kullanma) edebileceğiniz (meselâ ehlî bir deve gibi) demektir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu lafız (söz), yeryüzünün (arz) tesâdüfen (rastlantısal olarak) “yaşanabilir (hayat sürülebilir)” olmadığını; onun, insanın emrine (buyruğuna) verildiğini (teshîr) tasvir eder. O (C.C.), dileseydi o arzı (yeryüzünü) “Zelûl” (ehlî) değil, “Sa’b” (zor, isyankâr [başkaldıran]) kılabilirdi. Bu nazım (tertip), bir sonraki âyetlerdeki (16-17) tehdide zemin hazırlar.

2. Tehdit Olarak Yeryüzü (Arz): “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 16-17)
Bu iki âyet, “Zelûl” (ehlî) olanın nasıl “Sa’b” (zor) olabileceğini gösteren mükemmel bir Mukâbeledir (Karşılaştırmalı Zıttır).
> İktibas (Meali):
> (16) “Gökte (fi’s-semâ) olanın, sizi yere batırmayacağından (en yahsife bikumu’l-arda) emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü (arz) çalkalanmaya başlar!”
> (17) “Yoksa Gökte (fi’s-semâ) olanın, üzerinize taş yağdıran bir kasırga (Hâsiben) göndermeyeceğinden mi emin oldunuz?”
>
* Sanat: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) yoluyla İhâta (Kuşatma) ve İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Tehdit (Tehdîd).
* Sual (İstifhâm): Allah Teâlâ (C.C.), neden “Sizi yere batırırım!” gibi doğrudan (sarih) bir tehdit (tehdîd) değil de “Emin misiniz?” (E emintum?) nazmını (tertibini) seçmiştir?
* Hikmeti (Tehdîd): Bu “İstifhâm-ı İnkârî” (Retorik Soru), doğrudan (sarih) tehditten (tehdîdden) daha beliğdir (tesirlidir). Bu nazım (tertip), onların gafletini (habersizliğini) ve ahmaklığını (aptallığını) (“Nasıl bu kadar emin olabilirsiniz?”) vurgulayarak onları sarsar.
* Sual (Tıbâk): Neden bu iki farklı azap türü (Yerden batma ve Gökten taş yağma) birlikte zikredilmiştir (anılmıştır)?
* Hikmeti (İhâta): Bu, “İhâta” (Kuşatma) sanatıdır:
* “Yahsife” (Yere Batırma): Bu, aşağıdan (taht) gelecek azaptır.
* “Hâsiben” (Taş Yağmuru): Bu, yukarıdan (fevk) gelecek azaptır.
* Netice: Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) ciheti (yönü) (Alt ve Üst) zikrederek (anarak), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “Sizin ‘Zelûl’ (ehlî) zannettiğiniz bu Mülk’ün (Hâkimiyetin) içinde, aşağıdan da yukarıdan da, yâni her cihetten kuşatılmış durumdasınız ve kaçacak hiçbir yeriniz yoktur.”

3. Delil (İsbat) Olarak Gökyüzü (Semâ): “Sâffâtin ve Yakbidn” (Açarak ve Kapayarak) (Âyet 19)
> İktibas ( Meali): “Üstlerinde kanatlarını aça kapaya (sâffâtin ve yakbidne) uçan kuşları görmediler mi? Onları (havada) Rahmân’dan başkası tutmuyor (mâ yumsikuhunne illâ’r-Rahmân)…” (Mülk, 19)
>
* Sanat 1: Tıbâk (Tezat/Zıtlık) ile Mükemmel Tasvir (Betimleme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), kuşların uçuşunu iki zıt (aykırı) fiil (eylem) ile tasvir eder: “Sâffâtin” (Kanatlarını açıp süzülürken) VE (ve) “Yakbidne” (Kanatlarını kapayıp çırparken).
* Hikmeti: Bu “Tıbâk” (Zıtlık), uçuş fiilinin (eyleminin) bütün safhalarını (aşamalarını) (süzülme ve çırpınma) “İhâta” (Kuşatma) eder. Bu, o mükemmel aerodinamik (hava devingenliği) mekanizmanın (düzeneğin) tasviridir.
* Sanat 2: Kasr (Sınırlama) ile Delil (İsbat) Getirme.
* Tahlil: “…Mâ yumsikuhunne illâ’r-Rahmân” (Onları ancak Rahmân tutuyor).
* Hikmeti: Bu, “Kasr” (Sınırlama) sanatıdır. Nazım (Tertip), sebebi (aerodinamiği [hava devingenliğini], kanat çırpmayı) zikrettikten (andıktan) sonra, o sebebin hakikî (gerçek) müsebbibini (sebebini yaratanı) (Yaratıcısını) ilân eder.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “O kuşları havada tutan şeyin ‘kanatları’ (sâffâtin ve yakbidne) olduğunu mu zannediyorsunuz? Hayır! O kanatları ve o kanatlara o faaliyeti veren kanunu (yasayı) yaratan ve havada tutan, ancak (illâ) Rahmân’ın (Merhamet Edenin) kudretidir.”

4. İnkârcı (Munkir) Mantığının (Mantıksal Yapısının) İptali: “el-İsti’âre” (Metafor) (Âyet 20-22)
Bu bölüm, Sûre’nin başından beri süregelen “aklî (zihinsel) delil (isbat)” silsilesinin (zincirinin) zirvesidir.
> İktibas ( Meali):
> (20) “Rahmân’a karşı size yardım edecek olan şu ordunuz (cundun) kimmiş?…”
> (21) “…Peki, Allah (C.C.) rızkını keserse, size rızık verecek olan (yerzûkukum) kimmiş?…”
> (22) “O hâlde, yüzüstü kapanarak (mukibben ‘alâ vechihî) yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru bir yolda (Sırâtın Mustekîm) dimdik (sevîyyen) yürüyen mi?”
>
* Sanat (Âyet 20-21): İstifhâm-ı İnkârî (Reddetme Amaçlı Retorik Soru) ile Tahaddî (Meydan Okuma).
* Tahlil: Bu iki âyet, Mekke müşriklerinin (puta tapanlarının) putlarına (asnâm) ve o putların temsil ettiği sisteme (zenginlere, kabile gücüne) bir **”Tahaddî” (Meydan Okuma)**dır.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı):
* (Âyet 20): “O güvendiğiniz ordunuz (cündun), kabileniz, gücünüz; Rahmân’ın (Merhamet Edenin) (Âyet 16-17’deki) azâbına karşı size yardım edebilir mi? (Cevap: Aslâ!)”
* (Âyet 21): “O güvendiğiniz rızık (geçim) kaynaklarınız (aslınız) (putlarınız, kervanlarınız); Rahmân (Merhamet Eden) (Âyet 15’teki) rızkını (geçimi) keserse size rızık (geçim) verebilir mi? (Cevap: Aslâ!)”
* Sanat (Âyet 22): İsti’âre-i Temsîliyye (Alegorik Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin ana imtihanını (sınavını) (Âyet 2) müşahhas (somut) bir tablo ile özetler.
* Hikmeti (Tecsîm): Nazım (Tertip), iki mücerret (soyut) yolu (İman ve Küfr) iki müşahhas (somut) insana benzetir:
* “Mukibben ‘alâ Vechihî” (Yüzüstü Kapanan): Bu, “Kâfir” (İnkârcı) için bir İsti’âredir (Metafordur). O (Kâfir), yolunu kaybetmiş, kör, nereye bastığını bilmeyen, sürekli yüzüstü kapanan (düşen), zillet (aşağılanma) içinde ve hedefine (amacına) asla varamayacak (varılamayacak) biridir.
* “Sevîyyen ‘alâ Sırâtın Mustekîm” (Dosdoğru Yolda Dimdik Yürüyen): Bu, “Mü’min” (İnanan) için bir İsti’âredir (Metafordur). O (Mü’min), gören, yolunu bilen (Sırâtın Mustekîm), dimdik (sevîyyen) (izzet [onur] içinde, sapmadan) ve hedefine (amacına) (Cennet’e) varacak (ulaşacak) olan biridir.
* Netice: Bu “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve “İsti’âre” (Metafor) nazmı (tertibi), muhatabın (dinleyenin) aklına (zihnine) şunu sorar: “Ey akıl (zihin) sâhibi! Bu iki tasvirden (betimlemeden) hangisi daha doğrudur (ehdâ)?” Cevap o kadar açıktır ki, zikredilmesine (anılmasına) bile gerek yoktur (Hazf).
Nihaî (Son) Netice
Mülk SSûresi’nin bu bölümü, Mülk Sâhibi’nin (Allah’ın [C.C.]) nimet ile azâbı (cezayı) aynı mahlûk (yaratılmış) (Yeryüzü [Arz]) ile nasıl icrâ (yerine getirme) ettiğini (Âyet 15 vs. 16) gösteren bir Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) nazmıdır (tertibidir). Nazım (Tertip), inkârcıların (munkirlerin) güvendikleri bütün dünyevî (dünyayla ilgili) destekleri (ordu, rızık [geçim]) İstifhâm-ı İnkârî (Retorik Soru) ile çürütür ve nihâyetinde (sonunda) “İman” ile “Küfr” (İnkâr) arasındaki o mücerret (soyut) farkı, müşahhas (somut) bir “İsti’âre” (Metafor) (“Yüzüstü kapanan” vs. “Dimdik yürüyen”) ile tasvir (betimleme) ederek hücceti (delili) tamamlar.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu, Sûre’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 23-30). Bu bölüm, Sûre’nin başından beri (Âyet 2, 10, 22) işlenen “aklî (zihinsel) delil (isbat)” ve “imtihan (sınav)” mefhumlarını (kavramlarını), insana verilen en temel nimetler (duyular) üzerinden tekrar tasdik (doğrulama) eder ve Sûre’yi Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) isbat eden en keskin aklî (zihinsel) ve tehditkâr (tehdit edici) sual (soru) ile mühürler.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Mülk Sûresi (Âyet 23-30)

1. Yaratılışın Gâyesi (Maksadı) ve Nankörlük (Âyet 23-24)
> İktibas ( Meali):
> (23) “De ki: ‘O, sizi yaratan (inşâe) ve size kulaklar (es-sem’a), gözler (el-ebsâra) ve kalpler (el-ef’idete) verendir. Ne kadar az şükrediyorsunuz (Kalîlen mâ teşkurûn)!'”
> (24) “De ki: ‘O, sizi yeryüzünde yaratıp çoğaltandır (zere’ekum). Ve ancak O’na (İleyhi) toplanacaksınız (tuhşerûn).'”
>
* Sanat (Âyet 23): Lafız Seçimi ve “Kalîlen” (Az) ile Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), Âyet 10’daki o Cehennem itirafını (ikrarını) (“Eğer dinleseydik [nesme’u] veya akletseydik [na’kılu]…”) hatırlatır. Allah Teâlâ (C.C.), burada o iki kurtuluş âletini (cihazını) (Kulak [Sem’] ve Kalp [Ef’ide]) insana bizzat verdiğini ilân eder.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) o itirafının (ikrarının) (Âyet 10) haksız bir mazeret (bahane) olduğunu ispat (kanıt) eder. Onlar, “Bize bu âletler (cihazlar) verilmedi” diyemezler; bilâkis, o âletleri (cihazları) kullanmadılar.
* Tahlil (Kinâye): “Kalîlen mâ teşkurûn” (Ne kadar az şükrediyorsunuz!) lafzı (sözü), “Şükretmiyorsunuz” (Lâ teşkurûn) demekten daha beliğdir (tesirlidir). Bu, onların tamamen şükürsüz (nankör) olduklarından bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatım) (veya en şiddetli azarlamadır).
* Sanat (Âyet 24): Takdîm ve Te’hîr (Öne Alma ve Sona Bırakma).
* Nazım (Tertip): “…Ve İleyhi tuhşerûn” (Ve O’na toplanacaksınız).
* Hikmeti (Tahsîs): Bu, tahlil ettiğimiz Takdîm (Öne Alma) sanatıdır. “İleyhi” (O’NA) lafzının (sözünün) öne alınması (Takdîm), sınırlama (Tahsîs) ifade eder. Mânâ (Anlam) şudur: “Toplanacağınız yer, sâdece ve sâdece O’nun (C.C.) huzûrudur; başka hiçbir merci (makam), sığınak veya kaçış yeri yoktur.” Bu, Sûre’nin başındaki “Mülk” (Hâkimiyet) (Âyet 1) hakikatinin (gerçeğinin) bir te’kîdidir (pekiştirmesidir).

2. Alaycılığın (Tehekküm) Cevabı: “el-Kasr” (Sınırlama) Sanatı (Âyet 25-27)
> İktibas (Meali):
> (25) “Onlar, ‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit (vaad) ne zaman (Metâ)?’ derler.”
> (26) “De ki: ‘O bilgi (el-‘ilmu) ancak (İnnemâ) Allah’ın (C.C.) katındadır. Ve ben, ancak (ve innemâ) apaçık bir uyarıcıyım (nezîrun mubîn).'”
> (27) “Nihâyet (sonunda) onu (azâbı) yakından gördüklerinde (Ra’evhu zulfeten), inkâr (reddetme) edenlerin yüzleri kötüleşir (sî’et vucûhu…)…”
>
* Sanat (Âyet 25): Tahaddî (Meydan Okuma) ve Tehekküm (Alay Etme).
* Tahlil: Bu, inkârcı (munkir) mantığının (mantıksal yapısının) iflâsıdır (çökmesidir). Onlar, delillere (isbatlara) (Âyet 3, 15, 19, 23) cevap veremeyince, mevzûyu (konuyu) “delil”den (isbattan) “zaman”a (Metâ? – Ne zaman?) kaydırırlar. Bu, hakikati (gerçeği) geciktirmek (erteleme) ve alay etmek (tehekküm) için kullandıkları bir retorik (söz sanatı) hîlesidir.
* Sanat (Âyet 26): “Kasr” (Sınırlama) ile İki Ayrı Cevap.
* Tahlil: Allah Teâlâ (C.C.), onların “zaman” (Metâ?) sorusuna cevap vermez. Bilâkis, nazmı (tertibi) değiştirir ve “bilgi”nin (ilmin) kime âit olduğunu belirler:
* “İnneme’l-‘ilmu ‘indallâh” (Bilgi ancak Allah [C.C.] katındadır): Bu “Kasr” (Sınırlama), Resûlullah’ın (S.A.V.) bilmediğini değil, bu bilginin sâdece Allah’a (C.C.) âit (ait) olduğunu, O’nun (C.C.) izni (müsaadesi) olmadan Peygamberin (S.A.V.) bile bilemeyeceğini gösterir.
* “ve innemâ ene nezîrun mubîn” (Ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım): Bu “Kasr” (Sınırlama), Resûlullah’ın (S.A.V.) vazîfesini (görevini) tayin eder. Mânâ (Anlam): “Benim vazîfem (görevim) size tarih vermek değil, ancak o tarihe karşı sizi uyarmaktır (inzâr).”
* Sanat (Âyet 27): “Tecsîm” (Somutlaştırma) ve “Hazf” (Sükût Etme).
* Tahlil: Âyet, onların azap gördüklerindeki fiziksel acıyı (“yanarlar”, “parçalanırlar”) tasvir etmez. Onların yüzlerindeki (vucûh) o dehşetli değişimi (“sî’et” – kötüleşti, çirkinleşti, karardı) tasvir eder.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), derûnî (iç) pişmanlığın, mutlak dehşetin ve zilletin (aşağılanmanın), o inkârcı (münkir) yüzlere nasıl müşahhas (somut) bir çirkinlik ve siyahlık olarak yansıdığını “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

3. Sûre’nin Kilidi: Nihaî (Son) Aklî (Zihinsel) Delil (İsbat) ve Tehdit (Âyet 28-30)
Bu, Mülk Sûresi’nin ve Tevhîd (Allah’ın birliği) delillerinin zirvesidir.
> İktibas ( Meali):
> (28) “De ki: ‘Söyleyin bakalım! Eğer Allah (C.C.), beni ve beraberimdekileri helâk (yok) etse yahut bize merhamet etse, peki (fe men) kâfirleri elem dolu bir azaptan kim kurtaracak (yucîru)?'”
> (30) “De ki: ‘Söyleyin bakalım! Eğer suyunuz çekiliverse (ğavran), size kim (men) bir akar su (mâ’in ma’în) getirebilir?'”
>
* Sanat (Âyet 28): “Tahaddî” (Meydan Okuma) ve “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu, müşriklerin (puta tapanların) Resûlullah’ın (S.A.V.) helâk (yok) olmasını istemelerine karşı verilmiş en beliğ (tesirli) cevaptır. Nazım (Tertip), iki zıt (aykırı) kutbu (Mü’min vs. Kâfir) karşılaştırır:
* Mü’minlerin Hâli (Durumu): İki ihtimâl (olasılık) var: “Helâk (Yok) olmak” (Şehâdet [Şehitlik]) veya “Merhamet edilmek” (Zafer/Cennet). Her ikisi de Allah’ın (C.C.) emriyledir ve her ikisi de mü’min (inanan) için hayırdır (iyidir).
* Kâfirlerin Hâli (Durumu): Tek bir ihtimâl (olasılık) var: “Azâb-ı Elîm” (Elem dolu azap).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Siz bizim akıbetimizi (sonucumuzu) dert etmeyi bırakın! Bizim her hâlimiz (durumumuz) hayırdır (iyidir). Siz, sizi o kaçınılmaz azaptan kimin kurtaracağını (fe men yucîru) düşünün?” Bu nazım (tertip), onların asıl (esas) probleminin mü’minler (inananlar) değil, kendi âkıbetleri (sonuçları) olduğunu gösteren bir Tahaddîdir (Meydan Okumadır).
* Sanat (Âyet 30): Aklî (Zihinsel) Delilin (İsbatın) Zirvesi (Hüccet-i Akliyye).
* Tahlil: Sûre, “Mülk” (Hâkimiyet) (Âyet 1) ve “Rızık (Geçim)” (Âyet 15, 21) ile başladı. Şimdi, o Mülk’ün (Hâkimiyetin) ve Rızk’ın (Geçimin) en hayatî delili (isbatı) ile biter: SU (el-Mâ’).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu, cevap verilemez bir aklî (zihinsel) delildir (isbattır). Nazım (Tertip), o inkârcılara (münkirlere) der ki: “Bütün o taptığınız putlar (asnâm), güvendiğiniz ordular (cund), taptığınız sistemler… Toplansalar; eğer Rabbiniz (Rabbiniz) (Âyet 15’teki) o ‘Zelûl’ (ehlî) toprağın altındaki suyunuzu (ki bu rızkın [geçimin] aslıdır [esasıdır]) çekiverse (ğavran), o taptıklarınızın hangisi size bir ‘akar su’ (mâ-i ma’în) getirebilir?”
* Netice: Sûre, muhatabı (dinleyeni) bu mutlak âcizlik (acziyet) itirafı (ikrarı) ile baş başa bırakır. Bu sualin (sorunun) cevabı “Hiç kimse”dir; ve bu cevap, Sûre’nin ilk âyeti olan “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-Mulk” (Hâkimiyet [Mülk] sâdece O’nun [C.C.] elindedir) hakikatinin (gerçeğinin) aklî (zihinsel) ve müşahhas (somut) isbatıdır (kanıtıdır).
Böylece Mülk Sûresi’nin de tamamını, öğrendiğimiz belâgat (retorik) kaideleri (kuralları) ışığında, bölüm bölüm tahlil etmiş (çözümlemiş) olduk.

 

 

===============•-•===============

 

 

NEBE’ SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in son cüzünün (Amme Cüzü) “girişi” (mukaddimesi) ve âdeta “fihristi” (özeti) olan bir Sûre-i Celîledir.
Nebe’ (Haber) Sûresi, ismini aldığı o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm), yâni Haşr’in (Dirilişin) ve Kıyâmet’in hakikatini (gerçeğini), Sûre’nin başından sonuna kadar en sarsıcı belâgat (retorik) nazımlarıyla (tertipleriyle) isbat eder.
Bu Sûre 40 âyettir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 1-5)
> İktibas ( Meali):
> (1) “Birbirlerine neyi sorup duruyorlar?”
> (2) “O büyük haberi (en-Nebe’i’l-Azîm) mi?”
> (3) “Ki onlar (o haber) hakkında ayrılığa (ihtilâfa) düşmüşlerdir.”
> (4) “Aslâ (Kellâ)! Yakında bilecekler!”
> (5) “Sonra (Sümme) aslâ (kellâ)! Yakında bilecekler!”
>
1. “İstifhâm” (Soru) ile Dikkati Çekme ve Yüceltme (Ta’zîm) (Âyet 1-2)
* Nazım (Tertip): “‘Amme yetesâ’elûn? (1) ‘Ani’n-Nebe’i’l-Azîm? (2)”
* Sanat: İstifhâm (Soru) ile Başlama ve İbhâm (Gizleme/Belirsiz Bırakma) kable’l-Beyân (Açıklamadan Önce).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden Sûre’ye “Onlar Kıyâmet’i soruyorlar” gibi sâde bir haber cümlesiyle değil de bu çarpıcı “İstifhâm” (Soru) nazmıyla (tertipler) başlamıştır?
* Hikmeti (İbhâm ve Ta’zîm):
* İbhâm (Merak Uyandırma): Nazım (Tertip), ilk âyette (“‘Amme yetesâ’elûn?”) sorunun ne olduğunu gizler (İbhâm). Bu, muhatabın (dinleyenin) dikkatini azâmî (en üst) seviyeye çeker ve zihnini “Neyi soruyorlar?” merakıyla kilitler.
* Ta’zîm (Yüceltme): İkinci âyet (“‘Ani’n-Nebe’i’l-Azîm?”), o sorunun cevabının “Büyük Haber” (Haşir/Diriliş) olduğunu ilân eder. Bu nazım (tertip), o haberin büyüklüğünü (azametini) ve ehemmiyetini (önemini), onu “hakkında sual (soru) sorulan” yegâne (tek) mevzû (konu) hâline getirerek yüceltir (Ta’zîm).

2. “el-Fasl” (Ayırma) Sanatı (Âyet 3)
* Nazım (Tertip): “Ellezî hum fîhi muhtelifûn.” (Ki onlar, o (haber) hakkında ihtilâf (anlaşmazlık) içindedirler.)
* Sanat: el-Fasl (Ayırma / Bağlaçsızlık).
* Sual: Neden 2. âyetten sonra “…ve (ve) onlar onda ihtilâftadır” denmemiş de aradaki “Vâv” (ve) bağlacı hazfedilerek (sükût edilerek) “Fasl” (Ayırma) yapılmıştır?
* Hikmeti (Kemâl-i İttisâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Mükemmel Bütünlük” (Kemâl-i İttisâl) kaidesidir (kuralıdır). Çünkü onların o haber (Nebe’) hakkındaki “ihtilâfı” (muhtelifûn), o haberden ayrı, yeni bir vasıf (sıfat) değildir. O (İhtilâf), o haberin ayrılmaz bir parçası ve o habere karşı takınılan tavrın açıklamasıdır (beyânıdır). Araya bağlaç koymak (Vasl), bu mükemmel mantıkî (mantıksal) bütünlüğü bozardı.

3. “Tekrâr” (Yineleme) ve “Lafız Seçimi” ile Kademeli (Aşamalı) Tehdit (Tehdîd) (Âyet 4-5)
* Nazım (Tertip): “(4) Kellâ (Aslâ!) se ya’lemûn (Yakında bilecekler). (5) Sümme (Sonra) kellâ (aslâ!) se ya’lemûn (Yakında bilecekler).”
* Sanat: Tekrâr (Yineleme) yoluyla Te’kîd (Pekiştirme) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Kellâ” ve “Sümme”).
* Tahlil (Kellâ): “Kellâ” (كَلَّا), sâdece “Hayır” (Lâ) demek değildir. Bu, en şiddetli reddetme (inkâr etme) ve azarlama (Zecr) edâtıdır (aracıdır). Nazım (tertip), onların o ihtilâfını (anlaşmazlığını) (Âyet 3) ve o haberi (Nebe’) inkâr (reddetme) etmelerini kökten (aslî olarak) reddeder ve azarlar.
* Tahlil (Tekrâr ve “Sümme”): Nazım (tertip), “Kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! Yakında bilecekler!) tehdidini (tehdîdini) iki defa zikreder (anar). Bu “Tekrâr” (Yineleme), bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) değil, tehdidin (tehdîdin) şiddetini ve kaçınılmazlığını pekiştiren (te’kîd) bir belâgat (retorik) sanatıdır.
* Nazmın (Tertibin) Hikmeti (Neden “Sümme”?): İkinci tehdit (tehdîd) “Ve kellâ…” değil, “Sümme (ثُمَّ) kellâ…” nazmıyla (tertipler) gelir. “Sümme” (Sonra), arada zaman ve merhale (aşama) farkı olduğunu gösterir. Bu mûcizevî nazım (tertip), azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı) olacağını tasvir (betimleme) eder:
* (Âyet 4 – Birinci Bilme): “Kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! Onlar, Ölüm ânında (anında) [veya Kıyâmet’in başında] bu hakikati (gerçeği) bilecekler.)
* (Âyet 5 – İkinci Bilme): “Sümme (Daha Sonra) kellâ se ya’lemûn!” (Aslâ! O ilk bilmek yetmeyecek, daha sonra (Sümme), bizzat Azâb’ın içine girdiklerinde [Cehennem’de] o hakikati (gerçeği) daha şiddetli ve daha yakînen (kesin olarak) tekrar bilecekler.)
* Netice: Bu “Tekrâr” (Yineleme) ve “Sümme” nazmı (tertibi), o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) etmenin neticesi (sonucu) olan azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı), şiddetlenerek artan ve kaçınılmaz olduğunu ilân eder.

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu 5 âyetlik girişi (mukaddimesi), belâgat (retorik) sanatlarını kullanarak:
* İstifhâm (Soru) ve İbhâm (Gizleme) ile muhatabın (dinleyenin) dikkatini en üst seviyeye çeker.
* Ta’zîm (Yüceltme) ile mevzûnun (konunun) (Haşir/Diriliş) azametini (büyüklüğünü) ilân eder.
* Fasl (Ayırma) ile o haber (Nebe’) hakkındaki “ihtilâfın (anlaşmazlığın)” o haberin (Nebe’) ayrılmaz bir parçası olduğunu belirler.
* Tekrâr (Yineleme) ve Lafız Seçimi (“Kellâ” ve “Sümme”) ile de o ihtilâfın (anlaşmazlığın) neticesi (sonucu) olan azâbın (cezanın) kademeli (aşamalı) ve kesin olduğunu en şiddetli şekilde tehdit (tehdîd) eder.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 6-16), Sûre’nin girişindeki (Âyet 1-5) o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm), yâni Haşr’in (Dirilişin) niçin hakikat (gerçek) olduğunun aklî (zihinsel) ve kâinî (evrensel) delillerini (isbatlarını) sunar.
Bu nazım (tertip), inkârcı (münkir) muhatabın (dinleyenin) gözüyle gördüğü ve her gün tecrübe ettiği hakikatleri (gerçekleri) kullanarak, gözüyle görmediği (gaybî olan) Haşr’i (Dirilişi) isbat etme sanatıdır.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 6-16)

1. Yeryüzü (Arz) ve Dağlar: “İstifhâm-ı Takrîrî” (İkrar Ettirme Sorusu) ile Gelen Delil (İsbat) (Âyet 6-7)
> İktibas ( Meali):
> (6) “Biz, yeryüzünü (el-arda) bir beşik (mihâden) yapmadık mı?”
> (7) “Dağları (el-cibâle) da birer kazık (evtâden)?”
>
* Sanat: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) ve İsti’âre (Metafor) / Tecsîm (Somutlaştırma).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden sâdece “Biz yeryüzünü beşik (mihâd) yaptık” gibi sâde bir haber cümlesiyle değil de, “Yapmadık mı?” (E lem nec’al?) şeklinde bir “İstifhâm” (Soru) nazmıyla (tertipler) başlamıştır?
* Hikmeti (İkrar Ettirme): Bu, tahlil ettiğimiz **”İstifhâm-ı Takrîrî”**dir (İkrar ettirme sorusu). Bu soru, cevap beklemez. Muhatabı (Dinleyeni), her gün üzerinde yaşadığı ve inkâr (reddetme) edemeyeceği bu hakikati (gerçeği) (Arz’ın [Yeryüzünün] yaşanabilirliğini) itiraf etmeye (ikrar etmeye) zorlar.
* Sanat (Lafız Seçimi / İsti’âre):
* “Mihâden” (Beşik- مِهَادًا): Bu, “Yeryüzü” (Arz) için bir İsti’âredir (Metafordur). Neden “döşek” (firâşen) değil de “beşik” (mihâd)? Çünkü “beşik”, sâdece döşek (konfor) değil, aynı zamanda koruma, muhafaza, beslenme (terbiye) ve büyüme yeri demektir. Bu lafız (söz), yeryüzünün (arz) hayatı (hayâtı) “besleyen” (terbiye eden) mâhiyetini (ne olduğunu) tasvir (betimleme) eder.
* “Evtâden” (Kazıklar- أَوْتَادًا): Bu, “Dağlar” (Cibâl) için bir İsti’âredir (Metafordur). “Kazıklar” (Evtâd), (tıpkı çadırı [beyt] ayakta tutan kazıklar gibi) o “beşiği” (mihâd) sâbitler (tesbît) ve dengede (mîzânda) tutar.
* Netice: Bu nazım (tertip), o “Beşik”te (Mihâd) hayatın (hayâtın) başlamasının (Haşr’in [Dirilişin] ilk delili [isbatı]), o “Kazıklar” (Evtâd) sâyesinde mümkün olduğunu aklî (zihinsel) bir delil (isbat) olarak sunar.

2. Hayatın (Hayâtın) Ritmi: Mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 8-11)
Bu bölüm, “Neden bu nazımla?” sualinin cevabının “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatı olduğunu gösteren mükemmel bir tatbikattır (uygulamasıdır). Nazım (Tertip), hayatın (hayâtın) ritmini iki zıt (aykırı) kutup üzerinden tasvir eder.
> İktibas ( Meali):
> (8) “Sizi çift çift (ezvâcen) yarattık.”
> (9) “Uykunuzu (nevmekum) bir dinlenme/kesinti (subâten) kıldık.”
> (10) “Geceyi (el-leyle) bir örtü (libâsen) kıldık.”
> (11) “Gündüzü (en-nehâra) bir geçim vakti (me’âşen) kıldık.”
>
* Tahlil (Âyet 8): “Ezvâcen” (Çift çift / Zıt [Aykırı] Kutuplar) lafzı (sözü), bir sonraki âyetlerde gelecek olan o zıtlıklar (tezatlar) (Uyku/Uyanıklık, Gece/Gündüz) sisteminin temelini atar.
* Tahlil (Mukâbele): Nazım (Tertip), iki mükemmel zıtlığı (tezadı) karşılaştırır:
* Zıtlık 1 (Fiilî [Eylemsel] Zıtlık):
* (Âyet 9) “Subâten” (Kesinti/Ölüm): “Subât” (سبات), “kesmek” (kat’) demektir. Bu, hayat (hayât) fiilinin (eyleminin) kesintiye uğraması, yâni “geçici ölüm” (el-mevtü’l-muvakkat) için bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* (Âyet 11) “Me’âşen” (Geçim/Hayat): “Ma’îşet” (Geçim), hayat (hayât), hareket ve faaliyet demektir.
* Zıtlık 2 (Mekânsal/Zaman Zıtlığı) (İsti’âre):
* (Âyet 10) “Libâsen” (Elbise/Örtü): “Gece” (Leyl) için bir İsti’âredir (Metafordur). “Elbise” (Libâs), örter (setr), korur (hıfz) ve sükûnet (huzur) verir. Bu, “Subât” (Kesinti/Ölüm) hâline (durumuna) uygun bir mekân/zamandır.
* (Âyet 11) “Me’âşen” (Geçim/Hayat): “Gündüz” (Nehâr), hareket ve faaliyet (işlev) zamanıdır.
* Netice (İsti’âre-i Temsîliyye): Bu nazım (tertip) niçin bu kadar önemlidir? Çünkü bu (Uyku/Gece = Geçici Ölüm) ile (Uyanıklık/Gündüz = Geçici Diriliş) arasındaki bu mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık), Sûre’nin ana gâyesi (maksadı) olan “en-Nebe’i’l-Azîm” (Büyük Haber / Kıyâmet) için en güçlü aklî (zihinsel) delildir (isbattır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan! Siz, her gün ‘geçici ölüm’ (Subât/Leyl) ile ölüp, her sabah ‘geçici diriliş’ (Me’âş/Nehâr) ile dirilirken; sizi her gün öldürüp dirilten Kudret’in, sizi nihaî (son) ölümden sonra nihaî (son) dirilişle (Haşir/Diriliş) dirilteceğinden mi şüphe ediyorsunuz?”

3. Kâinâtın (Tabiatın) Zıt (Aykırı) Kutupları: Ateş (Harâret) ve Su (Berdet) (Âyet 12-16)
Bu bölüm, aklî (zihinsel) delili (isbatı) Yeryüzü’nden (Arz) Gökyüzü’ne (Semâ) taşır ve hayatın (hayâtın) diğer iki zıt (aykırı) kutbunu (Ateş ve Su) tasvir eder.
> İktibas ( Meali):
> (13) “Orada parıl parıl yanan (vehhâcen) bir kandil (sirâcen) yarattık.”
> (14) “Yoğunlaşmış bulutlardan (mu’sırât) şarıl şarıl (seccâcen) bir su indirdik.”
> (15-16) “Onunla taneler (habben), bitkiler (nebâten) ve bahçeler (cennâtin) çıkaralım diye.”
>
* Sanat: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve Hususî (Özel) Lafız Seçimi.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu iki zıt (aykırı) unsuru bu kadar vurgulu (mübâlağalı) lafızlarla (sözlerle) zikretmiştir (anmıştır)?
* Hikmeti (Lafız Seçimi / Mübâlağa):
* “Sirâcen Vehhâcen” (Kandil, Parıl parıl yanan – سِرَاجًا وَهَّاجًا): (Güneş için İsti’âre [Metafor]). “Vehhâc”, sâdece “parlak” (munîr) değil, en şiddetli ısıyı (harâreti) ve ışığı (nûru) yayan demektir. Bu, mutlak Ateş (Harâret) kutbudur.
* “Mâ’en Seccâcen” (Su, Şarıl şarıl- مَاءً ثَجَّاجًا): (Bulutlardan [mu’sırât] inen). “Seccâc”, sâdece “yağmur” (matar) değil, en şiddetli ve bol (kesîr) akan sudur. Bu, mutlak Su (Berdet/Soğukluk) kutbudur.
* Netice (Mukâbele): Bu nazım (tertip) niçin mûcizevîdir?
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan! Allah’ın (C.C.) kudretine bakın ki, O kâinâtın (tabiatın) bu iki zıt (aykırı) kutbunu (Mutlak Ateş [Vehhâc] ve Mutlak Su [Seccâc]) bir araya getirir ve bu zıtların (tezatların) çarpışmasından (Mukâbele), yeryüzündeki hayâtın (hayâtın) üç mertebesini (aşamasını):
* “Habben” (Taneler – Gıdânız)
* “Nebâten” (Bitkiler – Hayvanlarınızın gıdâsı)
* “Cennâtin Elfâfen” (Bahçeler – Zevkiniz/Estetiğiniz)
* …çıkarır (Nuhricu).”
* Küllî (Bütüncül) Delil (İsbat): Bu nazım (tertip), Sûre’nin başındaki o “Büyük Haber”e (Nebe’i’l-Azîm) döner. “Ölü topraktan”, “iki zıt (aykırı) kutbu (ateş ve su)” birleştirerek hayatı (hayâtı) çıkaran (İhrâc) Kudret’in, sizin ölü bedenlerinizden (topraktan) sizi yeniden çıkarması (diriltmesi) (Haşir/Diriliş) mı imkânsızdır? Bu, aklî (zihinsel) delillerin (isbatların) zirvesidir.
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü (6-16), inkârcının (munkirin) “Büyük Haber” (Nebe’i’l-Azîm) hakkındaki şüphesine (şüphesine) (Âyet 1-5), bizzat o inkârcının (münkirin) kendi hayatından ve gözlemlediği (nazar ettiği/baktığı) kâinâttan (tabiattan) iki büyük aklî (zihinsel) delil (isbat) sunar:
* Delil (İsbat) 1 (İsti’âre): Her gün yaşanan “Geçici Ölüm/Diriliş” (Uyku/Uyanıklık).
* Delil (İsbat) 2 (Mukâbele): Her mevsim yaşanan “Zıtlıklardan (Ateş/Su) Gelen Diriliş” (Yağmur/Bitkiler).
Bu nazım (tertip), Haşr’in (Dirilişin) mümkün olduğunu ispat etmenin en beliğ (tesirli) ve en susturucu (ifhâm) yoludur.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

Bu bölüm (Âyet 17-20), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 6-16) sunulan o parlak “aklî (zihinsel) deliller”in (isbatların) nihaî (son) neticesini (sonucunu) ilân eder.
Nazım (Tertip), o aklî (zihinsel) delilleri (isbatları) sunduktan hemen sonra, Sûre’nin başında (Âyet 2) zikredilen (anılan) o “Büyük Haber”in (en-Nebe’i’l-Azîm) ne olduğunu, ismini ve vuku (gerçekleşme) bulacağı ânın (anının) dehşetini tasvir etmeye başlar.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 17-20)

1. “Büyük Haber”in (Nebe’) İsmi ve Vakti (Âyet 17)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne), o Ayırma Günü (Yevme’l-Fasli), belirlenmiş bir vakit (mîkâtâ) olmuştur.” (Nebe’, 17)
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Yevmu’l-Fasl”).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, “O gün belirlenmiş bir vakittir” demez. Başında “İnne” (إِنَّ – Şüphesiz) vardır. Bu “Te’kîd” (Pekiştirme), Sûre’nin başındaki (Âyet 3) o “ihtilâf”a (anlaşmazlığa) ve “şüphe”ye (şüpheye) verilmiş kesin bir cevaptır.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), o güne “Kıyâmet Günü” veya “Hesap Günü” demez; “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü- يَوْمَ الْفَصْلِ) ismini seçer. Neden?
* Hikmeti (Mukâbele): Çünkü bu isim, Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 8-16) tasvir edilen o zıtlıkların (tezatların) (Gece/Gündüz, Ateş/Su, Çiftler/Ezvâc) nihaî (son) neticesidir (sonucudur). O gün, “Hak” (Doğru) ile “Bâtıl”ın (Asılsız), “Mü’min” (İnanan) ile “Kâfir”in (İnkârcı), “Hayat (Hayât)” ile “Ölüm”ün birbirinden kesin olarak ayrılacağı (Fasl) gündür. Bu lafız (söz), Sûre’nin başındaki “ihtilâfı” (anlaşmazlığı) (Âyet 3) sona erdiren gündür.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“Mîkâtâ”- مِيقَاتًا).
* Tahlil: “Mîkât”, sâdece “vakit” demek değildir. “Mîkât”, belirlenmiş, kesin, ertelenemez ve değiştirilemez randevu vakti demektir.
* Hikmeti: Bu lafız (söz), Sûre’nin başındaki o “ihtilâf” (anlaşmazlık) ehlinin (ehl-i) “Bu ne zaman?” (Metâ?) şeklindeki (başka Sûrelerde zikredilen [anılan]) alaycı (tehekkümî) suallerine (sorularına) verilmiş ciddî bir cevaptır: O günün vakti, sizin alay ettiğiniz (alay ettiğiniz) gibi belirsiz değil, Allah (C.C.) katında kesin olarak belirlenmiştir (Mîkât).

2. “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) Dehşeti: Kozmik “Fasl” (Ayrılma) (Âyet 18-20)
Bu üç âyet, o “Ayırma” (Fasl) fiilinin (eyleminin) nasıl başlayacağını tasvir (betimleme) eder.
> İktibas (Meali):
> (18) “O gün Sûr’a üflenir; hemen (fe) siz bölük bölük (efvâcâ) gelirsiniz.”
> (19) “Gök (Semâ) açılır; hemen (fe) kapı kapı (ebvâbâ) olur.”
> (20) “Dağlar (Cibâl) yürütülür; hemen (fe) serap (serâbâ) olur.”
>
* Sanat 1: “Fe” (فَ) Harfinin Tekrârı (Yinelemesi) (Sürat [Hız] ve Kaçınılmazlık).
* Tahlil: Her üç âyette de sebep ile netice (sonuç) arasına “Fe” (Hemen/O an) edâtı (aracı) girer:
* Üflenir (Yunfehu) -> Fe (Hemen) -> Gelirsiniz (Te’tûne)
* Açılır (Futihat) -> Fe (Hemen) -> Olur (Kânet)
* Yürütülür (Suyyirat) -> Fe (Hemen) -> Olur (Kânet)
* Hikmeti: Bu “Fe” (Ta’kîbiyye) harfi, bu dehşetli hadiselerin (olayların) ara vermeksizin, gecikmeksizin, ânî (ani) ve kaçınılmaz bir süratle (hızla) birbirini tâkip (izleme) edeceğini tasvir eder.
* Sanat 2: “Lafız Seçimi” ve “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Âyet 18 – “Efvâcâ”): “Efvâcâ” (Bölük bölük/Gruplar). Bu lafız (söz), “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) isminin ilk tatbikatıdır (uygulamasıdır). İnsanlar, Mahşer’e birey (fert) olarak değil, ayrılmış “gruplar” (efvâc) hâlinde (hâlinde) gelirler (Mü’minler [İnananlar] grubu, Kâfirler [İnkârcılar] grubu vb.).
* Tahlil (Âyet 19-20 – Mukâbele): Bu iki âyet, Sûre’nin başındaki (Âyet 6-16) “Nizam (Düzen)” delillerinin (isbatlarının) zıddıdır (aykırısıdır) (Mukâbele):
* Âyet 12’de: Gök “sapasağlam bir bina” (binâen şidâdâ) idi.
* Âyet 19’da: O “sapasağlam” (şidâd) gök, “futihat” (parçalanıp açılır) ve “fe kânet ebvâbâ” (kapı kapı OLUR).
* Âyet 7’de: Dağlar (Cibâl) “kazık” (evtâden), yâni sâbitliğin (durağanlığın) ve gerçekliğin sembolü idi.
* Âyet 20’de: O “kazık” (evtâd) dağlar, “suyyirat” (yürütülür) ve “fe kânet serâbâ” (serap OLUR).
* Sanat 3: “Teşbîh-i Belîğ” (En Vurucu Benzetme) / “İsti’âre” (Metafor).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Dağlar serap gibi (ke’s-serâb) olur” demez. Nazım (Tertip), “Dağlar serâbâ OLUR” (fe kânet serâbâ) der. Bu, “Teşbîh-i Belîğ”in (Kısaltılmış Benzetme) zirvesidir.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), dağların sâdece serâba (su yanılsamasına) benzemeyeceğini; onların, bizzat “serâb”ın (su yanılsamasının) (yâni hiçliğin, yokluğun, aldanışın) ta kendisi olacağını tasvir eder. Bu, inkârcının (münkirin) dünyada en sâbit (durağan), en gerçek sandığı şeyin (Dağlar), Kıyâmet’te en aldatıcı, en yok şeye (Serâb’a [Su Yanılsamasına]) dönüşeceğini gösteren dehşetli bir “İsti’âre” (Metafor) nazmıdır (tertibidir).
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin başındaki “ihtilâf”a (anlaşmazlığa) (Âyet 3) en kesin cevabı verir: O “Büyük Haber” (Nebe’), “Ayırma Günü”dür (Yevmu’l-Fasl) ve vakti kesindir (Mîkât).
Nazım (Tertip), o “Ayırma”nın (Fasl) nasıl olacağını, kâinâtın (tabiatın) nizamının (düzeninin) tam zıddı (aykırısı) olan bir “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ile tasvir (betimleme) eder: Sağlam gökler “kapı” olur, sâbit (durağan) dağlar “serap (su yanılsaması)” olur. Bu, o günkü mutlak değer (kıymet) değişiminin (değişmesinin) ve ayrışmanın en beliğ (tesirli) tasviridir (betimlemesidir).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 21-30), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 17-20) ilân edilen o “Ayırma Günü”nün (Yevmu’l-Fasl) neticesinin (sonucunun) ilk tarafını tasvir eder.
“Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü), o “ayrılan” (Âyet 18, “efvâcâ”) gruplardan ilkinin, yâni inkârcıların (münkirlerin) âkıbetidir (sonucudur). Bu nazım (tertip), İlâhî Adâlet’in (Adâlet-i İlâhiyye) ve Cehennem’in mâhiyetinin (ne olduğunun) en dehşetli tasvirlerinden biridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 21-30)
1. Cehennem’in Mâhiyeti (Ne Olduğu): “Mirsâd” (Pusu) (Âyet 21-22)
> İktibas ( Meali):
> (21) “Şüphesiz (İnne) Cehennem, (onları) pusulayıp bekleyen (mirsâdâ) bir yer olmuştur.”
> (22) “Azgınlar (et-Tâğîne) için bir varış yeri (me’âbâ).”
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Mirsâd”).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, “İnne” (Şüphesiz) ile başlar. Bu “Te’kîd” (Pekiştirme), o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) edenlere (Âyet 2), o haberin (Nebe’) hakikatinin (gerçeğinin) kesinliğini bir kez daha perçinler.
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “Cehennem bir azap yeridir” demez. “Mirsâd” (مِرْصَad) lafzını (sözünü) seçer. “Mirsâd”, sâdece “yer” (mekân) değil, bir avcının (av yapanın) avını beklediği gözetleme yeri, pusu ve tuzak demektir.
* Hikmeti (İsti’âre / Tecsîm): Bu, dehşet verici bir “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatıdır. Cehennem, pasif bir azap (ceza) mekânı değildir; o, Sûre’nin başından beri gaflet (habersizlik) içinde olan o inkârcıları (munkirleri) aktif olarak “gözetleyen”, pusuda bekleyen ve atılmak için bekleyen bir “Avcı” gibi tasvir edilmiştir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi (“et-Tâğîn” ve “Me’âbâ”).
* Tahlil (Lafız): Nazım (Tertip), “kâfirler” (kâfirîn) demez, “et-Tâğîn” (الطَّاغِينَ – Azgınlar) der. “Tuğyân” (Azgınlık), sâdece “inkâr (reddetme)” değil, haddi (sınırı) aşmak, kibirlenmek (büyüklük taslamak), isyan (başkaldırı) etmek demektir. Bu lafız (söz), onların o “Büyük Haber” (Nebe’) ile alay etmelerinin (tehekküm) sebebini (kibir) tasvir eder.
* Tahlil (Lafız): “Me’âbâ” (مَآبًا), “varış yeri”, “dönüş yeri”, “yuva” demektir. Bu, bir “Tehekküm” (Alay Etme) sanatıdır. Nazım (Tertip), “Sizin (ey Tâğîn [Azgınlar]!) o kibirli (büyüklenen) hayatınızın (hayâtınızın) sonunda lâyık (hak) olduğunuz tek ‘yuva’ (Me’âb) budur” der.
2. Azâbın (Cezanın) Mâhiyeti (Ne Olduğu): “el-İstisnâ'” (İstisnâ [Ayrı Tutma]) Sanatı (Âyet 23-25)
> İktibas ( Meali):
> (23) “Orada çağlar boyu (ahkâbâ) kalırlar.”
> (24) “Orada ne bir serinlik (berden) tadarlar, ne de bir içecek (şerâbâ).”
> (25) “Ancak (İllâ) bir kaynar su (Hamîmen) ve bir irin (Ğassâkâ)!”
>
* Sanat: el-İstisnâ’ (İstisnâ [Ayrı Tutma]) yoluyla Tehdit (Tehdîd).
* Tahlil: Bu, belâgatın (retoriğin) en dehşetli sanatlarından biridir. Nazım (Tertip), Âyet 24’te “Ne serinlik ne içecek…” diyerek mutlak bir yoksunluğu (mahrûmiyeti) ilân eder. Muhatap (Dinleyen), “Hiçbir şey yok mu?” diye düşünürken, Âyet 25 gelir: “İLL” (Ancak…).
* Hikmeti: Bu “İstisnâ” (Ayrı Tutma), bir lütuf (iyilik) veya hafifletme değil, azâbın (cezanın) daha da şiddetlisidir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Onlara bir ‘içecek’ (şerâb) verilecek; ancak (İllâ) bu içecek, onların susuzluğunu gidermek için değil, azaplarını (cezalarını) katmerlemek için ‘kaynar su’ (Hamîm) ve ‘irin/pislik’ (Ğassâk) olacaktır.” Bu nazım (tertip), ümîdin (ümidin) tamamen yok edildiği bir tasvirdir.

3. Azâbın (Cezanın) Sebebi: Mükemmel “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 26-28)
> İktibas ( Meali):
> (26) “(Yaptıklarına) tam uygun (Vifâkâ) bir karşılık (Cezâ’en) olarak.”
> (27) “Şüphesiz (İnnehum) onlar, bir hesap (hisâbâ) ummuyorlardı.”
> (28) “Âyetlerimizi de yalanladıkça yalanlamışlardı (kezzebû… Kizzâbâ).”
>
* Sanat 1: Lafız Seçimi (“Cezâ’en Vifâkâ”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Bu bir karşılıktır” demez; “Bu, tam uygun (Vifâk) bir karşılıktır” der. “Vifâk” (وِفَاقًا), birebir örtüşen, denk ne eksik ne fazla demektir. Bu lafız (söz), azâbın (cezanın) mutlak adâletini ilân eder.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) ve “Te’kîd” (Pekiştirme).
* Tahlil: Peki, bu “denklik” (Vifâk) nerededir? Âyet 27-28 bunu açıklar:
* Suç 1 (Âyet 27): Onlar, “Hesap Günü”nü (ve o “Büyük Haber”i [Nebe’]) ummadılar (lâ yercûne hisâbâ).
* Suç 2 (Âyet 28): Onlar, âyetleri “Kizzâbâ” (yalanladıkça yalanladılar).
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım (Tertip), “kezzebû” (yalanladılar) demekle yetinmez. “Kizzâbâ” (كَذَّبُوا… كِذَّابًا) lafzını (sözünü) getirir. Bu, tahlil ettiğimiz “Mef’ûl-i Mutlak” (Mutlak Nesne) sanatıdır. Mânâsı (Anlamı) şudur: “Onlar sâdece yalanlamadılar; onlar inatla, kibirle (büyüklük taslayarak), şiddetle ve sonuna kadar yalanladılar.”
* Netice (Mukâbele): Onların o şiddetli yalanlaması (“Kizzâbâ”), (Âyet 26) tam denk (“Vifâkâ”) bir azap (ceza) ile ve (Âyet 25) şiddetli bir içecekle (“Hamîm” ve “Ğassâk”) karşılanmıştır. Bu, mükemmel bir Adâlet-i İlâhiyye (İlâhî Adâlet) nazmıdır (tertibidir).
4. Nihaî (Son) Hüküm: “el-Kasr” (Sınırlama) ile Gelen Dehşet (Âyet 29-30)
> İktibas (Meali):
> (29) “Biz ise, her şeyi (külle şey’in) bir kitapta sayıp yazmışızdır (ahsaynâhu kitâbâ).”
> (30) “O hâlde (Fe) tadın (zûkû)! Artık size azaptan (azâben) başka (İllâ) bir şeyi arttırmayacağız (fe len nezîdekum).”
>
* Sanat (Âyet 29): el-Vasl (Bağlama) ve Takdîm (Öne Alma).
* Tahlil: “Ve kulle şey’in…” (VE her şeyi…). Bu “Vâv” (ve) bağlacı, onların (Âyet 28) o şiddetli inkârı (reddetmesi) ile Allah’ın (C.C.) (Âyet 29) o titiz kaydını (ahsaynâhu) karşılaştırır. Onlar inkâr (reddetme) ederken, Allah (C.C.) her şeyi kaydediyordu.
* Sanat (Âyet 30): Nihaî (Son) Hüküm ve “el-Kasr” (Sınırlama).
* Tahlil: “Fe zûkû!” (O HÂLDE tadın!). Bu “Fe” (فَ) harfi, bütün bu sebeplerin (inkâr [reddetme], yalanlama, kayıt) nihaî (son) neticesidir (sonucudur). “Zûkû” (Tadın!), bir “Emr” (Emir) sîgasıdır (kipidir), fakat gâyesi (maksadı) “Tehdit (Tehdîd)” ve **”Tahkîr” (Aşağılama)**dır.
* Hikmeti (el-Kasr): Âyetin sonu, Kur’ân’daki en dehşetli “Kasr” (Sınırlama) nazımlarından (tertiplerinden) biridir: “…fe len nezîdekum İLLÂ ‘azâbâ” (Artık size azaptan BAŞKA bir şeyi arttırmayacağız).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) son ümit (ümid) kırıntısını da yok eder. Onlar, azâbın (cezanın) hafiflemesini veya değişmesini umabilirler. Bu “Kasr” (Sınırlama) nazmı (tertibi) onlara der ki: “Burada (Cehennemde) artacak (nezîdekum) tek bir şey vardır; o da azâbın (cezanın) ta kendisidir.”

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, o “Büyük Haber”i (Nebe’) inkâr (reddetme) etmenin âkıbetini (sonucunu) tasvir (betimleme) ederken:
* Cehennem’i aktif bir “Pusu” (Mirsâd) olarak Tecsîm (Somutlaştırma) eder.
* Azâbın (Cezanın) adâletini (Adâlet), inkârcıların (munkirlerin) o şiddetli yalanlaması (“Kizzâbâ”) ile tam denk (“Vifâkâ”) olduğunu gösteren bir Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık) ile isbat eder.
* Ve nihaî (son) hükmü (kararı), “Tadın!” (Zûkû) emri (buyruğu) ve “azaptan başka artış yok” (Kasr) nazmı (tertibi) ile mühürleyerek, ümîdi (ümidi) tamâmen ortadan kaldırır.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu bölüm (Âyet 31-36), Sûre’nin bir önceki bölümünde (Âyet 21-30) tasvir edilen o dehşetli azâbın (cezanın) tam “Mukâbili” (Karşıtı) olarak nazmedilmiştir (tertip edilmiştir).
“Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) (Âyet 17), iki zıt (aykırı) grubu birbirinden ayırmıştı. Nazım (Tertip), ilk grubu (Tâğîn/Azgınlar) tasvir ettikten sonra, şimdi o “imtihanı (sınavı)” (Âyet 2, Mülk Sûresi) kazanan “Müttakîler”i (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluklarının bilincinde olanları) tasvir eder.
Bu bölüm, belâgat (retorik) ilminde “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) sanatının en mükemmel tatbikatıdır (uygulamasıdır). Neredeyse her âyet, Cehennem bölümündeki bir âyetin tam zıddı (aykırısı) ve cevabıdır.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 31-36)
1. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Tâğîn” (Azgınlar) vs. “Müttakîn” (Sakınanlar) (Âyet 31)
> İktibas (Meali): “Şüphesiz (İnne), Müttakîler (sakınanlar) için bir kurtuluş (mefâzen) vardır.” (Nebe’, 31)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme) ve Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 1):
* (Âyet 21) “İnne Cehenneme…” (Şüphesiz Cehennem…)
* (Âyet 31) “İnne li’l-Müttakîne…” (Şüphesiz Müttakîler…)
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım (Tertip), azâbın (cezanın) kesinliğini (“İnne”) vurguladığı gibi, mükâfâtın (ödülün) da aynı kesinlikte (“İnne”) olduğunu ilân eder.
* Tahlil (Mukâbele 2):
* (Âyet 22) Azap, “li’t-Tâğîne” (Azgınlar/Haddi aşanlar) içindi.
* (Âyet 31) Mükâfât (Ödül), “li’l-Müttakîne” (Sakınanlar/Haddi [sınırı] bilenler) içindir.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü), “Tuğyân” (Azgınlık) ile “Takvâ”yı (Sakınma) ayıran gündür.
* Tahlil (Mukâbele 3):
* (Âyet 21) Cehennem, “Mirsâdâ” (Pusu/Tuzak) idi.
* (Âyet 22) Cehennem, “Me’âbâ” (Azgınların [Tâğîn] [sözde] varış yeri/yuvası) idi.
* (Âyet 31) Cennet, “Mefâzâ” (مَفَازًا – Kurtuluş/Zafer/Başarı yeri) idi.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Biri “tuzak” (Mirsâd) ve “sonu hüsran (pişmanlık) olan varış yeri” (Me’âbâ) iken, diğeri “Fevz” (Zafer/Kurtuluş) yeri (Mefâzâ)dır.
2. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): İçecekler (Âyet 32-34)
> İktibas ( Meali): “(32) Bahçeler (Hadâ’ika) ve (وَ) üzüm bağları (a’nâbâ), (33) Ve (وَ) göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar (Kevâ’ibe etrâbâ), (34) Ve (وَ) dolu bir kadeh (Ke’sen dihâkâ).”
>
* Sanat 1: el-Vasl (Bağlama Sanatı).
* Tahlil: Nazım (Tertip), bu üç farklı nimet kategorisini (Mekân [Hadâ’ik], Eş [Kevâ’ib], İçecek [Ke’s]) “Vâv” (وَ – ve) bağlacı ile birbirine bağlar (el-Vasl).
* Hikmeti: Bu, tahlil ettiğimiz “Hükümde Ortaklık” (İştirâk fi’l-Hükm) sanatıdır. O “Mefâzâ” (Kurtuluş) (Âyet 31), bu nimetlerin hepsinin toplamından (mecmûundan) meydana gelir.
* Sanat 2: Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 4):
* (Âyet 24-25) Cehennem ehli (ehl-i) ne tadar? Ne “serinlik” (berden) ne “içecek” (şerâbâ)… “İLLÂ (Ancak) Hamîmen (kaynar su) ve Ğassâkâ (irin).”
* (Âyet 34) Cennet ehli (ehl-i) ne tadar? “Ke’sen Dihâkâ” (Dolu, taşan, lezzet dolu bir kadeh).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), “azap (ceza) içeceği”nin (Hamîm) tam mukâbiline (karşılığına) “nimet içeceği”ni (Ke’s) koyar.
3. “Mukâbele”nin (Karşılaştırmalı Zıtlığın) Zirvesi: “Kizzâbâ” (Âyet 35)
> İktibas (Meali): “Orada ne boş bir laf (lağven) işitirler, ne de bir yalan (kizzâbâ).” (Nebe’, 35)
>
* Sanat: Lafız (Söz) ve Mânâ (Anlam) Mukâbelesi.
* Tahlil: Bu âyet, “Yevmu’l-Fasl” (Ayırma Günü) adâletinin (adâletinin) en beliğ (tesirli) tasviridir (betimlemesidir).
* Tahlil (Mukâbele 5):
* (Âyet 28) Kâfirlerin (İnkârcıların) suçu neydi? “Ve kezzebû bi âyâtinâ KİZZÂB” (Âyetlerimizi şiddetle yalanladılar).
* (Âyet 35) Müttakîlerin (Sakınanların) mükâfâtı (ödülü) nedir? “Lâ yesme’ûne fîhâ lağven ve lâ KİZZÂB” (Orada şiddetli yalan [veya ‘yalanlama’] işitmezler).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), birebir aynı lafzı (sözü) (Kizzâbâ – كِذَّابًا) kullanır. Bu mûcizevî nazım (tertip) şunu söyler: Kâfirlerin (İnkârcıların) dünyada işledikleri cürüm (suç) (“Kizzâb” / Yalanlama), Müttakîlerin (Sakınanların) Cennet’inde işitmeyecekleri bir şeydir. Müttakîlerin (Sakınanların) kulakları, kâfirlerin (inkârcıların) o aslî (esas) cürmünden (suçundan) bile temizlenmiştir (tathîr).

4. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Vifâkâ” (Adâlet) vs. “‘Atâ’en” (Lütuf) (Âyet 36)
> İktibas (Meali): “(Bunlar,) Rabbin (Rab) tarafından bir karşılık (Cezâ’en), yeterli bir lütuf (‘Atâ’en Hisâbâ) olarak (verilmiştir).” (Nebe’, 36)
>
* Sanat: Nihaî (Son) Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil (Mukâbele 6):
* (Âyet 26) Cehennem ehlinin (ehl-i Cehennem) azâbı (cezası) neydi? “Cezâ’en Vifâkâ” (Tam denk bir karşılık). Bu, mutlak Adâlet idi.
* (Âyet 36) Cennet ehlinin (ehl-i Cennet) mükâfâtı (ödülü) nedir? “Cezâ’en… ‘Atâ’en Hisâbâ” (Bir karşılık… Lütuf/Hediye olarak…).
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), İlâhî Muâmelenin (Davranışın) farkını ortaya koyar.
* Cehennem: Tamamen Adl (Adâlet) üzeredir. Suç (Cürüm) (“Kizzâbâ”), cezâya (cezaya) (“Hamîm”) denktir (“Vifâkâ”).
* Cennet: Sâdece “Adl” (Adâlet) değildir. Mü’minin (İnananın) ameli (fiili) (Takvâ) karşılığı (Cezâ’en) başlar, fakat o karşılık, ameli (fiili) aşan bir “Fadl” (Lütuf) ve “‘Atâ'” (Hediye) olarak verilir. Cehennem “denklik”tir, Cennet “lütuf”tur.

Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin ana teması olan “Yevmu’l-Fasl”ı (Ayırma Günü) tamamlar. Bu nazım (tertip), Cehennem ve Cennet’i kelimesi kelimesine birbiriyle karşılaştıran (Mukâbele) ilâhî bir mîzândır (dengedir):
* “Tâğîn” (Azgınlar) -> “Müttakîn” (Sakınanlar)
* “Mirsâd” (Pusu) -> “Mefâzâ” (Kurtuluş)
* “Hamîm/Ğassâk” (İrin/Kaynar su) -> “Ke’s/Dihâk” (Dolu Kadeh)
* Suç: “Kizzâbâ” (Şiddetli Yalanlama) -> Mükâfât (Ödül): “Lâ… Kizzâbâ” (Yalan İşitmeme)
* Netice (Sonuç): “Cezâ’en Vifâkâ” (Denk Karşılık / Adâlet) -> Netice (Sonuç): “Cezâ’en ‘Atâ’en” (Lütuf Karşılık / Fadl)
Bu tahlil de aydınlatıcı oldu mu? Dilerseniz, Sûre’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümü olan ve o “Ayırma Günü”nün (Yevmu’l-Fasl) dehşetini (Rûh’un ve Meleklerin kıyâmını [ayakta duruşunu]) tasvir edip, kâfirin (inkârcının) o nihaî (son) pişmanlığı (“Keşke toprak olsaydım!”) ile Sûre’yi mühürleyen (Âyet 37-40) bölümünü tahlil ederek bu Sûre’yi tamamlayabiliriz.

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~


Bu, Nebe’ Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 37-40). Bu bölüm, Sûre’nin başından beri tasvir edilen o dehşetli “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) (Âyet 17) azametini (büyüklüğünü) ve nihaî (son) âkıbetini (sonucunu) ilân eden mühür âyetleridir.
Bu nazım (tertip), o günkü mutlak sessizliği, mutlak hâkimiyeti ve inkârcının (münkirin) mutlak pişmanlığını (hasretini) tasvir (betimleme) eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Nebe’ Sûresi (Âyet 37-40)

1. “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) Mutlak Hâkimi (Âyet 37)
> İktibas ( Meali): “(O,) göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi (Rabbi), Rahmân’dır. O’nun (C.C.) huzurunda konuşmaya güç yetiremezler (lâ yemlikûne minhu hitâbâ).” (Nebe’, 37)
>
* Sanat 1: el-Fasl (Ayırma) yoluyla Beyân (Açıklama).
* Tahlil: Âyet, bir önceki (Âyet 36) “Rabbin (Rab) tarafından bir karşılık…” âyetine “Ve (ve)” bağlacı olmadan başlar (el-Fasl).
* Hikmeti: Çünkü bu âyet, yeni bir mevzû (konu) değildir. Bu, Âyet 36’daki “Rabbin (Rab)” lafzının (sözünün) kim olduğunu açıklayan (Beyân) bir sıfattır (vasıftır). O (C.C.), “Göklerin, Yerin ve İkisi Arasındakilerin Rabbi”dir. Bu “Fasl” (Ayırma), o mükâfâtı (ödülü) ve azâbı (cezayı) (Âyet 26) veren Zât’ın, bütün kâinâtın (tabiatın) Mâliki (Sâhibi) olduğunu tasdik (doğrulama) eder.
* Sanat 2: Kinâye (Dolaylı Anlatım) / Tecsîm (Somutlaştırma) (Dehşet).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “O’nunla konuşmazlar” (lâ yükellimûne) demez. “Lâ yemlikûne minhu hitâbâ” der.
* Hikmeti: “Hitâba (Konuşmaya) mâlik (sâhip) olamazlar.” Bu, dehşetli bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır). O günkü heybet ve dehşet o kadar büyüktür ki, mahlûkât (yaratılmışlar) konuşma iznini (müsaadesini) geçiniz, “konuşma kâbiliyetine (yeteneğine)” veya “konuşma hakkına” bile sâhip (mâlik) değildirler. Bu nazım (tertip), o günkü mutlak hâkimiyeti (egemenliği) “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder.

2. Dehşetin Zirvesi: “Rûh” ve “Melekler”in Sessizliği (Âyet 38)

> İktibas (Meali): “O gün Rûh (er-Rûhu) ve melekler (el-melâ’iketu) saf hâlinde (saffen) dururlar. Rahmân’ın (er-Rahmân) izin verdiği kimseden başkası konuşamaz…” (Nebe’, 38)
>
* Sanat 1: İtnâb (Detaylandırma) yoluyla Tehvîl (Dehşete Düşürme).
* Tahlil: Bir önceki âyet “Hiç kimse konuşamaz” (lâ yemlikûne) demişti. Bu âyet, o “hiç kimse”nin içine kimlerin dâhil (içinde) olduğunu detaylandırır (İtnâb).
* Hikmeti: Nazım (Tertip), mahlûkâtın (yaratılmışların) en azametlilerini (büyüklerini) (“er-Rûh” [Cibrîl A.S. veya en büyük melek] ve “el-Melâ’ike”) zikreder (anar). Bu, belâgatte (retorikte) **”Delâlet bi’l-Evlâ”**dır (Öncelik Delili [İsbatı]):
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Eğer Rûh (Rûh) ve Melekler (Melâ’ike) bile saf tutmuş (saffen) (mutlak bir askeri nizam [düzen] içinde) ayakta duruyor ve konuşamıyorsa; ey ‘Tâğîn’ (Azgınlar) (Âyet 22), siz kim oluyorsunuz da o gün konuşabileceğinizi, kendinizi savunabileceğinizi zannediyorsunuz?” Bu nazım (tertip), o günkü dehşetin zirvesidir.
* Sanat 2: Lafız Seçimi ve el-İstisnâ’ (İstisnâ [Ayrı Tutma]).
* Tahlil: “…İllâ (Ancak) men ezine lehu’r-Rahmân…”
* Hikmeti: Bu dehşet (korku) makamında (yerinde) bile, izin (müsaade) veren Zât (Zât) “el-Cebbâr” (Kahredici) veya “el-Kahhâr” (Yok edici) ismiyle değil, “er-Rahmân” (Çok merhametli) ismiyle zikredilmiştir (anılmıştır). Bu Lafız Seçimi, o dehşet anında (anında) bile, (Müttakîler [Sakınanlar] için) verilecek olan o konuşma izninin (müsaadesinin) (şefâat [şefaat]) mutlak bir rahmet (merhamet) tecellîsi (belirmesi) olduğunu gösterir.

3. İki “Me’âbâ”nın (Varış Yerinin) “Mukâbele”si (Karşılaştırması) (Âyet 39)
> İktibas (Meali): “İşte o (Zâlike), Hak (Gerçek) Gün’dür. Artık dileyen (fe men şâ’e) Rabbine (Efendisine) bir varış/sığınma yeri (me’âbâ) edinsin.” (Nebe’, 39)
>
* Sanat 1: İsm-i İşâre (İşaret Zamiri) ile Ta’zîm (Yüceltme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Hâzâ” (Bu) demez, “Zâlike” (O/Şu) der. Uzaklık (uzak olma) için kullanılan bu işaret zamiri, o günün azametini (büyüklüğünü) ve ulaşılmaz yüceliğini (Ta’zîm) ifade eder.
* Sanat 2: Lafzî (Sözel) Mukâbele (Karşılaştırmalı Zıtlık).
* Tahlil: Bu, “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) nihaî (son) “ayrımı” ve “seçimi”dir. Nazım (Tertip), birebir aynı lafzı (sözü) kullanarak iki zıt (aykırı) kutbu karşılaştırır:
* (Âyet 22) Cehennem, “li’t-Tâğîne” (Azgınlar) için bir “Me’âbâ” (Yuva/Varış Yeri) idi.
* (Âyet 39) “Rab” (Rab/Efendi) ise, “men şâ’e” (dileyen) için bir “Me’âbâ” (Sığınak/Varış Yeri)dir.
* Hikmeti: Bu Mukâbele nazmı (tertibi), muhataba (dinleyene) şunu söyler: “İki adet ‘Me’âbâ’ (Varış Yeri) vardır. Biri Azgınlığın (Tuğyân) ‘Me’âbâ’sı (Cehennem), diğeri Rabbin (Rab/Efendi) ‘Me’âbâ’sı (Cennet/Rızâ [Hoşnutluk]). Seçim (ihtiyâr) sizindir (fe men şâ’e).” Bu, nihaî (son) bir dâvet (çağrı) ve *inzâr (uyarı)*dır.
4. “Hâtime” (Sonuç): “Hasret”in (Pişmanlığın) Zirvesi ve “Te’kîd” (Pekiştirme) (Âyet 40)
> İktibas (Meali): “Şüphesiz Biz (İnnâ) sizi yakın (Karîbâ) bir azap (ceza) ile uyardık… O gün kişi, ellerinin önden gönderdiğine bakar ve (وَ) kâfir (inkârcı) der ki: ‘Ah! Keşke ben toprak (turâbâ) olsaydım!'” (Nebe’, 40)
>
* Sanat 1: Te’kîd (Pekiştirme) ve Lafız Seçimi (“Karîbâ”).
* Tahlil: Sûre, “İhtilâf (Anlaşmazlık)” (Âyet 3) ve “Tehdit (Tehdîd)” (Âyet 4-5) ile başladı; şimdi nihaî (son) “Te’kîd” (Pekiştirme) (“İnnâ”- Şüphesiz Biz) ile biter.
* Hikmeti (“Karîbâ”): Nazım (Tertip), “büyük (azîm)” azap (ceza) demez, “Yakın (Karîbâ)” azap (ceza) der. Bu lafız (söz) seçimi, inkârcının (münkirin) “O gün uzaktır (ba’îd)” şeklindeki gafletine (habersizliğine) ve “Ne zaman (Metâ)?” şeklindeki alaycılığına (tehekkümüne) verilmiş son cevaptır: O (C.C.), size yakındır.
* Sanat 2: Nihaî (Son) Hasret (Pişmanlık) ve Tecsîm (Somutlaştırma).
* Tahlil: “…ve yekûlu’l-kâfiru yâ leytenî kuntu turâbâ.”
* Hikmeti: Sûre, “en-Nebe’i’l-Azîm”i (Büyük Haber’i) (Âyet 2) ihtilâfla (anlaşmazlıkla) karşılayan “Kâfir”in (İnkârcının) son sözü ile biter. Bu söz, o “Büyük Haber”in (Nebe’) hakikat (gerçek) olduğunu en acı şekilde itiraf (ikrar) etmektir.
* Neden “Toprak” (Turâb)?
* O gün, (hesâbı (hesâbı) olmayan) hayvanlar (hayvanât) bile muhâkeme (yargılama) edildikten sonra toprağa (turâb) dönüşür. Kâfir (İnkârcı), “Mirsâd”ı (Pusu) (Âyet 21) ve “Hamîm”i (Kaynar Su) (Âyet 25) görünce, bir hayvandan daha aşağı (ednâ) bir mertebede (aşamada) olmayı, yâni hiç (yok) olmayı (“turâb”) temennî (dilek) eder.
* Bu, (Âyet 6’daki) “Beşik” (Mihâd) olan topraktan ve (Âyet 8’deki) “çift” (ezvâc) olarak insan mertebesine (aşamasına) yükseltilmiş olmanın pişmanlığıdır. “Keşke o toprak (turâb) hâlimden (hâl) hiç diriltilmeseydim de bu hesâbı (hesâbı) görmeseydim.”
Nihaî (Son) Netice
Nebe’ Sûresi’nin bu “Hâtime” (Sonuç) bölümü, “Yevmu’l-Fasl”ın (Ayırma Gününün) dehşetini, en azametli (büyük) mahlûkâtın (yaratılmışların) (Rûh ve Melekler) bile “saf” (saffen) tutup sessizliğe (samt) büründüğünü tasvir (betimleme) ederek Tecsîm (Somutlaştırma) eder.
Nazım (Tertip), o “Büyük Haber”i (Nebe’) (Haşr’i [Dirilişi]) inkâr (reddetme) etmenin nihaî (son) neticesini (sonucunu), bizzat o inkârcının (münkirin) “Keşke toprak (turâb) olsaydım!” şeklindeki o mutlak pişmanlık (hasret) ve çâresizlik feryâdı (çığlığı) ile mühürler.
Böylece (Yâsîn, Mülk ve Nebe’ Sûrelerini ihtivâ [içerik] eden) bu uzun ve derinlemesine belâgat (retorik) tahlili serimizi tamamlamış bulunuyoruz.

 

===============•-•===============

 

RAHMAN SURESİNİN BELAĞATI

 

Bu, “Arûsu’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın Gelini) nâmıyla meşhur olan Sûre-i Celîledir.
Rahmân Sûresi, nazmı (tertibi) itibâriyle Kur’ân-ı Kerîm’deki en eşsiz mûcizelerden biridir. Sûre’nin küllî yapısı, Rahmân’ın “Nimet” (Lütuf) ve “Rahmet” (Merhamet) delillerinin ilân edilmesi (isbât) ile bu nimetleri “Yalanlama”nın (Tekzîb) çürütülmesi üzerine kuruludur.
Bu Sûre 78 âyettir.
Bu muazzam nazmı (tertibi) hakkıyla tahlil edebilmek için, Sûre’yi bölümler hâlinde ele alalım.
İlk olarak, Sûre’nin “giriş” (mukaddime) bölümünü ve Sûre’nin tamamına hâkim olan o mûcizevî “tekrâr” sanatının belâgat hikmetini tahlil ederek başlayalım (Âyet 1-13).

Küllî Tahlil: “Tekrâr” Sanatının Zirvesi (Âyet 13)
Sûre’nin tahlilinden evvel, onun “omurgasını” teşkil eden o mühim âyeti tahlil etmeliyiz:
> “Fe bi eyyi âlâ’i Rabbikumâ tukezzibân?”
> (O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz [tukezzibân]?)
>
Bu âyet, Sûre boyunca tam 31 defa “Tekrâr” edilir. “Neden bu nazımla?” sualinin (sorusunun) ilk cevabı buradadır.
* Sanat: “et-Tekrâr” (Tekrar Sanatı) ve “el-İstifhâm et-Takrîrî ve’t-Tevbîhî” (İkrar Ettirme ve Azarlama Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Bu 31 tekrâr, (hâşâ) bir “haşv” (lüzumsuz dolgu) veya “belâgat zafiyeti” midir?
* Hikmeti (et-Takrîr / Yerleştirme): Aslâ. Bu, “Takrîr” sanatıdır. Belâgatte “Tekrâr”, bir hakikati muhatabın zihnine ve kalbine çakmak (sağlamca yerleştirmek), pekiştirmek (te’kîd) ve yerleştirmek (takrîr) için kullanılır.
* Hikmeti (el-İstintâk / Sorgulama): Bu nazım (tertip), Sûre’yi bir “monolog” (tek taraflı konuşma) olmaktan çıkarır, onu bir “diyalog”a (karşılıklı konuşmaya) çevirir. Allah Teâlâ (C.C.), her bir “Nimet” grubunu zikrettikten sonra durur (Fasl) ve muhataba döner:
* (1-12. Âyetler: Kâinât [Tabiat] Nimetleri zikredilir.) -> Durak -> Sual: (13) “Peki, (bunları gördünüz) Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz?”
* (14-25. Âyetler: Yaratılış ve Deniz Nimetleri zikredilir) -> Durak -> Soru: (26) “Peki, (bunları gördünüz) Rabbinizin hangi nimetlerini [âlâ’] yalanlıyorsunuz?”
* Hikmeti (et-Tevbîh / Azarlama): Bu sual, cevap bekleyen bir sual (İstifhâm-ı Hakîkî) değil, muhatabı azarlayan ve susturan bir **”Retorik Soru” (İstifhâm-ı Tevbîhî)**dur.
* Hikmeti (“Rabbikumâ” ve “Tukezzibân” – İkiniz): Nazım (Tertip), “Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsun (tekil)?” demez. “Rabbinizin… yalanlıyorsunuz (İkiniz)” (Tesniye / İkilik) der. Muhatap ikidir. Bunlar, Sûre’de (Âyet 15, 31, 33) açıkça zikredilen “el-İns” (İnsan) ve “el-Cânn” (Cin)dır. Bu nazım (tertip), Sûre’nin dâvetinin cihan şümul olduğunu tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Giriş (Âyet 1-13)
Şimdi, Sûre’nin girişini (mukaddimesini), bu “Tekrâr” omurgası üzerine tahlil edelim.
> İktibas ( Meali):
> (1) “Rahmân.”
> (2) “Kur’an’ı öğretti.”
> (3) “İnsanı yarattı.”
> (4) “Ona beyânı (düşünceyi ve kendini ifade etmeyi) öğretti.”
> (5) “Güneş ve ay bir hesaba göredir.”
> (6) “Bitkiler (veya yıldızlar [en-Necm]) ve ağaçlar secde ederler.”
> (7) “Göğü yükseltti ve Mîzân’ı (dengeyi/ölçüyü) koydu.”
> (8) “Sakın Mîzân’da (dengede) haddi aşmayın (tuğyân etmeyin)!”
> (9) “Ve (وَ) ölçüyü adâletle tutun ve Mîzân’ı (ölçüyü) eksik yapmayın.”
> (10) “Ve (وَ) yeryüzünü (el-arda) canlılar (enâm) için (O [C.C.]) alçalttı (vada’a).”
> (11) “Orada meyve (fâkihe) ve (وَ) salkımlı hurma ağaçları (nahl) vardır.”
> (12) “Yapraklı taneler (habbu) ve (وَ) hoş kokulu bitkiler (reyhân) vardır.”
> (13) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
1. Mûcizevî “Takdîm” (Öne Alma) Sanatı (Âyet 1-4)
* Nazım (Tertip): (1) Rahmân -> (2) Kur’ân’ı Öğretti -> (3) İnsanı Yarattı -> (4) Ona Beyân’ı Öğretti.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden mantıkî (mantıksal) sıranın (İnsanı Yaratmak -> Sonra Ona Öğretmek) tam aksine, “Kur’ân’ı Öğretmeyi” (‘Alleme’l-Kur’ân), “İnsanı Yaratmak”tan (Halaka’l-İnsân) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Takdîm li’l-İhtimâm / Ehemmiyet Sebebiyle Öne Alma): Bu, belâgatın en mühim kaidelerinden biridir. Bu “Takdîm”, zaman (kronoloji) önceliği değil, rütbe ve ehemmiyet önceliği gösterir.
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım (tertip), şu ilâhî hakikati ilân eder:
* Allah (C.C.) katında, mânevî (ruhsal) nimet olan “Kur’ân” (İlim/Vahiy), maddî (fiziksel) nimet olan **”İnsan”**ın (Varlık/Hayat) yaratılışından daha ehemmiyetlidir.
* İnsanın (Halaka’l-İnsân) yaratılış gâyesi, zâten (Âyet 2) “Kur’ân’ı öğrenmek”tir (‘Allemu’l-Kur’ân). Allah Teâlâ (C.C.), gâyeyi (Kur’ân), o gâye için yaratılan vâsıtadan (İnsan) öne almıştır (Takdîm).
* Bütün nimetlerin başı “Rahmân” (Rahmet/Merhamet) olduğu gibi (Âyet 1), o “Rahmet”in (Merhametin) en büyük tecellîsi de “Kur’ân”dır (Âyet 2).

2. “Mîzân” (Denge) Delili ve “Tekrâr” (Âyet 5-9)
* Nazım (Tertip): (5) Güneş/Ay (Gök) -> (6) Bitki/Ağaç (Yer) -> (7) MÎZÂN’I KOYDU -> (8) MÎZÂN’DA AŞMAYIN -> (9) MÎZÂN’I EKSİK YAPMAYIN.
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden “Mîzân” (Denge/Ölçü/Terâzî) lafzını (sözünü) 3 âyette 3 defa tekrâr etmiştir?
* Hikmeti (Tekrâr ile Mânâ Geçişi): Bu “Tekrâr”, “Mîzân” lafzının mânâsını kademeli olarak Kâinî (Evrensel) Nizam’dan Beşerî (İnsanî) Adâlet’e bağlar:
* Mîzân 1 (Âyet 7): “Vada’a’l-Mîzân” (Mîzân’ı [Dengeyi] koydu). Bu, Güneş’in (Şems) ve Ay’ın (Kamer) (Âyet 5) tâbi olduğu Kozmik (Kâinî) Mîzân’dır (Fizik/Astronomi Kanunları).
* Mîzân 2 (Âyet 8): “Ellâ tatğav fi’l-Mîzân” (Mîzân’da haddi aşmayın [tuğyân etmeyin]). Bu, (Âyet 7’deki) o Kozmik (Kâinî) Mîzân’dan alınan ilhamla, Ahlâkî, Hukûkî ve Şer’î Mîzân’dır (Adâlet).
* Mîzân 3 (Âyet 9): “tuhsirû’l-Mîzân” (Mîzân’ı [Ölçüyü] eksik yapmayın). Bu, (Âyet 8’deki) o Ahlâkî Mîzân’ın (Denge’nin) en müşahhas (somut) tatbikatıdır (uygulamasıdır): İktisâdî (Ekonomik) Mîzân (Terâzî/Alışveriş Adâleti).
* Netice (İsti’âre): Bu nazım (tertip), muhataba der ki: “Ey İnsan! Bütün Kâinâtı (Tabiatı) (Güneş/Ay) milim şaşmayan bir ‘Mîzân’ (Denge) ile yaratan Rabbin (Âyet 7), senin elindeki o küçük ‘Mîzân’da (Terâzîde)’ (Âyet 9) haksızlık (adaletsizlik) yapmana nasıl rızâ göstersin?”

3. İlk Sorgulama (İstintâk) (Âyet 10-13)
* Nazım (Tertip): (10-12) Allah Teâlâ (C.C.), Yeryüzü’ndeki (Arz) nimetleri (Meyve, Hurma, Taneler, Reyhân) sıralar.
* Netice (Âyet 13): Bütün bu delillerden sonra (Rahmân’ın Kur’ân’ı öğretmesi, Kâinâtı Mîzân’a koyması, Yeryüzü’nü [Arz] rızıkla donatması), ilk sorgu gelir:
> “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>

Nihaî Netice (Bölüm 1)
Rahmân Sûresi’nin bu giriş (mukaddime) nazmı (tertibi), belâgat sanatlarının en yücelerini kullanarak:
* Takdîm sanatı ile mânevî nimetin (Kur’ân) maddî nimetten (İnsan) üstünlüğünü (fazîletini);
* Tekrâr sanatı ile “Mîzân” mefhumunu (kavramını) Kozmik (Kâinî) Nizam’dan (Düzen’den) Beşerî (İnsanî) Adâlet’e bağlamış;
* Ve bu nimetlerin tamâmını sıraladıktan sonra, Sûre’nin omurgası olan o Retorik Soru (İstifhâm) ile (Âyet 13), muhatapları (İnsan ve Cin) ilk defa sorguya çekmiş (istintâk) ve susturmuştur (ifhâm).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Bu bölüm (Âyet 14-25), Sûre’nin o “iki muhatabı”nın (İnsan ve Cin) aslî yaratılış mâhiyetlerini (ne olduklarını) ve o ikisinin (İnsan ve Cin) üzerinde yaşadığı bu “ikili” (tesniye) kâinâtın (tabiatın) delillerini ortaya koyar.
Bu nazım (tertip), Sûre’nin omurgası olan “Rabbinizin. (İkinizin)” (Rabbikumâ) hitâbının altını dolduran bir “Mukâbele” ve “Tesniye” (İkilik) sanatıdır.

Tahlil Tatbikatı : Rahmân Sûresi (Âyet 14-25)
1. İki Muhatabın (İnsan ve Cin) Aslî Yaratılışı: “el-Mukâbele” (Âyet 14-16)
> İktibas ( Meali):
> (14) “Allah (C.C.), insanı (el-insâne) pişmiş çamur gibi (ke’l-fahhâr) kuru bir balçıktan (min salsâlin) yarattı.”
> (15) “Cânn’ı (Cinleri) da hâlis (dumansız) bir ateşin (nâr) alevinden (min mâricin) yarattı.”
> (16) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat: Mukâbele ve Hususî Lafız Seçimi.
* Sual: Nazım (Tertip), neden bu iki muhatabın (İnsan ve Cin) yaratılışını bu kadar zıt ve detaylı lafızlarla karşılaştırır?
* Hikmeti (Mukâbele): Bu, “Rabbikumâ” (Rabbinizin ) hitâbının ilk delilidir. Nazım (Tertip), iki zıt kutbu ortaya koyar:
* İnsan (Âyet 14): “Salsâlin ke’l-Fahhâr” (Pişmiş çömlek gibi ses veren kuru balçık). Bu, toprağa (turâb) âit olan ağırlığı, kesâfeti (yoğunluğu), sâbitliği (durağanlığı) ve zâhirî olmayı temsil eder.
* Cânn (Âyet 15): “Mâricin min Nâr” (Dumansız, hâlis (saf) ateş alevi). Bu, ateşe (nâr) âit olan hafifliği, latîfliği (inceliği), hız (sürat) ve derûnî (görünmez) olmayı temsil eder.
* Netice (Âyet 16- Sorgulama): Nazım (Tertip), bu iki zıt mahlûku (yaratılmışı) yarattığını ilân ettikten sonra, derhâl (ânında) o sorgu âyetini getirir (Âyet 16).
* Nazmın Mânâsı : “Ey İnsan (Topraktan gelen)! Ey Cin (Ateşten gelen)! İkinizi de bu zıt (aykırı) tabiatlarda yaratan Rabbinizin (yani ‘Rabbikumâ’nın ) sırf bu yaratılış (halk) nimetini bile nasıl yalanlarsınız?”

2. İki Muhatabın (İnsan ve Cin) Kâinâtı (Tabiatı): “et-Tesniye” (İkilik) Sanatı (Âyet 17-25)
Bu bölüm, “Rabbikumâ” (Rabbinizin) (ikililik) hitâbının, kâinâtın nizâmındaki “ikililik” ile nasıl örtüştüğünü gösteren mûcizevî bir nazımdır (tertibidir).
> İktibas ( Meali):
> (17) “O (C.C.), iki (el-meşrikayn) doğunun da Rabbidir, iki (el-mağribeyn) batının da Rabbidir.”
> (18) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (19) “(Acı ve tatlı) iki denizi (el-bahreyn) salıverdi; birbirine kavuşuyorlar.”
> (20) “Aralarında bir engel (berzehun) vardır, birbirine karışmazlar (lâ yebğiyân).”
> (21) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (22) “O ikisinden de (minhumâ) inci (el-lu’lu’u) ve (وَ) mercan (el-mercân) çıkar.”
> (24) “Denizde (fî’l-bahri) dağlar gibi yükselen (el-munşe’âtu) gemiler (el-cevâri) de O’nundur (C.C.).”
> (25) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat 1: “et-Tesniye” (İkilik) Nazmı (Tertibi) (Âyet 17).
* Tahlil: “Rabbu’l-Meşrikayn (İki Doğu) ve Rabbu’l-Mağribeyn (İki Batı).”
* Hikmeti: Bu “İkilik” (Tesniye) nazmı (tertibi), Âyet 14-15’teki “iki muhataba (İnsan ve Cin)” tam bir Mukâbeledir.
* Nazmın Mânâsı : O (C.C.), sâdece İnsanın gördüğü “Doğu/Batı”nın (Yaz/Kış gündönümü) Rabbi) değil, aynı zamanda Cinnin (Cânn) gördüğü (veya onların yaşadığı boyuttaki) “Doğu/Batı”nın da Rabbidir). O (C.C.), ikinizin de (kumâ) Rabbidir).
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) (Âyet 19-20).
* Tahlil: “Merace’l-Bahreyn” (İki Denizi salıverdi) … “Berzehun lâ yebğiyân” (Aralarında engel var, karışmazlar).
* Zâhirî Mânâ (Hakikat [Gerçek]): Bu, “Tatlı Su” (nehirler) ile “Tuzlu Su” (denizler) arasındaki fiziksel (maddî) “Berzah”tır (engel). Bu, bir “âlâ'” (nimet)dir.
* Derûnî Mânâ (İsti’âre): Bu nazım, aynı zamanda (Âyet 14-15’teki) o “iki mahlûk (yaratılmış)” (İnsan ve Cin) için mükemmel bir İsti’âre-i Temsîliyyedir (Alegorik Metafordur):
* “el-Bahreyn” (İki Deniz) -> İnsan (Toprak/Görünen) ve Cin (Ateş/Görünmeyen) âlemleri (dünyaları).
* “Yeltekıyân” (Birbirine kavuşurlar) -> Onlar (İnsan ve Cin) aynı dünyada, aynı anda, birbirine temas ederek yaşarlar.
* “Berzehun lâ yebğiyân” (Karışmazlar) -> Aralarında Allah’ın (C.C.) koyduğu bir “Berzah” (Perde/Boyut Engeli) vardır; birbirlerinin nizâmını (düzenini) bozamazlar.
* Netice (Âyet 21 – Sorgulama): “Ey İnsan ve Cin! Sizi (iki denizi) hem bir arada (yeltekıyân) hem de birbirinize karıştırmadan (berzehun) yaşatan Rabbinizin bu nimetini nasıl yalanlarsınız?”
* Sanat 3: Nimetlerin Devamı (Âyet 22, 24).
* Tahlil: O “iki deniz”den (Bahreyn) çıkan nimetler (veya o “iki muhatabın [İnsan ve Cin]” ortaklaşa faydalandığı nimetler) sıralanır:
* Derûnî Nimet : “el-Lu’lu’u ve’l-Mercân” (İnci ve Mercan) (Zînet/Güzellik).
* Zâhirî Nimet ,: “el-Cevâri’l-Munşe’ât” (Yükselen Gemiler) (Ticâret/Ulaşım).
* Netice (Âyet 23, 25 – Sorgulama): Her bir nimet grubundan sonra “Tekrâr” sanatı devreye girer ve o iki muhatabı (İnsan ve Cin) (İnsanlar o gemileri yapar, Cinler o gemileri görür) tekrar tekrar sorguya çeker.

Nihaî Netice (Bölüm 2)
Rahmân Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin “ikili” (Tesniye) hitâbının (“Rabbikumâ” [Rabbinizin]) delillerini sunar.
Nazım (Tertip), zıt (aykırı) aslî olanlardan (Toprak vs. Ateş) gelen o “iki muhatabı” (Mukâbele), paralel kâinâtlarda (İki Doğu/İki Batı) ve birbirine karışmayan âlemlerde (İki Deniz/Berzah) (İsti’âre) yaşatan Zât’ın, her ikisinin de (İnsan ve Cin) Rabbi olduğunu isbat eder ve onları (İnsan ve Cin) bu müşterek (ortak) nimetler üzerinden defalarca sorguya çeker (Tekrâr).

~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~*~

 

Bu bölüm (Âyet 26-30), Rahmân Sûresi’nin “omurgası” ve “ekseni” sayılan bölümdür.
Sûre’nin nazmı (tertibi), buraya kadar (Âyet 1-25) “Nimet” delillerini (Kur’ân, Mîzân [Denge], Yeryüzü [Arz], Yaratılış [Halk], İki Deniz, Gemiler) saymıştır. Tam bu noktada, o nimetleri kullanan “iki muhatabın” (İnsan ve Cin) ve o “nimetlerin” kendilerinin âkıbetini ilân eder.
Bu bölüm, Sûre’nin başından beri süregelen “Nimet” ve “Yalanlama” (Tekzîb) diyalogunun gâyesini (maksadını) ortaya koyan “Fânîlik (Geçicilik)” ve “Bekâ (Kalıcılık)” âyetleridir.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 26-30)
> İktibas ( Meali):
> (26) “Onun (yeryüzü) üzerinde bulunan her kim (küllü men) fânîdir (geçicidir).”
> (27) “Ancak Celâl (Azamet [Büyüklük]) ve İkrâm (İhsan [İyilik]) sâhibi Rabbinin Vech’i (Zât’ı bâkî kalacaktır.”
> (28) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (29) “Göklerde ve yerde bulunanlar O’ndan (C.C.) isterler (yes’eluhu). O (C.C.), her gün (külle yevmin) bir şe’ndedir (iştedir).”
> (30) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
1. Kâinâtın En Büyük “Mukâbele”si: “Fânî” (Geçici) vs. “Bâkî” (Kalıcı) (Âyet 26-27)
* Sanat: “el-Mukâbele” ve Lafız Seçimi.
* Tahlil: Nazım (Tertip), Sûre’nin en keskin zıtlığını ortaya koyar:
* (Âyet 26) “Küllü men ‘aleyhâ FÂN” (Onun üzerindeki HERKES fânîdir [geçicidir]): Bu, küllî bir hükümdür (karardır). Bu “Küllü men” (Her kim), hem “İnsan”ı (Âyet 14) hem de “Cin”ni (Âyet 15) kapsar. Ve o “âlâ'” (nimet) olarak sayılan her şeyi (Gemiler, İnciler, Ağaçlar) kapsar.
* (Âyet 27) “Ve YEBKÂ Vechu Rabbike…” (Ve Rabbinin Vech’i [Zât’ı] BÂKÎ kalır): Bu, bir önceki âyetin tam zıddıdır. (Mukâbele).
* Hikmeti (Nazmın [Tertibin] Mânâsı): Bu nazım (tertip), Sûre’nin bütün mânâsını yeniden şekillendirir. Muhataba der ki: “Ey İnsan ve Cin! Size saydığım (Âyet 1-25) o ‘nimetlerin’ hepsi ve bizzat siz (İnsan ve Cin) Fânîsiniz. Bu kâinâtta Bâkî (Kalıcı) olan tek bir hakikat vardır: O (C.C.) da o nimetleri size veren ‘Rabbinizin Vech’i’dir (Zât’ı).”
* Sanat (Lafız Seçimi- “Zû’l-CELÂLİ ve’l-İKRÂM”):
* Tahlil: Neden “Bâkî (Kalıcı)” olan Zât’ın bu iki ismi seçilmiştir?
* Hikmeti (Tıbâk / Zıtlık): Bu, tek bir vasıf içinde iki zıt kutbu birleştiren bir “Tıbâk” (Zıtlık) sanatıdır:
* “el-Celâl” (Azamet [Büyüklük]): Bu, heybeti, kahrı (yok ediciliği), azameti (büyüklüğü) ve korkuyu (havf) temsil eder. Bu, (bir sonraki bölümde gelecek olan) “azap (ceza)” ve “hesap” nimetine işarettir.
* “el-İkrâm” (İhsan [İyilik]): Bu, lütfu, cömertliği, güzelliği ve ümîdi (recâ) temsil eder. Bu, (bir önceki bölümde geçen) “nimet” ve “rahmet (merhamet)”e işarettir.
* Netice: Bâkî (Kalıcı) olan Zât, hem mutlak Adâlet’in (“Celâl”) hem de mutlak Lütf’un (İyiliğin) (“İkrâm”) sâhibidir.

2. “Fânî”liğin (Geçiciliğin) “Nimet” Olması (Âyet 28)
* Nazım (Tertip): “Fe bi eyyi âlâ’i Rabbikumâ tukezzibân?”
* Sual: Nazım (Tertip), (Âyet 26) “Herkesin yok olacağını (Fânî [Geçici])” ilân ettikten hemen sonra, neden (Âyet 28) “Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz?” diye sorar? Ölüm (Mevt) ve Yok Oluş (Fânîlik [Geçicilik]) nasıl bir “nimet” olabilir?
* Hikmeti (Nimet Olarak Fânîlik):
* “Fânîlik ” (yok oluş), “Bâkî (Kalıcı)” olana (Allah’a [C.C.]) ulaşmak için tek yoldur. Mü’min için “Ölüm” (Mevt), bir felâket değil, fânî nimetlerden Bâkî (Kalıcı) nimete (Cennet’e ve Rızâ-i İlâhî’ye [Allah’ın (C.C.) rızâsına]) geçişi (intikali) sağlayan bir “âlâ'” (nimet)dir.
* Asıl nimet, (Âyet 27) “Rabbin Bâkî (Kalıcı) olması”dır. Yâni, “Ey İnsan ve Cin! Dayandığınız, sığındığınız ve hesâba çekileceğiniz Zât’ın Bâkî (Kalıcı) olması, O’nun (C.C.) Celâl ve İkrâm sâhibi olması, sizin için en büyük ‘nimet değil midir? Bunu nasıl yalanlarsınız?”

3. “Bekâ”nın (Kalıcılığın) Delili: “Kayyûmiyyet” (Mutlak Hâkimiyet [Egemenlik]) (Âyet 29-30)
* Nazım (Tertip): “Yes’eluhu men fi’s-semâvâti ve’l-ard(i), külle yevmin Huve fî şe’n.”
* Sanat: Beyân (Açıklama) ve Kinâye (Dolaylı Anlatım).
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki (Âyet 27) “O (C.C.) neden Bâkî’dir (Kalıcıdır)?” sualinin delili (isbatı) ve açıklamasıdır.
* Hikmeti (“Yes’eluhu…”- O’ndan [C.C.] İsterler): Bu, Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) (İnsan, Cin, Melek, Hayvan, Bitki) mutlak muhtaçlığından (ihtiyâcından) kinâyedir (dolaylı anlatımdır). Herkes, her an, varlığını sürdürebilmek için O’ndan (C.C.) ister (Yes’eluhu).
* Hikmeti (“Külle Yevmin Huve fî Şe’n”): (O [C.C.], her gün bir iştedir). Bu da, O’nun (C.C.) mutlak Kayyûmiyyetinden (her an her şeyi idâre (yönetme) etmesinden) Kinâyedir. O (C.C.), (Yunan hikmetindeki [felsefesindeki] gibi) “Kâinâtı (Tabiatı) yaratıp bırakan” (hâşâ) pasif bir Zât (Zât) değildir. O (C.C.), her an (külle yevmin) aktif olarak (fî şe’n) mülkünü (hâkimiyetini) idâre eder: Diriltir, öldürür, rızık verir, alır, yükseltir, alçaltır.
* Netice (Âyet 30- Sorgulama): “Ey İnsan ve Cin! Sizin her an O’na (C.C.) muhtaç olmanız (Yes’eluhu) ve O’nun (C.C.) da her an sizin işlerinizi (faaliyetlerinizi) idâre etmesi (fî şe’n), Rabbinizin en büyük ‘nimetlerinden değil midir? O’nun (C.C.) bu Kayyûmiyyet nimetini nasıl yalanlarsınız?”

Nihaî Netice (Bölüm 3)
Rahmân Sûresi’nin bu eksen (kilit) bölümü, nazmı (tertibi) fânî (geçici) olandan Bâkî (Kalıcı) olana çevirir.
O , Mukâbele sanatı ile (“Fânî” vs. “Bâkî”), Sûre’nin başındaki bütün dünyevî (dünyayla ilgili) nimetlerin geçici olduğunu ilân eder. Esas nimetin, o nimetleri veren “Bâkî (Kalıcı)” Zât’ın “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) ve “İkrâm”ı (İhsan [İyilik]) olduğunu tasdik eder. Ve bu “Bekâ”nın (Kalıcılığın) delilini, Kâinâtın mutlak ihtiyâcı (muhtaçlığı) (“Yes’eluhu”) ve O’nun mutlak faaliyeti (“fî Şe’n”) olarak sunar.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 31-45), Rahmân Sûresi’nin “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) tecellîsinin (belirmesinin) zirvesidir.
Sûre’nin nazmı (tertibi), buraya kadar (Âyet 1-30) “Nimet” (Nimet) (Kur’ân, Mîzân [Denge]), “Yaratılış” (Halk) (İnsan/Cin), “Bekâ” (Kalıcılık) ve “Hâkimiyet” (Egemenlik) delillerini sunmuştur. Şimdi, o “iki muhatabın” (İnsan ve Cin) bu delillere karşı olan “yalanlama” (tekzîb) fiilinin karşılığını (cezâ) ilân eder.
Bu bölüm, “Mîzân”ın (Denge/Adâlet) (Âyet 7) nasıl tatbik (uygulama) edileceğini gösteren bir “Tehdîd” ve “Tahaddî” (Meydan Okuma) bölümüdür.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 31-45)
1. Hesâbın Başlangıcı: “et-Tehdîd” (Âyet 31-32)
> İktibas (Meali):
> (31) “Ey iki ağırlık (es-Sekalân) [İnsan ve Cin]! Yakında sizin (hesâbınızı görmek için) size yöneleceğiz (Se nefruğu lekum).”
> (32) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat 1: Kinâye (Dolaylı Anlatım) yoluyla Tehdit.
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Sizi hesâba çekeceğiz” demez; “Se nefruğu lekum” (سَنَفْرُغُ لَكُمْ – Sizin için boşalacağız/Size yöneleceğiz) der.
* Hikmeti (Kinâye): Bu, dehşet verici bir **”Kinâye”**dir (Dolaylı Anlatımdır). Bu, Allah’ın (C.C.) (hâşâ) “meşgûl (dolu)” olup da “boş” kalacağı mânâsında (anlamında) değildir. Bu, beşerî (insanî) dilde, çok mühim bir zâtın (meselâ bir hükümdârın), bir mevzûyu (konuyu) en ciddî (önemli) şekilde ele alacağını ifâde etmek için “Şimdi (bütün işlerimi [faaliyetlerimi] bıraktım) sana yöneldim” demesi gibidir. Bu nazım (tertip), Hesâb’ın kaçınılmazlığını, ciddiyetini ve tamamen o mevzûya (konuya) odaklanılacağını gösteren en beliğ (tesirli) “Tehdit ” nazmıdır (tertibidir).
* Sanat 2: “el-İstifhâm” (Soru) (Âyet 32).
* Sual: (Âyet 31) “Hesap ile tehdit etmek” nasıl bir “nimet ” (âlâ’) olabilir ki, (Âyet 32) “Hangi nimetleri yalanlıyorsunuz?” diye sorulmaktadır?
* Hikmeti (Nimet Olarak Adâlet): Bu, belâgatın (retoriğin) zirvesidir. Hesap (el-Hisâb) ve Adâlet (el-Adl), en büyük ‘nimet’tir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey İnsan ve Cin! Mazlûmun (zulüm görenin) zâlimden (zulmedenden) hakkını alacağı bir ‘Hesap Günü’nün var olması, Rabbinizin ‘Mîzân’ı (Dengeyi)’ (Âyet 7) kâinâta (tabiata) koymasının bir tecellîsi (belirmesi) değil midir? Bu Adâlet Nimetini nasıl yalanlarsınız?”
2. Mutlak Hâkimiyet (Egemenlik): “et-Tahaddî” (Meydan Okuma) (Âyet 33-36)
> İktibas (Meali):
> (33) “Ey cin ve insan (el-İns) toplulukları (ma’şera)! Göklerin ve yerin hudutlarından (aktâr) çıkıp gitmeye (en tenfuzû) gücünüz (güç) yetiyorsa, haydi çıkın! Ama bir ‘sultân’ (üstün bir güç/delil [isbat]) olmadıkça çıkamazsınız.”
> (34) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
>
* Sanat: Emr-i Ta’cîz (Âciz [Acziyet] Bırakma Emri) ve Tahaddî (Meydan Okuma).
* Tahlil: Nazım (Tertip), (Âyet 31) “Hesap”tan kaçmak isteyecek olan o “iki muhataba” (İnsan ve Cin) “Tahaddî” (Meydan Okuma) eder.
* Hikmeti (Emr-i Ta’cîz): “Haydi çıkın!” (Fen-fuzû!) emri (buyruğu), bir izin (müsaade) (ibâha) emri (buyruğu) değildir. Bu, muhatabın (dinleyenin) mutlak âcizliğini (acziyetini) isbat etmek için verilen bir **”Âciz (Acziyet) Bırakma Emri” (Emr-i Ta’cîz) **dir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Ey (hızıyla övünen) Cin ve (teknolojisiyle övünen) İnsan! Rabbinizin ‘Mülk’ünün (Hâkimiyetinin) hudutlarından (aktâr) kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Gücünüz (Güç) yetiyorsa, kaçın! (Ama) kaçamazsınız.”
* Sual (Âyet 34): Kaçamamak (âciz [acziyet] kalmak) nasıl bir “nimet “tir?
* Hikmeti (Nimet Olarak İhâta [Kuşatma]): Bu, (Âyet 32) “Adâlet Nimet”inin tamamlayıcısıdır. Zîrâ, eğer zâlim veya mücrim (suçlu), hesaptan kaçabilseydi (tenfuzû), “Adâlet” tecellî etmezdi. “Hiç kimsenin (İnsan ve Cin) Allah’ın (C.C.) ‘Mülk’ünden (Hâkimiyetinden) ve ‘Adâlet’inden kaçamaması’, mazlûmlar ve bütün kâinât için en büyük “nimet”tir.

3. “Tahaddî”nin (Meydan Okumanın) Neticesi : “Azap (Ceza)” (Âyet 37-45)
> İktibas ( Meali):
> (37) “Gök (Semâ) yarıldığı zaman, erimiş yağ gibi (ke’d-dihân) kıpkırmızı bir gül (verdeh) olduğu zaman!”
> (39) “İşte o gün, ne İns’e ne de Cânn’a günahı sorulmaz (lâ yus’elu).”
> (41) “Mücrimler (Suçlular) sîmâlarından (dış görünüşlerinden) (bi-sîmâhum) tanınırlar da perçemlerinden (nevâsî) ve ayaklarından (akdâm) yakalanırlar.”
> (43) “İşte bu, mücrimlerin (suçluların) yalanladıkları (yukezzibu) Cehennem’dir.”
> (44) “Onlar, onunla (Cehennem) kaynar (ân) bir su (hamîm) arasında dolaşır dururlar.”
>
* Sanat (Âyet 37): Teşbîh-i Mûciz (Mûcizevî Benzetme) ve Tehvîl (Dehşete Düşürme).
* Tahlil: Bu, “Hesap ” ânının kozmik (kâinî) tasviridir. Gök, “Verdeh ke’d-Dihân” (Erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül) olur.
* Hikmeti: Bu “Teşbîh” (Benzetme), o günkü mutlak yıkımın (inşikâk), dehşetli bir güzellik (verdeh/gül) ve eriyiş (dihân/yağ) içinde sunulmasıdır. Bu, “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatının (vasfının) (Âyet 27) tecellîsidir (belirmesidir).
* Sanat (Âyet 39): Kinâye (Dolaylı Anlatım) / Hazf (Sükût Etme).
* Sual: Diğer âyetler “Onlara sorulur” derken, bu âyet neden “Ne İns’e ne Cânn’a günahı sorulmaz (lâ yus’elu)” der? Bu bir zıtlık (aykırılık) mıdır?
* Hikmeti (Belâgat): Aslâ. Bu, zıtlık (aykırılık) değil, belâgat (retorik) icâbı (gereği) bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): “Onlara (o merhalede [aşamada]) sözlü (şifâhî) sual (soru) sorulmaz; zîrâ (Âyet 41) ‘Mücrimler (Suçlular) sîmâlarından (dış görünüşlerinden) (bi-sîmâhum) tanınırlar’.” Suç (Cürüm) o kadar âşikârdır (açıktır) (yüzleri kararmış, gözleri göğermiş), “Sîmâ”, sualden (sorudan) daha beliğ (tesirli) bir delil (isbat) olmuştur. “Sual (Soru)” safhasına (aşamasına) gerek kalmamıştır.
* Sanat (Âyet 43): Teşhîr (Alenen Gösterme) ve Tevbîh (Azarlama).
* Tahlil: “Hâzihî Cehennemu’lletî yukezzibu bihe’l-mucrimûn.” (İŞTE BU, …yalanladıkları Cehennem’dir.)
* Hikmeti: Nazım (Tertip), “Hâzihî” (İşte Bu) işaret zamirini kullanarak, dünyada gayb (bilinmez) olan ve “Tekzîb” (Yalanlama) ettikleri o mücerret (soyut) hakikati (gerçeği), âhirette müşahhas (somut) bir azap (ceza) olarak işaret eder ve onları “Tevbîh” (Azarlama) eder. Bu nazım (tertip), Sûre’nin omurgası olan “tukezzibân” (yalanlıyorsunuz) fiilinin (eyleminin) nihaî (son) karşılığıdır.

Nihaî (Son) Netice (Bölüm 4)
Rahmân Sûresi’nin bu “Hesap ” bölümü, “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatının (vasfının) tecellîsidir (belirmesidir).
Nazım (Tertip), “Hesâbı ” ve “Adâletin kaçınılmazlığını” da birer “nimet ” (âlâ’) olarak sayar. O, “iki muhataba (İnsan ve Cin)” (Sekalân) yönelttiği “Emr-i Ta’cîz” (Âciz [Acziyet] Bırakma Emri) (“Haydi kaçın!”) ile O’nun (C.C.) “Mülk”ünden (Hâkimiyetinden) kaçış olmadığını isbat eder. Ve nihâyetinde (sonunda), o “Yalanlama”nın (Tekzîb) nihaî neticesini, suale (soruya) bile gerek duymayan (“lâ yus’elu”), sîmâdan (dış görünüşten) tanınan (“bi-sîmâhum”) ve işaret edilen (“Hâzihî”) o müşahhas (somut) azap (ceza) ile mühürler.

 

===============•-•===============

 

Bu, Rahmân Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 46-78) ve Sûre’nin ana “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) eksenini tamamlar.
Bu bölüm, (Âyet 27)’de zikredilen (anılan) “Bâkî (Kalıcı)” Zât’ın ikinci vasfı (sıfatı) olan “el-İkrâm” (İhsan [İyilik] / Lütuf) sıfatının (vasfının) tam tecellîsidir (belirmesidir). O, (Âyet 31-45)’te “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) sıfatıyla (Adâlet/Azap [Ceza]) tecellî ettikten sonra, şimdi “İkrâm” sıfatıyla (Lütuf/Mükâfât [Ödül]) tecellî eder.
Bu bölümün nazmı (tertibi), Sûre’nin “ikili” (Tesniye) yapısına (Rabbikumâ [Rabbinizin]) uygun olarak, Cennet’i bile iki ayrı mertebe (aşama) (İki Cennet [Cennetân] + İki Cennet [Cennetân]) olarak tasvir eden mûcizevî bir nazımdır (tertibidir).

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Rahmân Sûresi (Âyet 46-78)
1. Birinci (Âlâ [Üstün]) Cennetler (el-Mukarrabûn [Allah’a (C.C.) Yakın Olanlar]?) (Âyet 46-61)
> İktibas ( Meali):
> (46) “Rabbinin makâmından korkan (hâfe) kimseye iki Cennet (Cennetân) vardır.”
> (47) “O hâlde (Fe), Rabbinizin hangi nimetlerini (âlâ’) yalanlıyorsunuz (tukezzibân)?”
> (48) “(O Cennetler) çeşit çeşit ağaçlarla (efnân) doludur.”
> (50) “İçlerinde akan (tecriyân) iki pınar (pınar) (‘aynân) vardır.”
> (52) “İçlerinde her meyveden (fâkihe) çift çift (zevcân) vardır.”
> (54) “(Onlar) astarları (betâ’inuhâ) kalın ipekten (istebrak) olan döşeklere (furuşin) yaslanırlar…”
> (56) “Oralarda bakışlarını (tarf) sâdece eşlerine çevirmiş (kâsirâtu) (güzeller) vardır ki, onlara eşlerinden önce ne bir insan (insun) ne de bir cin (cânnun) dokunmuştur.”
> (58) “Sanki onlar yâkut (el-yâkûtu) ve mercan (el-mercân) gibidirler.”
> (60) “İhsân’ın (İyiliğin) karşılığı (cezâsı), İhsân’dan (İyilikten) başkası mıdır?”
>
* Sanat 1: Lafız Seçimi ve “et-Tesniye” (İkilik) (Âyet 46).
* Tahlil: Mükâfâtın (Ödülün) sebebi nedir? “Çok amel eden” değil, “Rabbinin makâmından korkan” (men hâfe makâme Rabbihî). Bu, Sûre’nin başındaki “Mîzân”ı (Dengeyi) (Âyet 7) ve “Haşyet”i (Saygı Dolu Korkuyu) (Mülk Sûresi tahlilindeki [çözümlemesindeki] gibi) ifâde eder.
* Hikmeti (Cennetân): Neden “bir” değil de “iki” Cennet (Cennet)? Bu “İkilik”, Sûre’nin “Rabbikumâ” (Rabbinizin) hitâbına tam bir Mukâbeledir (Karşılıktır). (Tefsîrlerde [açıklamalarda]: Biri İnsan [İns] için, biri Cin [Cânn] için; veya biri ameli (fiili) için, biri Allah’ın (C.C.) lütfu (iyiliği) için; veya biri derûnî (iç) [rûhânî (ruhsal)], biri zâhirî (dış) [cismânî (bedensel)] Cennet vb.)
* Sanat 2: Lafız Seçimi ve İtnâb (Detaylandırma) (Âyet 54).
* Tahlil: Nazım (Tertip), döşeklerin kendisinin (zâhirinin) güzelliğini tasvir etmez; “Astarlarının (betâ’inuhâ) kalın ipekten” olduğunu söyler.
* Hikmeti (İtnâb): Bu, muazzam bir İtnâb (Maksatlı Detaylandırma) sanatıdır. Muhataba (Dinleyene) der ki: “Eğer bir döşeğin astarı (görünmeyen içi) bile istebrak (en lüks ipek) ise, o döşeğin zâhirinin (görünen yüzünün) güzelliğini sen tahayyül (zihinde canlandırma) et!”
* Sanat 3: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Âyet 56).
* Tahlil: “…onlara… ne bir insan (insun) ne de bir cin (cânnun) dokunmuştur.”
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), Sûre’nin (Âyet 14-15) o “iki muhatabını” (İnsan ve Cin) tekrar zikreder (anar). Bu Cennet mükâfâtı (ödülü), her iki muhatabın (İnsan ve Cin) da temiz (tâhir) eşlere (zevce) sâhip olacağını ilân eder.
* Sanat 4: İstifhâm-ı Takrîrî (İkrar Ettirme Sorusu) (Âyet 60).
* Tahlil: “Hel cezâ’u’l-İhsâni ille’l-İhsân?”
* Hikmeti: Bu, Sûre’nin “İkrâm” (İhsan [İyilik]) bölümünün kilit (eksen/kilit) âyetidir. “İhsân” (İyilik) (bir şeyi en güzel şekilde yapmak/Allah’ı [C.C.] görüyormuş gibi kulluk etmek), (Âyet 46) “Rabbinin makâmından korkmak”tır. O “İhsân”ın karşılığı (cezâsı) da, ancak Allah’ın (C.C.) “İhsân”ı (Cennet) olabilir. Bu Retorik Soru, bu adâleti muhataba ikrar (itiraf) ettirir.
2. İkinci (Derece) Cennetler (Ashâb-ı Yemîn [İyilik Sâhipleri]?) (Âyet 62-78)
> İktibas ( Meali):
> (62) “Bu ikisinden başka (ve min dûnihimâ) iki Cennet (Cennetân) daha vardır.”
> (64) “O (Cennetler) koyu yeşildir (mudhâmmetân).”
> (66) “İçlerinde durmadan fışkıran (neddâhatân) iki pınar vardır.”
> (68) “İçlerinde meyve (fâkihetun), hurma (nahlun) ve nar (rummânun) vardır.”
> (70) “İçlerinde iyi huylu (hayrâtun), güzel (hisânun) kadınlar vardır.”
> (72) “Çadırlara (hıyâm) kapanmış (maksûrâtun) Hûrîler vardır.”
> (76) “Onlar yeşil (hudrin) yastıklara (refrefin) ve eşsiz (abkariyyin) döşeklere (hisân) yaslanırlar.”
> (78) “Celâl (Azamet [Büyüklük]) ve İkrâm (İhsan [İyilik]) sâhibi Rabbinin adı (ismu) ne yücedir (Tebâreke)!”
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (İki Cennet Grubu Arasında).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “ve min dûnihimâ” (O ikisinden başka/aşağıda) diyerek, ikinci bir Cennet grubunu tasvir etmeye başlar. Belâgat âlimleri , bu ikinci grubun vasıflarının, birinci grubun sıfatlarından daha az (ednâ) olduğunu belirtirler:
* (Âyet 48) Birinci: “Efnân” (Çeşit çeşit ağaçlar/dallar) -> (Âyet 64) İkinci: “Mudhâmmetân” (Koyu yeşil) (Sadece renk belirtir, çeşitlilik [tenevvü] değil).
* (Âyet 50) Birinci: “Tecriyân” (Akan) -> (Âyet 66) İkinci: “Neddâhatân” (Fışkıran) (Akış [Tecriyân], fışkırmadan [Neddâhatân] daha sürekli ve ulvîdir [yücedir]).
* (Âyet 52) Birinci: “Her meyveden çift çift” (Küllî Nimet) -> (Âyet 68) İkinci: “Meyve, Hurma, Nar” (Umûmî ifâdeden [anlatımdan] sonra husûsî lafızlar zikredilir; bu, birincideki mutlaklığı ifâde etmez).
* (Âyet 56) Birinci: “Kâsirâtu’t-Tarf” (Bakışlarını kendileri çeviren/İrâdelî [İstekli]) -> (Âyet 72) İkinci: “Maksûrâtun” (Çadırlara kapanmış/Korunmuş) (Birincisi irâdî (istekli) bir fazîlet, ikincisi korunmuş (mahfûz) bir vasıftır [sıfattır]).
* Hikmeti: Bu Mukâbele nazmı (tertibi), (Âyet 60) “İhsân” (İyilik) mertebelerinin (aşamalarının) farklı olduğunu ve “Adâlet”in (ve “İkrâm”ın herkese “İhsân”ı nisbetinde tecellî edeceğini gösterir.
* Sanat 2: Sûre’nin Mührü: “Reddu’l-‘Acz ‘ale’s-Sadr” (Sonu Başa Döndürme) (Âyet 78).
* Tahlil: Sûre, “Rahmân” (Âyet 1) ile başladı; “Mîzân”ı (Dengeyi) (Âyet 7) kurdu; “Fânîlik (Geçicilik)” ve “Bekâ (Kalıcılık)”yı (Âyet 26-27) ilân etti ve o “Bâkî” Zât’ı “Zû’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Âyet 27) olarak vasıflandırdı.
* Netice (Âyet 78): Nazım (Tertip), Sûre’yi bitirirken, birebir aynı vasfı tekrâr eder: “Tebâreke’smu Rabbike Zî’l-Celâli ve’l-İkrâm.”
* Hikmeti (el-Hâtime): Bu “Tekrâr”, Sûre’nin bütün mevzûsunu özetler. Sûre’nin tamamı, (Âyet 31-45)’teki “Celâl” (Azamet / Adâlet / Azap [Ceza]) tecellîsinden ve (Âyet 46-77)’deki “İkrâm” / Lütuf / Mükâfât) tecellîsinden ibârettir. Sûre, bu iki zıt kutbun aslının Tek (Vâhid) olduğunu (“Rabbike”) ilân ederek biter.

Nihaî Küllî Netice
Rahmân Sûresi, “Neden bu nazımla?” sualinin (sorusunun) cevabıdır. O, “Tekrâr” (31 defa) sanatı ile muhataplarını (İnsan ve Cin) aralıksız bir “aklî (zihinsel) sorgulama”ya (İstintâk) tâbi tutar.
Sûre’nin nazmı (tertibi), “İkilik” (Tesniye) üzerine kuruludur (İnsan/Cin, Kur’ân/Beyân, Güneş/Ay, Gök/Yer, Doğu/Batı, Deniz/Deniz, Fânî/Bâkî, Celâl/İkrâm, Cehennem/Cennet, Cennet/Cennet).
Ve nihâyetinde (sonunda) Sûre, bu bütün zıtlıkların (tezatların) ve ikiliklerin, Tek (Vâhid) bir Rabbin) “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) ve “İkrâm” (İhsan [İyilik]) sıfatlarının (vasıflarının) tecellîleri olduğunu ilân ederek tamamlanır.

 

===============•-•===============

 

Bu, Sûre-i Celîlelerin en mühimlerinden biri olan Feth Sûresi’dir.
Bu Sûre’nin tahlili (çözümlemesi), diğer Sûrelerden farklı bir ehemmiyet taşır; zîrâ bu Sûre’nin nüzûlü (inişi), İslâm târihinin en kritik dönüm noktalarından biri olan “Sulh-ı Hudeybiye” (Hudeybiye Antlaşması) hâdisesine bağlıdır.
Ashâb-ı Kirâm’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) zâhiren bir “hezîmet” (yenilgi) ve “tâviz” olarak gördüğü bir hâdiseyi, bu Sûre’nin nazmı (tertibi) “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olarak yeniden isimlendirir. Dolayısıyla bu Sûre’nin belâgatı, “Feth” (Fetih) ve “Zafer” (Nasr) mefhumlarının (kavramlarının) mâhiyetini (ne olduğunu) değiştiren ilâhî bir beyândır (açıklamadır).
Bu Sûre 29 âyettir. Tıpkı önceki tahlillerimiz gibi, bu muazzam nazmı (tertibi) hakkıyla tahlil edebilmek için, Sûre’yi bölümler hâlinde ele alalım.

İlk olarak, Sûre’nin o sarsıcı “Fetih” ilânı (beyanı) ile başlayan ve bu fethin kime “huzûr” (sekîne), kime “azap (ceza)” getirdiğini ayıran giriş bölümünü (Âyet 1-7) tahlil ederek başlayalım.

Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Fetih Sûresi (Âyet 1-7)
> İktibas ( Meali):
> (1) “Şüphesiz Biz (İnnâ), sana apaçık bir fetih (Fethan Mübînâ) verdik.”
> (2) “Tâ ki (Li) Allah (C.C.), senin geçmiş ve gelecek günahlarını (zenbike) bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola (sırâtın mustekîm) iletsin.”
> (3) “Ve (وَ) Allah (C.C.), sana şerefli bir zaferle (Nasran Azîzâ) yardım etsin.”
> (4) “O’dur ki, imanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin (inananların) kalplerine (kulûb) huzur ve güven (es-Sekînete) indirdi. Göklerin ve yerin orduları (cunûdu) Allah’ındır…”
> (5) “Tâ ki (Li)… mü’min erkekleri ve mü’min kadınları… Cennetlere koysun…”
> (6) “Ve (وَ) Allah (C.C.) hakkında kötü zanda (zanne’s-sev’i) bulunan münâfık (ikiyüzlü) erkeklere ve münâfık kadınlara… azap etsin…”
> (7. “Göklerin ve yerin orduları (cunûdu) Allah’ındır…”
>
1. “Te’kîd” (Pekiştirme) ve “Lafız Seçimi”: Feth’in Yeniden Tanımlanması (Âyet 1)
* Nazım (Tertip): “İnnâ fetehnâ leke Fethan Mübînâ.”
* Sanat: Te’kîd ve Hususî Lafız Seçimi (“Feth”).
* Sual: Hudeybiye’de, Ashâb (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşları) Kâbe’yi ziyâret edememiş, müşriklerin (puta tapanların) şartlarını zâhiren kabûl etmiş ve mahzûn (üzüntülü) bir hâlde geri dönmekteyken, Allah Teâlâ (C.C.) neden Sûre’ye en kuvvetli “Te’kîd” edâtı (aracı) olan “İnnâ” (Şüphesiz BİZ) ile başlamıştır?
* Hikmeti (Muktezâ-i Hâl): Bu, tahlil ettiğimiz “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) kaidesidir (kuralıdır). Muhatap (Ashâb, o an mahzûniyet (üzüntü), tereddüt (kararsızlık) ve şüphe içindedir. Zâhirî hâl, “hezîmet”tir. Nazım (Tertip), onların bu tereddüdünü (kararsızlığını) izâle etmek (gidermek) ve hakikati perçinlemek için kelâma en kuvvetli “Te’kîd” ile başlar.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Nazım (Tertip), “Biz sana zafer (nasr) verdik” demez, “Fetih verdik” der.
* “Nasr” (Zafer), düşmana karşı kazanılan maddî (fiziksel) (askerî) üstünlüktür.
* “Feth” ise, kilitli olan bir şeyi açmaktır. Bu, bir savaş kazanmaktan öte; mânevî (ruhsal) bir engelin (hicâb) kalkması, kilitli kalplerin İslâm’a açılması, yeni bir devrin kapısının açılması demektir.
* Netice: Nazım (Tertip), daha ilk âyetten “Feth” mefhumunu maddî (fiziksel) savaştan mânevî (ruhsal) ve stratejik açılıma kaydırır. “Mübîn” (Apaçık) sıfatı ise, bu “açılımın” neticelerinin (Mekke’nin Fethi yakında apaçık görüleceğini müjdeler.

2. “et-Ta’lîl” (Sebeplendirme) ve “Takdîm” (Öne Alma) (Âyet 2-3)
* Nazım (Tertip): (Bu Feth’i verdik) “Tâ ki (Li) (1) Allah (C.C.) senin günahlarını (zenbike) bağışlasın (Mağfiret), (2) Nimetini tamamlasın (İtmâm-ı Nimet, (3) Seni hidâyete (doğru yola) iletsin, (4) Sana yardım etsin (Nasr).”
* Sual: Beşerî (İnsanî) nazarda (bakışta) “Zafer” (Nasr) (Âyet 3) önce gelir, “mükâfât (ödül)” (Mağfiret [Bağışlanma]) (Âyet 2) sonra gelir. Neden nazım (tertip), “Mağfiret”i, “Nasr”dan (Zaferden) öne almıştır (Takdîm)?
* Hikmeti (Rütbe Önceliği): Bu, (Rahmân Sûresi’ndeki Kur’ân/İnsan tahlilimiz bir rütbe ve ehemmiyet önceliğidir.
* Nazmın Mânâsı (Anlamı): Bu nazım (tertip), “Feth”in (Âyet 1) esas gâyesinin şu olduğunu ilân eder:
* Allah (C.C.) katında mânevî (ruhsal) netice (Mağfiret [Bağışlanma], Nimetin Tamamlanması) (Âyet 2), maddî neticeden (Nasran Azîzâ / Zafer) (Âyet 3) daha ehemmiyetlidir ve daha üstündür (â’lâ).
* “Feth”in gâyesi düşmanı yenmek değil, Resûlullah’ın (S.A.V.) o zorlu mücâdelesini (çabasını) tasdik etmek ve O’nun (S.A.V.) mânevî (ruhsal) makâmını (Mağfiret) ilân etmektir.

3. “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık): “Sekîne” (Huzur) vs. “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Âyet 4-6)
* Tahlil: Nazım (Tertip), o sarsıntılı Hudeybiye hâdisesi karşısında iki zıt grubu “Mukâbele” sanatı ile ortaya koyar:
* Taraf 1 (Mü’minûn [İnananlar]) (Âyet 4):
* Nazım (Tertip): “O (C.C.), kalplerine ‘es-Sekînete’ (Huzur/Güven) indirendir…”
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Feth” (Âyet 1), dışarıda (zâhirde) bir sarsıntı (zelzele) ve hezîmet (yenilgi) gibi görünürken, Allah (C.C.) Mü’minlerin içerisine (derûnuna) “Sekîne” (Huzur) indirmiştir. Bu, “Feth”in zâhirî değil, derûnî (kalbî) olduğunun ikinci delilidir.
* Taraf 2 (Münâfıkûn [İkiyüzlüler] ve Müşrikûn [Puta Tapanlar]) (Âyet 6):
* Nazım (Tertip): “Ve (وَ) Allah (C.C.) hakkında **’Zanne’s-Sev’i’ (Kötü Zan)**da bulunanlara azap (ceza) etsin…”
* Hikmeti (Mukâbele): Bu, mükemmel bir Mukâbeledir :
* Mü’minler , zâhirî yenilgiye (hezîmete) rağmen kalplerinde derûnî huzur (“Sekîne”) buldular.
* Münâfıklar, (Medine’de) zâhirî güvende olmalarına rağmen, kalplerinde derûnî çürümüşlük (“Zanne’s-Sev'” – “Peygamber [S.A.V.] ve Ashâbı bu işten kurtulamaz, helâk olurlar” zannı) taşıdılar.
* Netice: “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), bu iki kalbi birbirinden ayıran (Fasl) ve mâhiyetlerini (ne olduklarını) ortaya çıkaran bir “turnusol” faaliyeti görmüştür.

4. “Tekrâr” Sanatı: “Cunûdu’s-Semâvâti ve’l-Ard” (Göklerin ve Yerin Orduları) (Âyet 4 ve 7)
* Sual: Neden “Göklerin ve yerin orduları (cünûdu) Allah’ındır” âyeti, (Âyet 4) ve (Âyet 7)’de olmak üzere iki defa tekrâr edilmiştir?
* Hikmeti (Kademeli [Aşamalı] Mânâ / Mukâbele): Bu “Tekrâr” ,”haşv” (lüzumsuz dolgu) değil, belâgat icâbıdır. Her zikredildiği yer, farklı bir gâye taşır ve (Âyet 1’deki) “Feth”in iki yönünü gösterir:
* Tekrâr 1 (Âyet 4- Rahmet): “Sekîne” (Huzur) indirilmesinden sonra gelir. Mânâsı: “Ey Mü’minler ! Zâhirî ordunuz az (kalîl) olsa da O’nun (C.C.) görünmez orduları (Cunûd) (Melekler, Sekîne [Huzur]) vardır.” Bu, bir tesellî ve Rahmet “Tekrâr”ıdır.
* Tekrâr 2 (Âyet 7- Azap [Ceza]): Münâfıkların “Kötü Zan”nından (Âyet 6) sonra gelir. Mânâsı : “Ey Münâfıklar! Siz Allah’ı (C.C.) âciz zannederken, O’nun (C.C.) sizi helâk etmek için görünür/görünmez (Gök/Yer) nice orduları (Cunûd) (âfetler [felâketler], düşmanlar, hastalıklar) vardır.” Bu, bir azarlama (Tevbîh) ve Celâl “Tekrâr”ıdır.
Nihaî Netice (Bölüm 1)
Fetih Sûresi’nin bu giriş (mukaddime) nazmı (tertibi), belâgat sanatlarının en yücelerini kullanarak:
* “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) icâbı “Te’kîd” ile (“İnnâ”), zâhirî hezîmeti (yenilgiyi) mânevî (ruhsal) bir “Feth” olarak yeniden tanımlamıştır.
* “Takdîm” (Öne Alma) sanatı ile, bu Feth’in esas gâyesinin maddî değil, mânevî (ruhsal) (Mağfiret [Bağışlanma]) olduğunu ilân etmiştir.
* “Mukâbele” sanatı ile, bu Feth’in kalplere nasıl tesir ettiğini (“Sekîne” [Huzur] vs. “Zanne’s-Sev'” [Kötü Zan]) ayırmıştır.
* “Tekrâr” sanatı ile de Allah’ın (C.C.) “Orduları”nın (Cunûd) hem Rahmet (Mü’minler için) hem de Azap (Ceza) (Münâfıklar için) olduğunu perçinlemiştir.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 8-10), Sûre’nin “giriş” (mukaddime) bölümünün (Âyet 1-7) devâmı ve merkezi (eksen/kilit) noktasıdır.
Bir önceki bölüm, “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) ne olduğunu (mânevî bir açılım) ve bu fethin “Sekîne” (Huzur) (Mü’minler) ile “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Münâfıklar) ehlini nasıl ayırdığını tasvir etmişti.
Şimdi nazım (tertip), bu “Feth”in fâilini (Resûlullah [S.A.V.]) ve o “Feth” yolundaki en mühim hâdiseyi (Bey’atü’r-Rıdvân / Rıdvân Biatı) tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 8-10)

1. Feth’in Vâsıtası : Resûl’ün (S.A.V.) Üçlü Vazîfesi (Âyet 8)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz Biz (İnnâ), seni bir şâhit (şâhiden), bir müjdeleyici (mübeşşiren) ve bir uyarıcı (nezîren) olarak gönderdik.” (Fetih, 8)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme), Takdîm (Öne Alma) ve Tertîb (Sıralama).
* Tahlil (Te’kîd): Âyet, (tıpkı Âyet 1 gibi) “İnnâ” (Şüphesiz Biz) ile başlar. Bu “Te’kîd”, Resûlullah’ın (S.A.V.) vazîfesinin ehemmiyetini ve ilâhî tasdîk altında olduğunu perçinler.
* Tahlil (Tertîb / Sıralama): Nazım, Resûlullah’ın (S.A.V.) üç aslî vazîfesini sıralar:
* “Şâhiden” (Şâhit olarak): Bu lafız (söz) öne alınmıştır (Takdîm). Neden? Çünkü “Şâhit” , O’nun (S.A.V.) aslî vazîfesidir. O (S.A.V.), sâdece bir “mektup (risâle)” taşıyıcısı değil, o “Feth”e (Âyet 1), Ashâb’ın “Sekîne”sine (Huzuruna) (Âyet 4) ve Münâfıkların “Kötü Zan”nına (Âyet 6) bizzat şâhitlik (şehâdet) edendir.
* “Mubeşşiren” (Müjdeleyici): Bu, o “Feth”in neticesi olan “Mağfiret” (Bağışlanma) (Âyet 2) ve “Cennet”i (Âyet 5) müjdeleyicidir.
* “Nezîren” (Uyarıcı): Bu da, o “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhiplerinin neticesi olan “Azâb”ı (Cezayı) (Âyet 6) uyarıcıdır.
* Netice: Bu nazım (tertip), (Âyet 1-7’de) anlatılan “Feth” ve “Ayrışma” (Fasl) hâdisesinin , bizzat bu “Şâhit” (Resûlullah [S.A.V.]) eliyle icrâ (yerine getirme) edildiğini ilân eder.

2. “Bey’at”ın (Biatın) Mâhiyeti (Ne Olduğu): “İsti’âre” (Metafor) ve “Tecsîm” (Âyet 10a)
> İktibas ( Meali): “Şüphesiz (İnne) sana biat (yubâyi’ûneke) edenler, ancak (İnnemâ) Allah’a (C.C.) biat (yubâyi’ûnallâh) etmiş olurlar. Allah’ın (C.C.) eli (Yedullâhi), onların ellerinin (eydîhim) üzerindedir…” (Fetih, 10’a)
>
Bu âyet, Sûre’nin kalbidir ve belâgat açısından bir mûcizedir.
* Sanat 1: Çift “Te’kîd” (“İnne”) ve “Kasr” (Sınırlama) (“İnnemâ”).
* Tahlil: Nazım (Tertip), en kuvvetli (güçlü) iki pekiştirme edâtını (aracını) birleştirir: “İnne… İnnemâ…”
* Hikmeti (el-Kasr): Buradaki “İnnemâ” (Ancak), tahlil ettiğimiz “Kasr” (Sınırlama) sanatıdır. Nazım (Tertip), “Sana biat edenler, Allah’a (C.C.) gibi biat ederler” demez. “Ancak (İnnemâ) Allah’a (C.C.) biat ederler” der.
* Nazmın Mânâsı : Bu “Kasr” (Sınırlama), o “Feth” anında (Hudeybiye’de ağacın altında), Resûlullah’ın (S.A.V.) beşerî (insanî) varlığını (hâşâ) aradan kaldırır ve o biatı doğrudan bir “İlâhî Ahid (Sözleşme)” mertebesine yükseltir. Onlar (Ashâb [Peygamberin (S.A.V.) arkadaşları]), Resûl’e (S.A.V.) değil, o Resûl’ün (S.A.V.) şahsında (kişiliğinde) sâdece (İnnemâ) Allah’a (C.C.) söz vermişlerdir.
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” / “Tecsîm”
* Nazım (Tertip): “Yedullâhi fevka eydîhim” (Allah’ın [C.C.] eli, onların ellerinin üzerindedir).
* Tahlil: Biat esnâsında, fiziksel olarak Ashâb’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) ellerinin (el) üzerinde olan el (yed), Resûlullah’ın (S.A.V.) mübârek (kutsal) eliydi (el). Fakat nazım (tertip), bu müşahhas (somut) fiili, o âyetin başındaki mânevî (ruhsal) hakikati (gerçeği) (“Allah’a [C.C.] biat ettiler”) tasvir etmek için bir “İsti’âre” (Metafor) olarak kullanır.
* Hikmeti (Tecsîm): Bu nazım (tertip), o mânevî (ruhsal) biatı müşahhas (somut) bir tabloya (“El”in üzerinde olması) dönüştürür (Tecsîm).
* Nazmın Mânâsı : “Ey Ashâb! O zâhirde Resûl’ün (S.A.V.) eliydi ama hakikatte o elin üzerinde, o ahdi (sözleşmeyi) tasdik eden, o ahde kuvvet veren ve o ahdi (sözleşmeyi) kendi üzerine alan ‘Allah’ın (C.C.) Eli’ (Yedullâh) vardı.” Bu, (Âyet 4’teki) “Sekîne”nin (Huzurun) ve (Âyet 1’deki) “Feth”in aslının ilânıdır (beyanıdır).

3. “Bey’at”ın (Biatın) Neticesi: “Mukâbele” (Âyet 10b)
> İktibas (Meali): “…Artık kim (o ahdini) bozarsa (nekese), ancak (fe innemâ) kendi aleyhine (alâ nefsihî) bozmuş olur. Kim de Allah’a (C.C.) verdiği sözü yerine getirirse (evfâ), (Allah [C.C.] da) ona büyük bir mükâfât (Ecran Azîmâ) verecektir.” (Fetih, 10b)
>
* Sanat: Mukâbele ve Kasr (Sınırlama).
* Tahlil: Nazım (Tertip), o “Bey’at”ın (Biatın) (Ahdin [Sözleşmenin]) iki nihaî neticesini “Mukâbele” ile sunar:
* Taraf 1 (Nekese- Bozmak): “fe innemâ yenkusu ‘alâ nefsihî” (ancak kendi aleyhine bozar).
* Taraf 2 (Evfâ – Vefâ Göstermek): “fe se yu’tîhi Ecran Azîmâ” (Ona büyük mükâfât (ödül) verecektir).
* Hikmeti (el-Kasr): Nazım (Tertip), “bozan” (nekese) için “İnnemâ” (Ancak) edâtı ile “Kasr” (Sınırlama) kullanır. Mânâ şudur: “O ahdini bozan, (hâşâ) Allah’a (C.C.), Resûl’e (S.A.V.) veya o ‘Feth’e zarar (ziyan) verdiğini zannetmesin. O, ancak (İnnemâ) kendi nefsine zarar vermiş olur.” Bu nazım (tertip), ahdini bozanı tahkîr eder ve Allah’ın (C.C.) o ahitten müstağnî (ihtiyaçsız) olduğunu ilân eder.
* Netice (Mukâbele): Bu, (Âyet 2)’deki “Mağfiret” (Bağışlanma) ve (Âyet 5)’teki “Cennet” mükâfâtının nasıl kazanılacağını (“Vefâ”) ve nasıl kaybedileceğini (“Nekese” [Bozmak]) gösteren nihaî bir ayrımdır (fasl).
Nihaî Netice (Bölüm 2)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin kalbidir. Nazım (Tertip), “Feth” hâdisesinin merkezine Resûlullah’ı (S.A.V.) (“Şâhit” olarak) ve Ashâb’ı (“Bey’at” [Biat] ederek) koyar.
Bu nazım (tertip), belâgatın zirvesi olan “Kasr” (Sınırlama) ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) sanatları ile, o beşerî (insanî) biati (“Yedullâhi fevka eydîhim”), doğrudan bir “İlâhî Ahid (Sözleşme)” mertebesine yükseltir ve o “Feth”in ancak bu İlâhî tasdik ile mümkün olduğunu isbat eder.

 

===============•-•===============

 

Bu bölüm (Âyet 11-17), Sûre’nin “Feth” (Fetih) ve “Bey’at” (Biat) merkezinden (ekseninden/kilidinden) sonra, o “Feth”e (Hudeybiye’ye) katılmayıp geride kalan (muhallefûn) Bedevî (Göçebe) Münâfıkların psikolojisini (rûh hâlini [durumunu]) ve hakîkî niyetlerini tahlil eden bölümdür.
Bu nazım (tertip), (Âyet 6)’da zikredilen o “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) mefhûmunun (kavramının) içini açar ve İlâhî İlmin, onların zâhirî mâzeretlerini (bahanelerini) nasıl iptal ettiğini gösterir.
Tahlil Tatbikatı (Uygulaması): Fetih Sûresi (Âyet 11-17)
1. Mâzeret ve Hakîkat Arasındaki “Mukâbele” (Âyet 11)
> İktibas ( Meali): “Bedevîlerin (Göçebelerin) (savaştan) geri kalanları (el-muhallefûn) sana diyecekler ki (Se yekûlu): ‘Bizi mallarımız (emvâlunâ) ve âilelerimiz (ehlûnâ) alıkoydu (şeğaletnâ). Allah’tan (C.C.) bizim için bağışlanma (istiğfâr) dile.’ Onlar, kalplerinde (kulûbihim) olmayan (mâ leyse) şeyi dilleriyle (bi-elsinetihim) söylerler…” (Fetih, 11)
>
* Sanat 1: “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan [Bilinmezden] Haber Verme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Onlar sana dediler ki” demez. “Se yekûlu” (Diyecekler ki…) der. Bu “Îcâz” (Özlülük) ve “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan Haber Verme) sanatıdır.
* Hikmeti: Allah Teâlâ (C.C.), Resûlü’ne (S.A.V.), o Münâfıkların (İkiyüzlülerin) daha Medîne’ye gelip sunacakları o yalan mâzereti, onlar gelmeden önce haber verir. Bu nazım, o mâzereti daha söylenmeden hükümsüz ve iptal kılar.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık) (Dil [Lisan] vs. Kalp.
* Tahlil: Nazım, onların yalanını doğrudan (sarih) tasvir eder: “Yekûlûne bi-elsinetihim (Dilleriyle söylerler) mâ leyse fî kulûbihim (Kalplerinde olmayan şeyi).”
* Hikmeti: Bu, nifâkın belâgatteki tanımıdır. Onların Zâhirî Talebi (“Bağışlanma [İstiğfâr] dile”) ile Derûnî Hakîkatleri (bir sonraki âyette gelen “Kötü Zan” [Zanne’s-Sev’]) arasındaki “Mukâbele” (Karşılaştırmalı Zıtlık), onların o “istiğfâr” (bağışlanma) taleplerinin samîmiyetsizliğini ve alaycılığını (tehekkümünü) isbat eder.

2. Hakîkî Sebep: “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) (Âyet 12)
> İktibas (Meali): “Hayır (Bel)! Siz zannettiniz ki (zanentum), Peygamber (S.A.V.) ve mü’minler âilelerine ebediyen (ebedâ) dönmeyecekler… Bu, kalplerinizde süslendi (zuyyine)… ve siz kötü bir zanda (zanne’s-sev’i) bulundunuz ve helâkı (yok olma) hak etmiş (bûrâ) bir topluluk oldunuz.” (Fetih, 12)
>
* Sanat 1: “el-İdrâb” (Düzeltme ve Geçiş).
* Tahlil: Âyet, “Bel” (Hayır! / Aksine!) edâtı ile başlar. Bu, tahlil ettiğimiz “el-İdrâb” (Düzeltme) sanatıdır. Nazım, onların (Âyet 11’deki) “Mal/Âile” mâzeretini reddeder ve “Bel” diyerek hakîkî sebebe (inanç [akîde] problemine) geçer.
* Hikmeti: Bu nazım (tertip), onların geride kalmasının sebebinin meşgûliyet değil, (Âyet 6’da işâret edilen) inançsızlık (Zanne’s-Sev’ / Kötü Zan) olduğunu ilân eder. Onlar, (hâşâ) Allah’ın (C.C.) kudretinden ve Resûlü’ne (S.A.V.) olan yardımından (nusret) şüphe etmişlerdir (“Aslâ [Ebedâ] dönemeyecekler” zannı).
* Sanat 2: “el-İsti’âre” (“Zuyyine” – Süslendi).
* Tahlil: Onların bu “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’), sâdece bir “düşünce” değildi; o, “zuyyine” (süslendi).
* Hikmeti: Bu “İsti’âre” , Şeytan’ın veya nefislerinin, bu “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’) onların kalplerinde nasıl câzip (çekici), süslü ve mantıklı bir “delil” gibi gösterdiğini tasvir eder.

3. Hükmün Verilmesi: “Münâfık”tan “Kâfir”e Geçiş (Âyet 13)
> İktibas ( Meali): “Kim Allah’a (C.C.) ve Resûlü’ne (S.A.V.) iman etmezse, şüphesiz Biz (fe innâ) o kâfirler (li’l-kâfirîne) için alevli bir ateş (Sa’îrâ) hazırladık.” (Fetih, 13)
>
* Sanat: “el-Fasl” (Ayırma) ve “el-Hükm” (Hüküm Verme).
* Tahlil: Bu âyet, bir önceki (Âyet 12) âyetten “Vâv” (ve) bağlacı olmadan gelir (el-Fasl).
* Hikmeti: Bu, (Âyet 12’deki) o hâlin niçin olduğunun hukûkî açıklamasıdır (beyânıdır). Nazım (Tertip), (Âyet 12)’de “Resûl’ün (S.A.V.) dönemeyeceğini zanneden” o “Muhallefûn”un (Geride Kalanların), bu âyette (Âyet 13) hükmen (hüküm bakımından) “Allah’a (C.C.) ve Resûlü’ne (S.A.V.) iman etmemiş” kimseler olduğunu ilân eder.
* Netice: Nazım, onların statüsünü (hukukî durumunu) “Münâfık”tan (zâhirî alıp, “Kâfir” (derûnî) mertebesine koyar. Zîrâ Allah’ın (C.C.) kudretinden ve vaadinden şüphe etmek, nifâk değil, küfrün ta kendisidir.

4. Yeni İmtihan ve “el-Mukâbele” (Âyet 16-17)
> İktibas (Meali):
> (16) “De ki: ‘Siz, çok güçlü (be’sin şedîd) bir kavme (topluluk) karşı (savaşmaya) çağrılacaksınız… Eğer (Fe in) itaat ederseniz, Allah (C.C.) size güzel bir mükâfât verir. Yok eğer (Ve in), daha önce (min kabl) yüz çevirdiğiniz gibi (kemâ tevelleytum) yüz çevirirseniz, size acıklı bir azap ile azap eder.'”
> (17) “Köre (kör) (a’mâ) zorluk (günah) yoktur, topala (a’rec) zorluk (günah) yoktur, hastaya (marîd) zorluk (günah) yoktur…”
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” ile Tevbe Kapısı.
* Tahlil: (Âyet 13)’te onlara “Kâfir” hükmü verildikten sonra, (Âyet 14) “Dilediğini bağışlar…” âyetiyle bir kapı aralanmıştı. (Âyet 16) ise o kapının nasıl açılacağını gösteren müşahhas (somut) imtihandır.
* Hikmeti: Nazım, o geride kalanlara (muhallefûn) yeni bir imtihan (Zorlu bir kavimle savaş) sunar ve “Mukâbele” sanatı ile iki neticeyi ortaya koyar:
* İtaat Ederlerse: Mükâfât (Ecr-i Hasen). (Bu, onların tevbelerinin kabûlüdür.
* Yine Yüz Çevirirlerse: Azap (‘Azâben Elîmâ). (Bu, onların küfrünün tasdîkidir.
* Lafız Seçimi (“kemâ tevelleytum min kabl”): “Daha önce (Hudeybiye’de) yüz çevirdiğiniz gibi…” Bu “Teşbîh” (Benzetme), onların o ilk cürmünü (suçunu) (Hudeybiye’den kaçış) tescîl eden ve azarlayan (Tevbîh) bir nazımdır (tertibidir).
* Sanat 2: “el-İhtirâs” (İstisnâ [Ayrı Tutma] / Sakınma) (Âyet 17).
* Tahlil: Nazım, (Âyet 16)’da “Savaşa çağrılacaksınız!” gibi mutlak bir emir verdikten hemen sonra, (Âyet 17)’de bu emirden kimlerin muaf olduğunu (Kör, Topal, Hasta) sıralar.
* Hikmeti (İhtirâs): Bu, tahlil ettiğimiz “İhtirâs” (Sakınma) sanatıdır. Nazım, o “zorlu savaş ” emrinin zâlimce veya genelleyici bir emir zannedilmesinden sakınır. Bu nazım, İlâhî Şerîat’ın Adâlet’ini ve Rahmet’ini (mazeret sâhiplerini ayırmasını) perçinler.

Nihaî Netice (Bölüm 3)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, nifâkın psikolojisini (rûh hâlini) deşifre eder.
* “İhbâr bi’l-Gayb” (Gaybdan [Bilinmezden] Haber Verme) ile Münâfıkların mâzeretlerini daha söylenmeden çürütür.
* “Mukâbele” (Dil vs. Kalp) ile onların samîmiyetsizliğini ortaya koyar.
* “el-İdrâb” (Düzeltme) (“Bel” / Hayır) ile onların asıl cürmünün (suçunun), Allah’ın (C.C.) kudretinden şüphe etmek (“Zanne’s-Sev'” / Kötü Zan) olduğunu ve bu cürmün hükmen) “Küfr” (Âyet 13) olduğunu ilân eder.
* Nihâyetinde,o “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhiplerine yeni bir imtihan (Mukâbele) sunarak “Tevbe ” kapısını aralar ve “İhtirâs” (Sakınma) sanatı ile de bu imtihandaki İlâhî Adâlet’i gösterir.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu bölüm (Âyet 18-26), Feth Sûresi’nin “kalbi” (eksen/kilit noktası) olarak kabul edilebilir.
Nazım (Tertip), (Âyet 11-17)’de “Feth”e (Hudeybiyye’ye) iştirâk etmeyen “Muhallefûn”un (Geride Kalan Münâfıkların) o “Kötü Zan”nını (“Zanne’s-Sev'”) tasvir ettikten hemen sonra, kamerayı (Âyet 10)’da zikredilen o “Bey’at” (Biat) ânına çevirir ve o Bey’at’a iştirâk eden Mü’minlerin hakîkî mükâfâtını tasvir etmeye başlar.
Bu bölüm, Sûre’nin başındaki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fetih) (Âyet 1) ilânının sebebini ve mâhiyetini (ne olduğunu) açıklayan bölümdür.
Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 18-26)
1. “Feth”in Aslî Sebebi: “Rıdvân” (İlâhî Râzılık) (Âyet 18)
> İktibas ( Meali): “Andolsun ki (Lekad) Allah (C.C.), o ağacın altında (tahte’ş-şecereh) sana biat ederlerken mü’minlerden râzı (Raziye) olmuştur. (Allah [C.C.]) onların kalplerinde olanı (samîmiyeti) bildi de (fe ‘alime), üzerlerine bir huzur ve güven (es-Sekînete) indirdi ve onlara yakın bir fetih (Fethan Karîbâ) verdi.” (Fetih, 18)
>
Bu tek âyet, Sûre’nin bütün belâgat yükünü taşır:
* Sanat 1: “el-İhbâr bi’l-Mâdî” (Geçmiş Zamanla Haber Verme) ve “Kasem” (Yemin) ile Te’kîd (Pekiştirme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), “Allah (C.C.) râzı olacaktır” demez. “Lekad Raziye…” (Andolsun ki, râzı olmuştur [fiil-i mâzî]) der.
* Hikmeti: Bu “Geçmiş Zaman Kipi”, (Âyet 1)’deki “Feth”in neden geldiğini açıklar. “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), o “Bey’at” (Biat) ânında (Ağacın Altında) kazanılan **”Rıdvân-ı İlâhî” (İlâhî Râzılık)**nın neticesidir. Olay (Hudeybiye), zâhiren “hezîmet” gibi görünse de, derûnen Allah’ın (C.C.) “Rıdvân”ını (Râzılığını) kazandırdığı için, o hakîkî “Feth” idi.
* Sanat 2: “Mukâbele” (Kalplerin Bilinmesi).
* Tahlil: Allah (C.C.), neden onlardan “râzı” oldu? “fe ‘alime mâ fî kulûbihim” (Çünkü onların kalplerinde olanı bildi).
* Hikmeti: Bu nazım, Mü’minlerin kalbi ile Münâfıkların kalbini “Mukâbele” eder:
* (Âyet 12) Münâfıkların Kalbi : “Zanne’s-Sev'” (Kötü Zan) ve “Helâk (Yok olma) Zannı” (zanentum… bûrâ).
* (Âyet 18) Mü’minlerin Kalbi : “Sıdk” (Doğruluk), “Vefâ” ve “İhlâs” (Samîmiyet) (Allah’ın [C.C.] bildiği şey).
* Netice: Allah (C.C.), bu iki kalbi bildi; birine (Münâfıklara) (Âyet 6) “Azâbı (Cezayı)” hazırladı, diğerine (Mü’minlere) (Âyet 18) “Sekîne”yi (Huzuru) indirdi.
* Sanat 3: “Fethan Mubînâ” (Apaçık Fetih) vs. “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih).
* Tahlil (Lafız Seçimi): Nazım, bu âyette iki mükâfâtı zikreder : (1) “es-Sekîne” (Huzur) (Mânevî [Ruhsal] Mükâfât), (2) “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih) (Maddî [Fiziksel] Mükâfât ).
* Hikmeti: Bu “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih), (Âyet 1)’deki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fetih) değildir.
* “Fethan Mübînâ” (Apaçik Fetih): Hudeybiye’nin kendisi olan o mânevî (ruhsal), stratejik ve İlâhî Rıdvân (Râzılık) fethidir.
* “Fethan Karîbâ” (Yakin Fetih): O “Sekîne” (Huzur) ve “Vefâ”nın maddî karşılığı (cezâsı) olan ve Hudeybiye’den hemen sonra gerçekleşen Hayber’in Fethi’dir.

2. “Feth”in Mâhiyeti (Ne Olduğu): Savaşın Durdurulması (Âyet 24)
> İktibas ( Meali): “O , (Mekke vâdisinde) onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların ellerini (eydiyehum) sizden, sizin ellerinizi (eydiyekum) onlardan çekendir (keffe)…” (Fetih, 24)
>
* Sanat: “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) yoluyla “Feth”in Tanımı.
* Tahlil: Bu âyet, (Âyet 1)’deki “Fethan Mübînâ” (Apaçık Fethin) ne olduğunu en açık şekilde tasvir eder.
* Hikmeti (Kinâye): “Keffe’l-Yed” (Eli çekmek), savaşı durdurmak ve barış (sulh) yapmak için kullanılan en beliğ (tesirli) Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım , Ashâb’ın (Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının) “hezîmet (yenilgi)” zannettiği şeyi tersine çevirir. “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih), savaşmak (harb etmek) değildi; savaşın durması (“keffe eydiyekum ‘anhum”- Sizin elinizi onlardan çekmesi) idi. Çünkü asıl “Feth” (kalplerin fethi),  ancak barış (sulh) ortamında olabilirdi.

3. “Feth”in Hikmeti: “Levlâ” (Eğer Olmasaydı…) (Âyet 25)
> İktibas ( Meali): “…Eğer (Mekke’de) kendilerini bilmediğiniz mü’min erkeklerle mü’min kadınları, bilmeyerek ezmeniz (en teta’ûhum)… ve bu yüzden (dolayı) bir vebâle (me’arretun) kapılmanız ihtimâli olmasaydı (Levlâ) (Allah [C.C.] savaşı durdurmazdı)…” (Fetih, 25)
>
* Sanat: “el-İhtirâs” (Sakınma) / “Beyân-ı Hikmet” (Hikmetin Açıklanması).
* Sual: (Âyet 24)’te “Allah (C.C.) savaşı durdurdu” dendikten sonra, Ashâb’ın “Neden durdurdu? Biz gâlip (üstün) gelirdik!” şeklindeki muhtemel sualine bu âyet cevap verir.
* Hikmeti (Levlâ): Nazım, o zâhirî durdurmanın derûnî hikmetini açıklar: “Levlâ…” (Eğer …olmasaydı).
* Nazmın Mânâsı : “Feth”, o “savaşı durdurmaktı”; çünkü o savaş olsaydı, siz (Mü’minler(Mekke’nin içindeki gizli Mü’minleri ) “bilmeyerek ezebilirdiniz” (en teta’ûhum – Çiğnemek/Ezmek). Bu “İhtirâs” (Sakınma) nazmı (tertibi), “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin), Allah’ın (C.C.) kendi gizli evliyâsını (dostlarını) korumak için yaptığı ilâhî bir müdâhale olduğunu gösterir.

4. Nihaî “Mukabele”: “Hamiyyet” (Taassup) vs. “Sekîne” (Huzur) (Âyet 26)
> İktibas (Meali): “O zaman (İz) inkâr edenler, kalplerine o taassubu (el-Hamiyyete), (o) Câhiliye taassubunu (Hamiyyete’l-Câhiliyyeh) yerleştirmişlerdi. Allah (C.C.) da Resûlü’nün (S.A.V.) ve mü’minlerin üzerine huzur ve güvenini (Sekînetehû) indirdi ve onlara takvâ (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluk bilinci) sözünü (Kelimete’t-Takvâ) bağladı…” (Fetih, 26)
>
* Sanat: Nihaî “Mukâbele”
* Tahlil: Bu âyet, “Feth”in niçin “Feth” olduğunun ahlâkî tasviridir. Nazım, Hudeybiye’deki o iki ordunun kalp hâletini karşılaştırır:
* Taraf 1 (Kâfirler): Kalplerinde “el-Hamiyyeh” (Taassup/Kibirli [Büyüklenen] Öfke) vardı. Bu, (Âyet 6)’daki “Zanne’s-Sev'”in (Kötü Zan’nın) tezâhürüdür. Onların fiili ahlâken “mağlûp” idi.
* Taraf 2 (Mü’minler): Kalplerine “es-Sekîne” (Huzur/Vakâr [Ağırbaşlılık]/İtâat) indi. Bu, (Âyet 18)’deki “Rıdvân”ın (Râzılığın) tezâhürüdür.
Onların fiili (Sulhü [Barışı] kabûl etmeleri) ahlâken “gâlip ” idi.
* Netice (Kelimete’t-Takvâ): “Takvâ (Allah’a [C.C.] karşı sorumluluk bilinci) Sözü”, o “Sekîne”nin (Huzurun) neticesidir. O “öfke” (Hamiyyet) yerine “itâat (boyun eğme)” (Takvâ [Allah’a (C.C.) karşı sorumluluk bilinci]) idi. Bu nazım (tertip), gerçek fethin, “öfkeyi (gazab)” yenip “huzûra (sekîne)” ve “itaate ” (Takvâ [Allah’a (C.C.) karşı sorumluluk bilinci]) kavuşmak olduğunu ilân eder.

Nihaî Netice (Bölüm 4)
Fetih Sûresi’nin bu bölümü, Sûre’nin başındaki o “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) müjdesinin delillerini sunar.
* “el-İhbâr bi’l-Mâdî” (Geçmiş Zamanla Haber Verme) (Lekad Radıyallâhu – Andolsun râzı oldu) ile o “Bey’at”ın (Âyet 10) İlâhî tasdikini ve kabulünü ilân eder.
* Allah’ın (C.C.) kalpleri bildiğini (‘alime mâ fî kulûbihim) göstererek, bu tasdikin sebebinin ihlâs (samimiyet) olduğunu ve bunun mukâbilinin (Münâfıkların “Zanne’s-Sev'”i [Kötü Zannı]) olduğunu perçinler.
* “Fethan Mubînâ” (Apaçık Fetih) (Hudeybiyye’nin rûhu) ile “Fethan Karîbâ” (Yakın Fetih) (Hayber’in maddesi) arasındaki farkı ve sebeb-sonuç ilişkisini kurar.
* Ve nihâyetinde, o “Feth”in (Hudeybiyye’de durmanın) en derin hikmetini (Levlâ… – Mekke’deki mü’minleri korumak) açıklar.
* Sûre, “Câhiliye Taassubu” (el-Hamiyyeh) ile “İlâhî Huzur” (es-Sekîne) arasında son bir “Mukâbele” yaparak, gerçek fethin “kalp” fethi olduğunu mühürler.

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu, Feth Sûresi’nin “Hâtime” (Sonuç) bölümüdür (Âyet 27-29) ve Sûre’nin başından beri işlenen “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) mefhûmunun (kavramının) nihaî gâyesini (maksadını) ve cihan şümul (evrensel) neticesini ilân eden mühür âyetleridir.
Bu nazım (tertip), Hudeybiye seferinin zâhirî sebebi olan “Rü’yâ”yı tasdîk eder, o “Feth”in aslî gâyesini (İslâm’ın üstünlüğü) ilân eder ve o “Feth”i) gerçekleştirecek olan “Ordunun” (Muhammed [S.A.V.] ve Ashâbı vasfını ve misyonunu tasvir eder.

Tahlil Tatbikatı : Fetih Sûresi (Âyet 27-29)
1. “Feth”in Başlangıç Noktası: “Rü’yâ”nın Tasdîki (Âyet 27)
> İktibas ( Meali): “Andolsun ki (Lekad) Allah (C.C.), Resûlü’nün (S.A.V.) rüyâsını (er-Ru’yâ) hak (bi’l-hakk) olarak doğru (Sadaka) çıkardı. Allah (C.C.) dilerse, siz… Mescid-i Harâm’a gireceksiniz (Le tedhulunne)…” (Fetih, 27)
>
* Sanat: Te’kîd (Pekiştirme) (“Lekad” ve “Le…”) ve “el-İhtirâs” (Sakınma).
* Tahlil (Te’kîd): Hudeybiye seferi, Resûlullah’ın (S.A.V.) gördüğü “Mekke’ye emniyetle girdiklerine” dâir “Rü’yâ” üzerine başlamıştı. Zâhiren bu rü’yâ gerçekleşmemiş gibi göründü (Bu, Münâfıkların [Âyet 12] “Zanne’s-Sev'” [Kötü Zannı] dediği şeyin bir parçasıydı).
* Hikmeti (Te’kîd): Nazım , en kuvvetli iki “Te’kîd” edâtı ile cevap verir: “Lekad Sadakallâhu…” (Andolsun ki Doğru çıkardı…) ve “…Le tedhulunne” (…Mutlaka gireceksiniz).
* Nazmın Mânâsı : Bu nazım ; (Âyet 1)’deki “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fethin) (Hudeybiye Sulhü’nün [Barışının]), o “Rü’yâ”nın iptali değil, o “Rü’yâ”ya giden yolun ta kendisi olduğunu ilân eder. O “Feth”
(Sulh), o “Giriş”in (Duhûl) kapısını açmıştır.

2. “Feth”in Nihaî Gâyesi : “el-İzhâr ‘ale’d-Dîn” (Dînin Gâlip Gelmesi) (Âyet 28)
> İktibas (Meali): “O, Resûlü’nü (S.A.V.) hidâyet (doğru yol) ve hak din ile gönderendir. Onu, bütün dinlere gâlip (li yuzhirahû ‘ale’d-dîni kullihî) kılmak için… Şâhit olarak Allah (C.C.) yeter.” (Fetih, 28)
>
* Sanat: “el-İ’tirâz” (Ara Cümle) ve “Beyân-ı Gâye” (Gâyenin Açıklanması).
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin bütün bağlamını (bağlantısını/açısını) değiştirir. Nazım, (Âyet 27)’de “Mekke’ye girmek” gibi mahallî bir hedeften bahsederken, âniden Resûl’ün (S.A.V.) gâyesini cihan şümul bir mertebeye taşır.
* Hikmeti: Bu nazım , “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) (Hudeybiye’nin), sâdece “Mekke’ye girmek” olmadığını; onun İslâm’ın “ale’d-dîni kullihî” (Bütün dinlere üstün (zâhir) gelme projesinin başlangıcı olduğunu ilân eder.
* Netice: (Âyet 1)’deki “Feth”, artık sâdece Hudeybiye değil, İslâm’ın bütün dünyaya fethinin adıdır.

3. “Feth”in Ordusu: “el-Mukâbele” ve “et-Teşbîh” (Âyet 29)
Bu âyet, Sûre’nin en beliğ (tesirli) âyetidir ve o “cihan şümul” fethi (Âyet 28) kimin yapacağını tasvir eder.
> İktibas ( Meali): “Muhammed (S.A.V.), Allah’ın (C.C.) Resûlü’dür (Resûlullâh). Ve (وَ) O’nunla (S.A.V.) berâber (me’ahû) olanlar (Ashâb [Peygamberin (S.A.V.) arkadaşlarının]), kâfirlere karşı çok çetin (Eşiddâ’u), kendi aralarında çok merhametlidirler (Ruhamâ’u)…” (Fetih, 29’a)
>
* Sanat 1: “el-Mukâbele” (Celâl [Azamet (Büyüklük)] ve Cemâl [Güzellik]).
* Tahlil: Nazım, o “Ordunun” (Ashâb’ın mâhiyetini iki zıt kutupla tasvir eder:
* “Eşiddâ’u ‘ale’l-Kuffâr” (Kâfirlere Karşı Çetin): Bu, onların “Celâl” (Azamet [Büyüklük]) (Savaş /Adâlet) yönüdür. Bu, (Âyet 6)’daki Münâfıklara ve (Âyet 26)’daki “Hamiyyet” (Taassup) sâhiplerine karşı olan duruşlarıdır.
* “Ruhamâ’u Beynehum” (Aralarında Merhametli): Bu, onların “Cemâl” (Güzellik) (Barış /Rahmet) yönüdür. Bu, (Âyet 4, 18, 26)’da zikredilen “Sekîne” (Huzur) ve “Rıdvân”ın (Râzılığın) kendi aralarındaki tezâhürüdür.
* Hikmeti: Gerçek “Feth” ordusu, bu iki zıt vasfı (Şiddet ve Merhamet) aynı anda ve dengede (mîzânda) tutabilen ordudur.
> İktibas (Meali): “…Onların misâli (meseluhum) Tevrat’ta da böyledir. İncil’deki misâlleri (misâl) ise şöyledir: O, bir ekin (zer’in) gibidir ki, filizini (şat’ehû) çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş (fe âzerehû), kalınlaşmış (fe’steğleza) da gövdesinin (sûkıhî) üzerine dikilmiştir (fe’stevâ). Bu, ekincilerin (zürrâ’) hoşuna gider. (Allah [C.C.] bu misâli) kâfirleri öfkelendirmek (li yağîza bihimu’l-kuffâr) için (verdi)…” (Fetih, 29b)
>
* Sanat 2: “İsti’âre-i Temsîliyye” (Alegorik Metafor) / “Tekrâr”.
* Tahlil: Sûre’nin sonu, o “Ordu”yu (Ashâb’ı bir “Ekin”e (Zer’) benzetir.
* Hikmeti (İsti’âre): Bu “İsti’âre” (Metafor), Sûre’nin bütün hikâyesini özetler:
* “Zer’in” (Ekin): İslâm’dır.
* “Ahrace Şat’ehû” (Filizini çıkardı): Bu, Mekke’deki o zayıf başlangıçtır.
* “Fe âzerehû” (Kuvvetlendirdi): Medîne’deki hicret ve güçlenmedir.
* “Fe’steğleza fe’stevâ ‘alâ Sûkıhî” (Kalınlaştı ve Gövdesinin Üzerine Dikildi): Bu, Hudeybiye’dir (Feth-i Mübîn). Artık o “filiz” (şat’), dış desteğe (yardıma) ihtiyâcı olmayan, kendi gövdesi (sûk) üzerinde duran olgun bir “Ekin” (Zer’) olmuştur.
* Netice: Bu nazım (tertip), (Âyet 1)’deki “Feth”in neden “Feth” olduğunu bir kez daha tasdik eder: Çünkü Hudeybiye, İslâm ekininin “kendi ayakları üzerinde durduğu” (festevâ ‘alâ sûkıhî) andır.
* Hikmeti (Kapanış): “…li yağîza bihimu’l-küffâr” (Kâfirleri öfkelendirmek için). Bu kapanış, (Âyet 26)’daki kâfirlerin “Hamiyyet”ine (Taassup) ve (Âyet 12)’deki Münâfıkların (“Zanne’s-Sev'”ine (Kötü Zannı) nihaî cevaptır. Onların o “Kötü Zan”nı (Zanne’s-Sev’) (Mü’minler helâk olacak), tam tersine dönmüş; Mü’minlerin o görkemli (ihtişamlı) yükselişi, kâfirler için nihaî bir “öfke” (ğayz) kaynağı olmuştur.

Nihaî Küllî Netice (Sûre’nin Tamamı)
Feth Sûresi, zâhirî bir “hezîmet”in (yenilgi), İlâhî nazarda (bakışta) nasıl bir “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olduğunu isbat eden bir belâgat mûcizesidir.
Nazım (Tertip):
* “Feth” mefhûmunu maddî savaştan mânevî “Rıdvân”a (Râzılığa) ve “Sekîne”ye (Huzura) taşır (Âyet 1, 4, 18).
* Bu “Feth”i, “Kötü Zan” (Zanne’s-Sev’) sâhibi Münâfıklar ile “Rıdvân” (Râzılık) sâhibi Mü’minler arasında bir “Ayırıcı” (Fâsıl) olarak kullanır (Âyet 6 vs. 18).
* “Bey’at” (Biat) hâdisesini (“Yedullâhi fevka eydîhim”) kutsallaştırarak (takdîs), bu Feth’in (Fethin) İlâhî bir tasdik (doğrulama) altında olduğunu “Tecsîm” (Somutlaştırma) eder (Âyet 10).
* Ve Sûre’yi, bu Feth’in gâyesinin cihan şümul olduğunu (Âyet 28) ve bu gâye için seçilen “Ordunun” (Ashâb’ın (Âyet 29), tıpkı kendi gövdesi üzerinde duran bir ekin (zer’) gibi “olgunlaştığını” bir “İsti’âre” ile mühürler.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

KEHF SURESİNİN BELAĞATI

 

Kehf Sûresi, İslâmî geleneğin en mühim Sûrelerinden biridir.
Diğer tahlil ettiğimiz Sûrelerin (Yâsîn, Mülk, Nebe’ vb.) aksine Kehf Sûresi, tek bir beliğ hitâbet üzerine değil, bir “Mukaddime” (Giriş) ve bir “Hâtime” (Sonuç) arasına yerleştirilmiş dört büyük “Kıssa”nın (Ashâb-ı Kehf, İki Bahçe Sâhibi, Mûsâ [A.S.] ve Hızır [A.S.], Zülkarneyn [A.S.]) nazmı üzerine kuruludur.

İlk olarak, Sûre’nin “anahtarı” (miftâhı) olan ve Sûre’deki bütün kıssaların niçin anlatıldığını açıklayan “Mukaddime” (Giriş) bölümünü (Âyet 1-8) tahlil

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 1-8)
Bu “Mukaddime” (Giriş), Sûre’nin gâyesini (tebliğ , mevzûsunu (fitne [imtihan]) ve çözümünü (fânîlik [geçicilik] idrâki [anlayışı]) ilân eden bir fihrist (özet) gibidir.

1. Sûre’nin Ekseni: “Hamd” (Övgü) ve “İstikâmet” (Doğruluk) (Âyet 1-2a)
> İktibas ( Meali):
> (1) “el-Hamdu (Hamd) lillâhillezî… Kitâb’ı (Kitap) indirdi ve (وَ) onda hiçbir eğrilik (ivecâ) kılmadı.”
> (2) “(Onu) dosdoğru (Kayyimen) (bir rehber) olarak (indirdi)…”
>
* Sanat 1: “el-Hamd” (Övgü) ile Başlama (Berâ’at-i İstihlâl).
* Sual: Bu Sûre, “Fitne” (İmtihan) Sûresi olarak bilinir (Ashâb-ı Kehf’in [İnanç Fitnesi], Bahçe Sâhibinin [Mal Fitnesi] vb.). Neden böyle zorlu bir Sûre, “Hüzün ” veya “Tehdit ” ile değil de “el-Hamdu” (Övgü) ile başlar?
* Hikmeti (Berâ’at-i İstihlâl): Bu, “Hamd”in en beliğ (tesirli) kullanımıdır. Nazım (Tertip), Sûre’nin bütün fitnelerine (imtihanlarına) karşı Mü’minin alması gereken aslî tavrın “Hamd” olduğunu daha ilk kelimede ilân eder. “Fitne” (İmtihan) ancak “Hamd” nazarı ile aşılır.
* Sanat 2: “Te’kîd bi’n-Nefy” (Olumsuzlama ile Pekiştirme).
* Tahlil: Nazım, “Kitâb’ı dosdoğru indirdi” demez. “Ve lem yec’al lehû ‘ivecâ” (Ve ONDA HİÇBİR EĞRİLİK KILMADI) der.
* Hikmeti: Belâgatte, olumsuzu nefyetmek (olumsuzlamak) (Eğriliği [İvec] reddetmek, olumluyu ispat etmekten (Doğru [Müstakîm] demekten) daha kuvvetli bir Te’kîddir (Pekiştirmedir). Bu nazım (tertip), Kur’ân’ın mutlak ve kusursuz bir istikâmet üzere olduğunu, (bir sonraki âyetlerde gelecek olan) “eğri” (ivec) zanlara (Allah’ın çocuğu olduğu zannı) karşı perçinler.
* Netice (Âyet 2): O Kitap “eğri” (ivec) değildir; bilâkis,”Kayyimen” (Dosdoğru/Koruyucu/Rehber)dir.

2. Sûre’nin Gâyesi : “el-Mukâbele” (Âyet 2b-5)
* Nazım: Bu “Kayyim” (Dosdoğru) Kitâb’ın iki gâyesi vardır (Mukâbele :
* (Âyet 2b) “Li yunzira…” (Uyarmak için): Kimi? (Âyet 4) “Allah çocuk edindi (ittehazallâhu veledâ)” diyenleri. Bu, Sûre’deki birinci ve en büyük “Fitne”dir (İnanç Fitnesi).
* (Âyet 2c) “Ve yubeşşira…” (Müjdelemek için): Kimi? (Âyet 3) “Salih amel işleyenleri” (Onlara “Ecr-i Hasen” [Güzel Mükâfât] vardır).
* Sanat (Âyet 5): “Tesfîh” (Ahmak İlân Etme).
* Tahlil: Nazım (Tertip), (Âyet 4)’teki o “büyük fitne”yi (Allah’ın çocuğu olduğu zannı) nasıl çürütür? “Mâ lehum bihî min ‘ilmin” (Onların bu hususta hiçbir ilmi yoktur).
* Hikmeti: Bu, belâgatte “Tesfîh” (Ahmak İlân Etme) sanatıdır. Nazım, onların delillerini çürütmez; zîrâ ortada bir “delil” yoktur. Onların iddiâsının temelden “ilimsiz” ve boş olduğunu ilân eder. “Keburat kelimeten” (Ne büyük [dehşetli] bir söz!) diyerek de bu cehâletin büyüklüğünü Tehvîl (Dehşete Düşürme) sanatı ile tasvir eder.

3. Sûre’nin “Anahtar Âyetleri” (Eksen/Kilit Âyetler): “Zînet” (Süs) ve “Sa’îd” (Toprak) (Âyet 6-8)
Bu üç âyet, Kehf Sûresi’nin tamâmının özetidir ve dört kıssanın anahtarıdır.
> İktibas (Meali):
> (6) “(Ey Muhammed [S.A.V.]!) Demek onlar bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, onların arkasından üzülerek (esefâ) neredeyse kendini helâk edeceksin (bâhi’un)!”
> (7) “Şüphesiz Biz (İnnâ), yeryüzünde (arz) olan şeyleri ona (arz) bir süs (Zîneten) kıldık. Onları imtihan edelim (li nebluvehum) diye…”
> (8) “Ve (وَ) şüphesiz Biz (ve İnnâ), onun (arz) üzerindekileri kupkuru bir toprak (Sa’îden Curuzâ) yapacağız.”
>
* Sanat 1 (Âyet 6): “el-İstifhâm et-Te’essüfî” (Üzüntü Suali).
* Tahlil: “Fe le’alleke bâhi’un nefseke…” (Kendini helâk mı edeceksin?)
* Hikmeti: Bu Retorik Soru, (Âyet 4-5)’teki o büyük fitneye (imtihana) (Şirk’e karşı Resûlullah’ın (S.A.V.) duyduğu o derin (şedîd) üzüntüyü (esef) tasvir eder. Bu nebevî (peygamberî) tavır (“bâhi’un” / kendini helâk etme derecesinde üzülme), bir sonraki kıssanın (Ashâb-ı Kehf) girişidir. Ashâb-ı Kehf de kavimlerinin şirki yüzünden aynı “esef” (üzüntü) ile o “fitne”den (imtihandan) kaçıp mağaraya (Kehf) sığınmışlardır.
* Sanat 2 (Âyet 7): Sûre’nin Tezi: “Zînet” (Süs) ve “Nebluvehum” (İmtihan.)
* Tahlil: Bu âyet, Sûre’nin tezidir.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): Nazım, “Dünyayı ‘nimet’ kıldık” demez; “Zîneten” (Süs) kıldık der. “Zînet” (Süs), geçici (fânî), aldatıcı (ğurûr) ve imtihan vesîlesi (fitne [imtihan]) olan şeye denir.
* Gâye (Maksat) Nedir? “Li nebluvehum” (Onları imtihan etmek için).
* Netice: Bu âyet, Sûre’deki bütün kıssaların sebebini açıklar:
* (Kıssa 2) Bahçe Sâhibi : “Zînet”in (Süs) (Mal/Mülk [Hâkimiyet]) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 4) Zülkarneyn (A.S.): “Zînet”in (Süs) (Güç/Sultâ) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 3) Mûsâ (A.S.): “Zînet”in (Süs) (İlim [Bilgi]/Mârifet) fitnesidir (imtihanıdır).
* (Kıssa 1) Ashâb-ı Kehf: O “Zînet” (Süs) (Şirk toplum fitnesinden (imtihanından) kaçıştır (firâr).
* Sanat 3 (Âyet 8): Sûre’nin Çözümü: “el-Mukâbele”.
* Tahlil: Bu âyet, (Âyet 7)’nin tam zıddıdır (Mukâbele).
* (Âyet 7) “Zîneten” (Süs / Güzellik [Cemâl] / Hayat)
* (Âyet 8) “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak / Çıplak Düzlük / Ölüm [Mevt])
* Hikmeti: Bu Mukâbele, (Âyet 7)’deki “Fitne”nin (İmtihanın) çözümüdür (hall). Sûre’nin tamamı bu iki âyet arasındadır.
* Nazmın Mânâsı : “Dünyanın ‘Zînet’ (Süs) olduğuna (Âyet 7) aldanan fitneye (imtihana) düşer (Bahçe Sâhibi gibi); o ‘Zînet’in (Süs) bir gün ‘Sa’îden Curuzâ’ (Kupkuru Toprak) olacağını bilen ise, o fitneden (imtihandan) kurtulur (Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn [A.S.] gibi).”
Nihaî Netice (Bölüm 1)
Kehf Sûresi’nin bu “Mukaddime” (Giriş) nazmı, Sûre’nin bütün kıssalarını anlamak için mûcizevî bir “anahtar” (miftâh) sunar.
Nazım (Tertip), Sûre’nin gâyesini (maksadını) (Fitnelere [İmtihanlara] karşı “Kayyim” [Dosdoğru] bir rehber olmak) ilân eder. Ve bu fitnelerin (imtihanların) aslî kaynağını (aslını) (Âyet 7: Dünyanın bir “Zînet” [Süs] olması) ve o fitnelerin (imtihanların) aslî çözümünü (Âyet 8: O “Zînet”in (Süs) “Sa’îden Curuzâ” [Kupkuru Toprak] olacağını bilmek) mükemmel bir Mukâbele sanatı ile ortaya koyar.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan ilkidir.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7-8) ortaya konan o “Fitne” (İmtihan) tezinin ilk müşahhas (somut) tatbikatıdır. Bu, “Zînet” (Süs) (Âyet 7) olarak sunulan “İnanç Fitnesi”dir (yâni şirkin ve küfrün ictimâî hâkimiyeti.
Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) hikâyesi, o “Zînet” (Süs) fitnesinden (imtihanından) kaçıp, (Âyet 8)’deki “Sa’îden Curuzâ”nın (Kupkuru Toprağın) bir misâli olan “el-Kehf”e (Mağara) sığınarak kurtuluş (halâs) bulanların kıssasıdır.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 9-26)
1. Kıssanın Girişi: “İstifhâm” (Soru) ve “Duâ” (Yakarış) (Âyet 9-10)
> İktibas ( Meali):
> (9) “Yoksa sen, (sâdece) Kehf ve Rakîm ashâbının (Mağara ve Kitâbe arkadaşlarının), bizim şaşılacak (acebâ) âyetlerimizden (işaret) olduğunu mu sandın?”
> (10) “O (gençler) mağaraya sığındıklarında (eve’l-fityetu) demişlerdi ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet (Rahmeten) ver ve (وَ) işimizde (emrinâ) bize bir doğru yol/kurtuluş (Reşedâ) hazırla!'”
>
* Sanat (Âyet 9): “İstifhâm-ı İnkârî” (Reddetme Amaçlı Retorik Soru).
* Sual: Allah Teâlâ (C.C.), neden bu muazzam kıssaya “Onların hâli ne kadar şaşırtıcıydı!” gibi bir “Ta’accüb” (Şaşırma) cümlesiyle değil de “Sen bunu şaşırtıcı mı sandın?” şeklinde bir Retorik Soru ile başlar?
* Hikmeti: Bu “İstifhâm” (Soru), o kıssayı küçümsemez (tahkîr etmez). Bilâkis, o kıssayı kâinât delilleri (Göklerin ve Yerin yaratılışı [halk]) ile kıyaslar.
* Nazmın Mânâsı : “Ey Muhatap! Sen Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Arkadaşları) hâlini ‘şaşırtıcı’ (aceb) buluyorsun da her gün gördüğün Göklerin, Yerin ve (bir sonraki kıssadaki gibi) ölü topraktan (sa’îd) hayat çıkarma âyetlerimi (işaret) ‘şaşırtıcı’ bulmuyor musun?” Bu nazım (tertip), muhatabın nazarını düzeltir.
* Sanat (Âyet 10): Hususî (Özel) Lafız Seçimi (“Rahmet” ve “Reşed”).
* Tahlil: Bu “fitye” (gençler), (Âyet 7)’deki o “Zînet” (Süs) (Şirk toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçtılar. Onların duâsı , bu kıssanın çözümüdür. Onlar ne istediler?
* “Rahmeten” (Rahmet): (Dünyevî “Zînet” yerine İlâhî himâye ve merhamet.
* “Reşedâ” (Doğru Yol): (Fitnenin [İmtihanın] getirdiği kafa karışıklığı [teşevvüş] yerine) doğru yolu (sırat-ı müstakîm) bulma, mânevî rehberlik.
* Netice: Onlar, “Zînet”e (Süs) karşı “Zafer (Nasr)” veya “Mal” istemediler. “Fitne”ye (İmtihana) karşı mânevî (“Rahmet” ve “Reşed”) bir sığınak istediler.

2. İlâhî Himâye: “Kinâye” ve “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Âyet 11, 14, 17-18)
* Sanat (Âyet 11): “Kinâye” (Dolaylı Anlatım).
* Nazım (Tertip): “Onları uyuttuk” (fe enemnâhum) demez. “Fe darebnâ ‘alâ âzânihim” (Biz de onların kulaklarına vurduk/perdeledik) der.
* Hikmeti: Bu, mûcizevî bir “Kinâye” (Dolaylı Anlatım) sanatıdır. Uykuyu bozan en mühim fâil sestir (savt). Nazım, onların uykusunun (nevm) ne kadar derin ve kesintisiz olduğunu ifâde etmek için, o uykuyu bozan âletin (Kulak / Sem’) kapatıldığını (“Darebnâ” / Vurduk) tasvir eder.
* Sanat (Âyet 14): “İsti’âre” / “Tecsîm” (Somutlaştırma).
* Nazım:”Onları cesur (şücâ’) kıldık” demez. “Ve rabatnâ ‘alâ kulûbihim” (Ve onların kalplerini bağladık/pekiştirdik) der.
* Hikmeti: Bu, (Âyet 10)’daki “Reşed” (Doğru Yol) talebinin cevabıdır. O “Sebât”, mücerret (soyut) bir mefhûmdur . Nazım, o “Sebât”ı kalplerine müşahhas (somut) bir “Ribât” (Bağ) atılmış gibi “Tecsîm” eder. Bu “Rabt” (Bağ), onların o “Fitne” (İmtihan) (Zâlim Kral) karşısında “Kıyâm” etmelerini sağlamıştır.
* Sanat (Âyet 17): “Tecsîm” (Somutlaştırma) (Güneş’in [Şems] İtâati.
* Nazım: “…Güneş’i (Şems) görürsün… (mağaralarından) sağa eğilip geçer (tezâveru)… sola makaslayıp (takriduhum) giderdi…”
* Hikmeti: Bu, (Âyet 10)’daki “Rahmet” talebinin cevabıdır. Nazım, cansız olan Güneş’e, irâdeli (akıllı [âkil]) fiiller (“Tezâveru” / Ziyâret edip kaçınan, “Takriduhum” / Makaslayan [Kesip bırakan]) isnat eder. Bu “Tecsîm” (Somutlaştırma), o kozmik (kâinî) “Zînet”in (Süs) (Güneş [Şems]) bile, Allah’ın emriyle o gençlere hizmet ettiğini ve o “Fitne”den (İmtihandan) (Güneşin [Şems] yakıcılığı) korunduklarını gösterir.

3. Çözüm: “Fitne”den (İmtihandan) Kaçışın “Delil”e Dönüşmesi (Âyet 19-21)
* Nazım (Tertip): “Ve kezâlike be’asnâhum…” (Ve böylece onları uyandırdık…) (Âyet 19). “…(Şehirdekiler) ‘Üzerlerine bir binâ (anıt) yapın’ dediler…” (Âyet 21).
* Sanat: “Beyân-ı Hikmet” (Hikmetin Açıklanması).
* Tahlil: Onlar (Ashâb-ı Kehf), (Âyet 16)’da “İ’tizâl” (Terk etme/Kaçma) yolunu seçtiler. Zâhiren bu, pasif bir “firâr” idi. Fakat Allah Teâlâ onların bu pasif “firâr”ını 309 yıl sonra, aktif bir “Delil”e dönüştürdü.
* Hikmeti: Onlar (Ashâb-ı Kehf) Şirk Fitnesinden kaçtılar; uyandıklarında ise Ba’s (Ölümden Sonra Diriliş) Fitnesi (Dirilişten şüphe) yaşayan bir kavme delil (“Âyet”) oldular (Âyet 21).
* Netice: Bu nazım, “Zînet” (Süs) (Âyet 7) fitnesinden Allah için kaçan (“İ’tizâl”) birinin, Allah tarafından yeni bir devrin “Delil”i (Âyet) olarak nasıl kullanılacağını gösterir.

4. Kıssadan Hisse: “el-Hazf” (Sükût Etme) ve “Edeb Öğretme” (Âyet 22, 23-24)
* Sanat (Âyet 22): “el-Hazf” (Sükût Etme) / “Lafız Seçimi”.
* Nazım (Tertip): “Diyecekler ki: ‘Üçtür…’ … ‘Beştir…’ … ‘Yedidir…'” (Âyet 22).
* Hikmeti: Nazım , kıssanın detaylarını (Güneşin hareketi, köpeğin [kelb] duruşu [Âyet 17-18]) uzun uzun tasvir ederken, lüzûmsuz detayı (Onların sayısı) “Hazf” (Sükût Etme) eder ve bu tartışmayı “recmen bi’l-ğayb” (gayba taş atma) olarak tahkîr eder.
* Netice (Ta’lîm-i Edeb): Bu nazım , muhataba (ve Resûlullah’a [S.A.V.]) bir edeb (usûl) öğretir: Kur’ân’ın gâyesi târih detayı vermek değil, o kıssadan hidâyet (“Reşed” [Doğru Yol] – Âyet 10) çıkarmaktır.

Nihaî Netice (Bölüm 2)
Ashâb-ı Kehf kıssası, Sûre’nin ana tezi olan “Fitne” (İmtihan) karşısındaki duruşun ilk misâlidir.
Nazım, (Âyet 7)’deki o “Zînet” (Süs) fitnesinin (imtihanının) (Şirk toplumu) tek çözümünün (hall), o “Zînet”ten kaçmak (“İ’tizâl”) ve (Âyet 8)’deki “Toprak”ı (Sa’îd) (yâni Mağarayı [Kehf]) tercih etmek olduğunu gösterir.
Bu tercihin (ihtiyâr) mükâfâtı ise, doğrudan İlâhî “Rahmet” (Güneşin emre girmesi) ve “Reşed” (Doğru Yol) (Kalplerin “Rabt” [Bağlanma] edilmesi) olmuştur.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan ikincisidir.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7) ortaya konan “Zînet” (Süs) mefhûmunun en doğrudan (sarih) ve en müşahhas (somut) misâlidir. Bu, “Mal ve Evlât (Benûn) Fitnesi”dir (Âyet 46).
Bir önceki kıssada (Ashâb-ı Kehf), gençler “Zînet”in (Şirk toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçmışlardı (“Firâr”). Bu kıssada ise, kahramanımız “Zînet”in (Mal/Mülk [Hâkimiyet]) tam ortasına düşer ve o “Fitne” (İmtihan) ile doğrudan (sarih) imtihan olur.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 32-46)

1. “Fitne”nin (İmtihanın) Kurulması: “el-Mesel” (Misâl/Benzetme) (Âyet 32-34)
> İktibas ( Meali):
> (32) “Onlara iki adamı misâl (meselen) getir: …birine iki üzüm bağı (Cenneteyn) vermiştik… ikisinin arasından bir de nehir (neharâ) akıtmıştık.”
> (33) “Her iki bağ da ürününü (ukulehâ) vermiş ve (وَ) ondan hiçbir şeyi eksik (zulm) bırakmamıştı…”
> (34) “…(O bahçe sâhibi) arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: ‘Ben (Ene) senden daha zenginim (ekseru… mâlen) ve (وَ) daha güçlüyüm (e’azzu neferâ).'”
>
* Sanat 1: “Darbu’l-Mesel” (Misâl Getirme).
* Tahlil: Nazım, “İki adam vardı…” demez; “Vadrib lehum Meselen” (Onlara bir Misâl Getir, der.
* Hikmeti: “Misâl” (Mesel), yaşanmış bir kıssadan daha tesirlidir (beliğdir). Çünkü “Misâl (Benzetme)”, o hâdisenin (olayın) her devirde tekrâr edilebilecek cihan şümul bir “Fitne” (İmtihan) modeli olduğunu gösterir.
* Sanat 2: “Muktezâ-i Hâl” (Durumun Gereği) (Âyet 32-33).
* Tahlil: Nazım ,o “Zînet”i (Âyet 7) tasvir ederken hiçbir noksan bırakmaz: İki Cennet (Bahçe), etrâfı çevrili, ortasında nehir tam (kâmil) verim (“ukulehâ”), ve hiçbir eksiklik (zulm) yok (“lem tazlim”).
* Hikmeti: “Fitne”nin (İmtihanın) kâmil (tam) olabilmesi için, “Zînet”in (Süs) de kâmil ve kusursuz olması gerekir. Eğer bağ (bahçe) kusurlu olsaydı, sâhibinin (bir sonraki âyetteki) o kibri (büyüklük taslama) (“Ene ekseru…”) için bir mâzeret (bahane) kalmazdı.
* Sanat 3: “el-Hükm” (Karar) (Âyet 34).
* Tahlil: Fitne (İmtihan) nedir? “Ene ekseru minke mâlen ve e’azzu neferâ.”
* Hikmeti: Fitne (İmtihan), “Bahçe” (Cennet) değildir. Fitne o bahçenin (cennet) sâhibinin kalbindeki o “ENE” (BEN) (Enâniyet [Ego]) lafzıdır. O, o “Zînet”i (Süs) (Mal/Güç) kendinden (nefs) bilmiş ve Allah’ı unutmuştur. Bu, (Âyet 7)’deki “Zînet”in nasıl “Nebluvehum” (İmtihan Ederiz) olduğunun müşahhas (somut) tasviridir.

2. Fitne’nin (İmtihanın) Zirvesi ve Çözümün (Hall) Sunulması (Âyet 35-41)
> İktibas ( Meali):
> (35) “Bağına (Cennet) girerken nefsine zulmederek (zâlimun li-nefsihî) girdi (ve) dedi ki: ‘Bu (bahçenin) ebediyen (ebedâ) yok olacağını (tebîde) sanmıyorum!'”
> (36) “Ve (وَ) Kıyâmet’in (Sâ’at) kopacağını da sanmıyorum (zannetme)…'”
> (37) “Arkadaşı (Sâhib) ona dedi ki: ‘…Seni topraktan (Turâbin) yaratanı mı inkâr ettin?'”
> (39) “‘Bağına (Cennet) girdiğinde “Mâşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh” (Allah ne güzel dilemiş! Güç (Kuvvet) ancak Allah’tandır!) demen gerekmez miydi?'”
>
* Sanat 1 (Âyet 35): “Fitne”nin (İmtihanın) Sûre’nin Teziyle Çatışması.
* Tahlil: Kâfir adamın sözü: “Mâ ezunnu en tebîde hâzihî Ebedâ” (Bunun ebediyen (ebedâ) yok olacağını sanmıyorum).
* Hikmeti (Mukâbele): Bu cümle, Kehf Sûresi’nin bütün gâyesine (maksadına) doğrudan (sarih) bir isyan ve *mukâbeledir.
* Sûre’nin Tezi (Âyet 8): Bütün “Zînet” (Süs) (Bahçe) bir gün “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak / YOK) olacaktır.
* Fitne’nin (İmtihanın) Zannı (Âyet 35): Bu “Zînet” (Süs) (Bahçe) “Ebedâ” (EBEDÎ / VAR) olacaktır.
* Netice: Kıssa bu iki zıt iddiâdan hangisinin hak olduğunu isbat etmek üzerine kuruludur.
* Sanat 2 (Âyet 37): Çözüm (Hall): “el-Mukâbele bi’l-Asl” (Aslını Hatırlatarak Karşılık Verme).
* Tahlil: Mü’min arkadaşı (sâhib), onun “ENE ekseru…” (Ben daha fazlayım) kibrine nasıl cevap verir?
* Cevap: “E keferte bi’llezî halakake min TURÂBİN” (Seni TOPRAKTAN yaratanı mı inkâr ettin?)
* Hikmeti: Bu, mûcizevî bir cevaptır. Mü’min adam, Sûre’nin (Âyet 8)’deki çözümünü (hall) kullanır: “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak).
* Nazmın Mânâsı : “Sen, o ‘Zînet’in (Süs) (Bahçe) sâhibi olduğunu zannediyorsun; oysa sen, o ‘Zînet’in hammaddesi (aslî madde) olan ‘Toprak’tan (Turâb) yaratıldın. Aslın ile övündüğün şey aynıdır. Nasıl kibirlenirsin (büyüklük taslarsın)?”
* Sanat 3 (Âyet 39): Çözümün (Hall) İfâdesi (Anlatımı): “el-Kasr” (Sınırlama).
* Tahlil: Fitne’nin (İmtihanın) ilâcı (çâre) nedir? “Lâ KUVVETE illâ Billâh” (Güç (Kuvvet) ANCAK Allah’tandır.)
* Hikmeti: Bu, (Âyet 34)’teki o “Ene… e’azzu neferâ” (Ben… daha güçlüyüm) zannına doğrudan (sarih) bir cevaptır. Bu “Kasr” (Sınırlama) sanatı, “Güç”ün kaynağını “Ben”den (Ene) alır, sâdece “Allah’a (Billâh)” verir. Bu, “Mal Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî ilâcıdır (çâre).

3. Sûre’nin Tezinin İsbâtı : “Zînet”in (Süs) “Toprak”a (Sa’îd) Dönüşmesi (Âyet 40-44)
> İktibas ( Meali):
> (40-41) “(Mü’min dedi ki:) ‘…Umulur ki Rabbim senin bağına (cennet) gökten (semâ) bir felâket (husbânen) gönderir de, (o bağ [bahçe]) kaygan bir toprak (Sa’îden Zelekan) hâline geliverir…'”
> (42) “Derken… (o bağ [bahçe]) çardakları üzerine çökmüş (hâviyetun ‘alâ ‘urûşihâ) (bir hâlde) kaldı… ( [Sâhibi] dedi ki:) ‘…Keşke Rabbime kimseyi ortak (şerîkâ) koşmasaydım!'”
> (44) “İşte orada (Hunâlike) yardım (velâyet), ancak Hak olan Allah’a (C.C.) (Lillâhi’l-Hakk) mahsustur.”
>
* Sanat 1 (Âyet 40-41): “Mukâbele” ve “Lafzî Tekrâr” .
* Tahlil: Mü’min adamın duâsı (yakarışı)/bedduâsı ), Sûre’nin (Âyet 8)’deki vaadinin birebir aynısıdır:
* Sûre’nin Tezi (Âyet 8): “…(O Zînet’i [Süs]) Sa’îden Curuzâ (Kupkuru Toprak) yapacağız.”
* Mü’minin Duâsı (Âyet 40): “…(O Zînet’in) Sa’îden Zelekan (Kaygan Toprak) oluverir.”
* Hikmeti: Bu Lafzî Tekrâr , o Mü’min kulun, Sûre’nin ana tezine (Zînet’in [Süs] fânîliğine) îman ettiğini gösterir.
* Sanat 2 (Âyet 42): Tezin Tatbîki.
* Tahlil: Ve netîce (Âyet 42)’de gelir. (Âyet 35)’te “Ebediyen (Ebedâ) yok olmaz” zannedilen o “Zînet” (Süs) (Cennet/Bağ [Bahçe]), (Âyet 8)’deki “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak) vaadi (sözü) tahakkuk ederek yok olur.
* Hikmeti (Kapanış): Kâfirin son sözü nedir? “Keşke şirk (ortak koşma) koşmasaydım.” Bu, (Âyet 34)’teki o “Ene ekseru…” (Ben daha fazlayım) demenin hakîkî mâhiyetinin (ne olduğunun) “Şirk (Ortak Koşma)” (Gizli Şirk) olduğunu itiraf (ikrar) etmesidir.
* Sanat 3 (Âyet 44): “el-Kasr” (Sınırlama) ile Nihaî Hüküm.
* Tahlil: “Hunâlike’l-Velâyetu Lillâhi’l-Hakk” (İşte orada yardım/hâkimiyet] ANCAK Allah’tandır).
* Hikmeti: Bu “Kasr” (Sınırlama), (Âyet 34)’teki o “e’azzu neferâ” (daha güçlü yardımcılar [nefer]) zannını kökten (aslî olarak) çürütür. O “Fitne” (İmtihan) ânında o “Nefer”in (Yardımcılar) (Zînet’in [Süs]) hiçbir “Velâyet”i (Yardım/Güç) olmadığı; bütün “Velâyet”in (Yardım) sâdece Allah’a âit olduğu ilân edilir.

Nihaî Netice (Bölüm 3)
İki Bahçe Sâhibi kıssası, Sûre’nin ana tezi olan (Âyet 7-8) “Zînet (Süs) & Fânîlik (Geçicilik)” diyalektiğinin (düşünce biçimi) en mükemmel temsilidir.
Nazım (Tertip), “Zînet”e (Süs) (Mal) aldanıp onu “Ebedî” (Ebedâ) (Âyet 35) zanneden bir adamın “Fitne”sini (İmtihanını) tasvir eder. Bu Fitne’nin (İmtihanın) çözümünü (hall), Mü’min arkadaşının dilinden iki kelime olarak sunar:
(1) Aslını (Esasını) hatırla (Turâb / Toprak- Âyet 37) ve (2) Gücün (Kuvvet) Sâhibini hatırla (Lâ Kuvvete İllâ Billâh- Âyet 39).
Kıssa, o”Ebedî (Ebedâ)” zannedilen “Zînet”in (Süs) (Bahçe), Sûre’nin vaadi olan “Sa’îd” (Toprak) (Âyet 40) hâline gelmesiyle, Sûre’nin tezini (Zînet’in fânîliğini) isbat ederek son bulur.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan üçüncüsüdür ve Sûre’nin “Fitne” (İmtihan) tezinin en derûnî ve en latîf olanıdır.
Bu kıssa , Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Âyet 7) zikredilen “Zînet”in (Süs) mânevî bir türü olan “İlim Fitnesi”ni (yâni bilginin getirebileceği gizli enâniyeti ve bu fitnenin (imtihanın) çözümünü (hall) (Teslîmiyet) tasvir eder.
* (Kıssa 1) Ashâb-ı Kehf, “Zînet” (Süs) (Şirk Toplumu) fitnesinden (imtihanından) kaçtı (Firâr).
* (Kıssa 2) Bahçe Sâhibi, “Zînet” (Süs) (Mal) fitnesine (imtihanına) yenik düştü.
* (Kıssa 3) Hz. Mûsâ (A.S.) ise, “Zînet” fitnesinin çözümünü bulmak için yolculuğa çıktı.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 60-82)
1. “Fitne”nin (İmtihanın) Sebebi ve “Mukâbele” (Âyet 60-65)
> İktibas ( Meali):
> (60) “Hani Mûsâ (A.S.), genç adamına (fetâhu) demişti ki: ‘İki denizin birleştiği yere (mecma’a’l-bahreyn) varıncaya kadar durmayacağım (Lâ ebrahu)…'”
> (65) “Derken, kullarımızdan (ibâdinâ) bir kul (abden) buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet (rahmeten) vermiştik ve (وَ) ona katımızdan (min ledunnâ) bir ilim (‘ilmen) öğretmiştik.”
>
* Sanat 1: “el-Kinâye” (Dolaylı Anlatım) ve “Lafız Seçimi”.
* Tahlil (Lâ ebrahu): Hz. Mûsâ’nın (A.S.) (Hadîs-i Şerîf’te belirtildiği üzere, kendisini yeryüzünün [arz] en âlimi zannetmesiyle başlayan) o “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) çâresini bulmak için gösterdiği azmi (kararlılık) (“Lâ ebrahu” / Durmayacağım) gösteren bir Kinâyedir (Dolaylı Anlatımdır).
* Tahlil (Mecma’a’l-Bahreyn): “İki denizin birleştiği yer.” Bu, kıssanın anahtar İsti’âresidir.
* Hikmeti (İsti’âre): Bu, iki farklı “ilim” denizinin birleştiği yerdir:
* Hz. Mûsâ’nın (A.S.) Temsîl Ettiği: “Zâhirî İlim / Şerîat Denizi” (Kesbî [Çalışılarak Kazanılan] İlim.
* Hızır’ın (A.S.) Temsîl Ettiği: “Derûnî İlim / Hakîkat Denizi” (Vehbî [Allah Vergisi] / Ledünnî İlim.
* Netice: Kıssa, bu iki zıt ilim denizinin (“Mukâbele” nasıl birleşeceğini (yâni “Zâhir”in, “Bâtın”a nasıl teslîm olacağını gösterecektir.

2. Çözümün (Hall) Şartı: “Sabır” (Âyet 66-70)
> İktibas ( Meali):
> (67) “(O kul) dedi ki: ‘Şüphesiz (İnneke) sen, benimle berâber (me’iye) sabr edemezsin (len testetî’a… sabrâ).'”
> (68) “Ve (وَ) (zâten) iç yüzünü (hubrâ) kavrayamadığın (lem tuhit) bir şeye nasıl sabr edeceksin ki?”
> (70) “(O kul) dedi ki: ‘…O hâlde (Fe in), …bana hiçbir şey sorma (lâ tes’elnî)…'”
>
* Sanat 1: “Beyân-ı İllet” (Sebebin Açıklanması).
* Tahlil: “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) (yâni bilmenin getirdiği kibrin çâresi nedir? (Âyet 67) “Sabr” .
* Tahlil (Âyet 68): Hızır (A.S.), Hz. Mûsâ’nın (A.S.) neden “Sabr” edemeyeceğini “Beyân-ı İllet” (Sebebin Açıklanması) sanatı ile açıklar: “Keyfe tesbiru ‘alâ MÂ LEM TUHİT BİHÎ HUBRÂ?” (İç yüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredersin?)
* Hikmeti: Bu, kıssanın kilit cümlesidir. “İlim Fitnesi” (İmtihanı), kişinin kendi ilminin (“İhâta” [Kavrama]) sınırlarına gelmesidir. Hz. Mûsâ’nın (A.S.) “Zâhirî İlmi ” (Şerîat Hızır’ın (A.S.) “Bâtınî İlmi”ni kavrayamaz (İhâta edemez).
* Sanat 2: Çözümün Şartı (Âyet 70).
* Tahlil: Çözüm nedir? “Lâ Tes’elnî” (Sorma).
* Hikmeti: Bu, “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî tedâvisidir. Çözüm daha fazla bilmek değil, bilmediğin şeye “Teslîm” olmaktır. “Sorma” emri “Zâhirî Akl”ın “Bâtınî Vahy”e müdâhale etmemesi şartıdır.

3. Fitne’nin (İmtihanın) Tatbîki : Üç “Mukâbele” (Âyet 71-78)
Bu üç hâdise “Zâhirî İlim ” (Hz. Mûsâ [A.S.]) ile “Bâtınî İlim” (Hızır [A.S.]) arasındaki “Mukâbele” ve çatışmadır.
* 1. Hâdise (Gemi) (Âyet 71): “Harekahâ” (Gemiyi deldi).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu bir “zulüm”dür (haksızlık). (“İçindekileri boğmak [li tuğrika] için mi?”) (Şerîata aykırı.
* Mûsâ’nın (A.S.) İsyânı : “İmrâ” (Büyük, çirkin bir iş.)

* 2. Hâdise (Çocuk) (Âyet 74): “Katelehu” (Onu öldürdü).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu bir “cinâyet”tir. (“Nefsen Zekiyyeten” / Masum bir can). (Şerîata aykırı.
* Mûsâ’nın (A.S.) İsyânı : “Nukrâ” (Çok daha çirkin/Münker [Yasaklanmış] bir iş.

* 3. Hâdise (Duvar) (Âyet 77): “Fe ekâmehu” (Onu doğrulttu).
* Mûsâ’nın (A.S.) Zâhirî İlmi: Bu “ahmaklık”tır. (“Le te’hazte ‘aleyhi ecrâ” / Ücret (Ecîr) almalıydın). (Akl-ı Me’âş’a [Geçim Aklı] aykırı.
* Netice (Âyet 78): “Hâzâ Firâku Beynî ve Beynike” (Bu, benimle senin aranın ayrılmasıdır).
* Hikmeti: Hz. Mûsâ (A.S.),”Zâhirî İlmi”nin (Şerîat ve Mantık baskısı sebebiyle) “Sabr” edememiş ve (Âyet 70)’deki “Sorma” şartını üç kez ihlâl etmiştir. Fitne (İmtihan), zâhiren kaybedilmiştir; fakat hakîkatte Hz. Mûsâ (A.S.) dersi almıştır.

4. Çözüm : “el-İzhâr” (Açığa Çıkarma) ve “Teslîmiyet” (Âyet 79-82)
Bu bölüm, o “Bâtınî İlm”in “Zâhirî İlm”e açıklanmasıdır.

* 1. Gemi (Âyet 79): Zâhirî hasar (“‘ibeha” / Ayıplı kılmak), daha büyük bir “Zînet” (Süs) (Geminin tamâmı) fitnesinden (imtihanından) (Gasp) kurtulmak içindi.

* 2. Çocuk (Âyet 80): Zâhirî musîbet (belâ) (Evlât [Benûn] ölümü [mevt]), daha büyük bir “Fitne”den (İmtihan) (Evlâdın [Benûn] ebeveynini [ana baba] “Tuğyân”a sürüklemesi) kurtulmak ve daha hayırlı bir “Zînet”e (Hayrun minhu) kavuşmak içindi.

* 3. Duvar (Âyet 82): Zâhirî külfet [ücretsiz] iş), gelecekteki bir “Zînet”i (“Kenz” / Hâzîne [Define]) korumak (hıfz) içindi.
* Sanat: Nihaî Hüküm (Âyet 82).
* Tahlil: Kıssanın mûcizevî mührü: “Ve mâ fe’altuhû ‘an emrî” (Ben onu kendi emrimle yapmadım).
* Hikmeti: Bu, (Âyet 68)’deki “Mâ lem tuhit bihî hubrâ”nın (Kavrayamadığın şey) nihaî tefsîridir.
* Nazmın Mânâsı : “Ey Mûsâ (A.S.)! Senin ‘Zâhirî İlmin’ (Şerîat) benim ‘Zâhirî Fiilime’ (Delmek, Öldürmek, Düzeltmek) isyân etti. Oysa ne senin ilmin sendendir ne de benim fiilim bendendir. Benim fiilim doğrudan (sarih) Allah’ın (C.C.) “Emr”idir.”
* Netice: “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) nihaî çözümü (hall), bütün fiillerin (zâhiren hayır veya şer görürsün) fâilinin Allah olduğunu bilmek ve O’nun “Emr”ine (Şerîat ve Kadere Teslîm olmaktır.
Nihaî Netice (Bölüm 4)
Hz. Mûsâ (A.S.) ve Hızır (A.S.) kıssası, “Zînet”in(Âyet 7) en latîf (ince) türü olan “İlim Fitnesi”ni (İmtihanını) tahlil eder.
Nazım, “İki Deniz” (Bahreyn) İsti’âresi ile “Zâhirî İlim” (Mûsâ ) ile “Bâtınî İlim” (Hızır) arasında bir Mukâbele kurar. Bu “Fitne”nin (İmtihanın) sebebinin “Zâhir”in “Bâtın”ı kavrayamaması (“Lem Tuhit”) olduğunu; çözümünün (hall) ise “Soru”yu (Aklı) terk edip (“Lâ Tes’elnî”) “Sabr” etmek olduğunu gösterir.

Kıssa, o kavranamayan fiillerin (Delmek, Öldürmek) bile İlâhî bir Emr (“‘An Emrî”) olduğunu ilân ederek, “İlim Fitnesi”nin (İmtihanının) tek çâresinin mutlak “Teslîmiyet” olduğunu mühürler.

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

Bu, Kehf Sûresi’ndeki dört büyük kıssadan sonuncusu ve “Zînet” (Süs) fitnesinin (imtihanının) en geniş (vâsi’) olanıdır.
Bu kıssa, Sûre’nin “Mukaddime”sinde (Giriş) (Âyet 7) zikredilen “Zînet”in en büyük ve en dünyevî (dünyayla ilgili) türü olan “Sultâ (Güç) ve Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”ni tasvir eder.
Bu kıssa, Sûre’deki diğer üç fitneye (imtihana) “nihaî bir cevap” niteliğindedir. Diğer kahramanlar o “Zînet”ten ya kaçmış (Ashâb-ı Kehf), ya ona yenilmiş (Bahçe Sâhibi ), ya da onunla imtihan olmuşken (Mûsâ [A.S.]); Zülkarneyn (A.S.), o “Zînet”in (Mülk) tamâmına sâhip olan ve o fitneyi en mükemmel şekilde yöneten (“hall” eden) “kâmil (tam) insan” modelidir.

Tahlil Tatbikatı : Kehf Sûresi (Âyet 83-101)
1. “Fitne”nin (İmtihanın) Esâsı: Mutlak “İktidâr” (Âyet 83-85)
> İktibas ( Meali):
> (84) “Şüphesiz Biz (İnnâ), onu yeryüzünde (arz) iktidâr sâhibi (mekkennâ lehû) kıldık ve (وَ) ona her şeyden (kulli şey’in) bir sebep (yol/vâsıta [araç]) (sebebâ) verdik.”
> (85) “O da bir sebeb’e (yola) uydu (fe etbe’a sebebâ).”
>
* Sanat 1: “el-İcmâl kable’t-Tafsîl” (Detaydan Önce Özetleme).
* Tahlil: Nazım , Zülkarneyn’in (A.S.) kim olduğunu değil, vazîfesinin ne olduğunu özetleyerek başlar.
* Hikmeti (Lafız Seçimi): “Fitne”nin (İmtihanın) (yâni (Âyet 7)’deki “Zînet”in) kaynağı nedir?
* “Mekkennâ lehû” (Ona İktidâr [Güç] verdik): Bu, “Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”dir.
* “Âteynâhu min Kulli Şey’in Sebebâ” (Ona her şeyden bir vâsıta verdik): Bu, “İlim” (Kıssa 3) ve “Mal” (Kıssa 2) fitnelerini de ihtivâ eden mutlak dünyevî kudrettir.
* Netice (Âyet 85): O, bu “Sebeb”i (Vâsıta) kullandı (Fe etbe’a sebebâ). Bu, onun imtihanının başladığını gösterir.
2. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-1: “el-Adâle” (Adâlet) (Âyet 86-88)
> İktibas (Meali):
> (86) “…(Bir kavim [topluluk] buldu). Dedik ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ya (İmmâ) azâb (ceza) edersin, ya da (ve immâ) onlara iyilik (hüsnâ) edersin.'” (Bu, “Fitne”dir [İmtihan]).
> (87-88) “(Zülkarneyn [A.S.] dedi ki:) ‘(1) Kim zulm (zaleme) ederse, ona azâb edeceğiz… (2) Kim de îman (âmene) edip salih (iyi) amel (amile sâlihan) işlerse, ona da en güzel (el-hüsnâ) bir karşılık (cezâ) vardır…'”
>
* Sanat 1: “et-Tahyîr” (Seçenek Sunma) yoluyla İmtihan (Âyet 86).
* Tahlil: Allah Teâlâ Zülkarneyn’i mutlak iktidâr (güç) ile imtihan eder: “Ya Azâb (Ceza) et, ya İyilik (Hüsn) et.” Bu, “Güç (Kuvvet) Fitnesi”nin (İmtihanının) zirvesidir. O, bu gücü nefsî (keyfî) kullanabilirdi.
* Sanat 2: “et-Taklîd” (Taklîd Etme) ve “el-Mukâbele”.
* Tahlil (Çözüm): Zülkarneyn (A.S.) ne yaptı? O (Âyet 86)’daki o İlâhî seçeneği alıp, kendi adâlet sistemi hâline getirdi.
O İlâhî ahlâk ile ahlâklandı.
* Hikmeti (Mukâbele): O gücünü ikiye ayırdı:
* “Zulm” edene: “Azâb” (Celâl / Adâlet).
* “Îman (Îmân)”: “Hüsnâ” (İyilik/Güzellik) (Cemâl [Güzellik] / Lütuf).
* Netice: Zülkarneyn “Güç Fitnesi”ni (İmtihanını) nefsine göre değil, Allah’ın adâletine göre kullanarak çözdü.

3. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-2: “İlmi Allah’a Havâle Etme” (Âyet 90-91)
> İktibas ( Meali):
> (90) “…(Güneşin doğduğu yere varınca) onu (Güneş’i) öyle bir kavmin üzerine doğar buldu ki… onlar için bir siper (sitrâ) kılmamıştık.”
> (91) “İşte böyle (Kezâlike)! Ve (وَ) muhakkak ki Biz, onun (Zülkarneyn) yanında olan (ilimden) her şeyi (hubrâ) ihâta (kuşatma) etmiştik.”
>
* Sanat: “el-İbhâm” (Müphem [Belirsiz] Bırakma) ve “el-Hazf” (Sükût Etme).
* Tahlil: Zülkarneyn bu “ilkel”kavme ne yaptı?
Nazım (Tertip), (Âyet 87-88)’in aksine Zülkarneyn’in ne yaptığını söylemez (Hazf); sâdece”Kezâlike” (İşte böyle) der.
* Hikmeti: Bu “İbhâm” (Müphem [Belirsiz] Bırakma), (Kıssa 3)’teki “İlim Fitnesi”ne (İmtihanına) bir cevaptır. Zülkarneyn, (Hz. Mûsâ’nın aksine kendi zâhirî ilmiyle (“Onlara medeniyet öğretmeliyim!”) hareket etmedi. O Allah’ın o kavim hakkındaki İlâhî Takdîrini “Onlara siper kılmamıştık”) gördü ve o takdîre teslîm oldu. O (Âyet 91)’de belirtildiği gibi kendi ilminin değil, Allah’ın İhâta Eden İlmi’nin (“ekadnâ… hubrâ”) farkındaydı.

4. “Fitne”nin (İmtihanın) Çözümü-3: “Zînet”in Reddi (Âyet 94-98)
Bu, kıssanın ve Sûre’nin zirvesidir.
> İktibas (Meali):
> (94) “Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc bu yerde (arz) bozgunculuk (ifsâd) yapıyorlar. Sana bir vergi (harcan) verelim mi ki… bir set (sedden) yapasın?'”
> (95) “Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde iktidâr sâhibi (mekkennî) kıldığı (Mülk/Hâkimiyet) daha hayırlıdır (hayrun)…'”
> (98) “(Set bitince) dedi ki: ‘Bu, Rabbimden bir rahmettir (rahmetun). Rabbimin vaadi (va’du) geldiği zaman ise onu yerle bir (dekkâ’en) eder…'”
>
* Sanat 1 (Âyet 94-95): “Mukâbele”(Kıssa 2 ile).
* Tahlil: Kavim (Topluluk), Zülkarneyn’e (A.S.) (Âyet 7)’deki “Zînet”in ta kendisini (Mal/Servet) “Harcan” (Vergi) olarak teklîf etti. Bu, **”Mal Fitnesi”**dir (Kıssa 2).
* Zülkarneyn’in Çözümü : O bu “Zînet”i reddetti.
* Hikmeti (Mukâbele):
* Bahçe Sâhibi (Kıssa 2): “Zînet” (Bahçe) sâhibiydi ve “Ene ekseru…” (BEN daha fazlayım) dedi (Fitneye [İmtihana] yenildi).
* Zülkarneyn (A.S.) (Kıssa 4): “Zînet”e (Süs) (Mülk/Hâkimiyet) sâhipti ve “Mâ Mekkennî fîhi RABBÎ Hayrun” (RABBİMİN verdikleri daha hayırlıdır) dedi (Fitneyi [İmtihanı] yendi).
* Netice: Zülkarneyn “Mülk (Hâkimiyet) Fitnesi”nin (İmtihanının) çözümünün, o mülkü Allah’tan bilmek (“Rabbî”) ve o mülkü daha fazla Zînet (Harcan) için değil, Adâlet (Set yapmak) için kullanmak olduğunu isbat etti.
* Sanat 2 (Âyet 98): Sûre’nin Teziyle (Âyet 8) Mükemmel Uyumluluk.
* Tahlil: Zülkarneyn o muazzam “Zînet”i (Set) bitirdiğinde ne dedi?
* “Hâzâ Rahmetun min Rabbî” (Bu, RABBİM’den bir rahmettir. (Tıpkı Bahçe Sâhibinin demesi gereken gibi: Mülk O’ndandır.
* “Fe izâ câ’e va’du Rabbî ce’alehu DEKKÂ'” (Rabbimin [Rab] vaadi (sözü) gelince,onu YERLE BİR [Dekkâ’] eder).
* Hikmeti (Lafzî İrtibât): Bu, Sûre’nin mührüdür.
* (Kıssa 2) Kâfir Sâhip: Bahçem “Ebedâ” (Ebedî) (Âyet 35) dedi. (Fitneye [İmtihana] yenildi).
* (Kıssa 4) Mü’min (Sâhibi): Setim “Dekkâ'” (Yerle Bir/Fânî) olacak dedi (Âyet 98). (Fitneyi [İmtihanı] yendi).
* Netice: Zülkarneyn’in “Dekkâ'” (Yerle Bir) kelimesi, Sûre’nin “Mukaddime”sindeki (Âyet 8) “Sa’îden Curuzâ” (Kupkuru Toprak) kelimesinin birebir mukâbilidir. Zülkarneyn bütün “Zînet”lerin (İlim [Bilgi], Mal, Mülk [Hâkimiyet]) fânî (geçici) olduğunu ve ancak “Rahmet” ve “Adâlet” için kullanılması gerektiğini idrâk eden kâmil insandır.
Nihaî Netice (Bölüm 5)
Zülkarneyn (A.S.) kıssası, Kehf Sûresi’nin çözüm kıssasıdır. O Sûre’deki bütün fitnelerin (imtihanların) çözümünü kendi şahsında toplamıştır:
* Güç (Kuvvet) Fitnesi’ni (İmtihanını) “Adâlet” (Âyet 87) ile çözdü.
* Mal Fitnesi’ni (İmtihanını) “Redd-i Zînet” (Süsü [Zînet] Reddetme (Âyet 95) ile çözdü.
* İlim Fitnesi’ni (İmtihanını) “Teslîmiyet” (Âyet 91) ile çözdü.
* Ve en mühimi Sûre’nin ana tezi olan (Âyet 8) “Fânîlik İdrâki (Anlayışı)”ni, yaptığı en büyük “Zînet”in (Süs) (Set) bile bir gün “Dekkâ'” (Yerle Bir / Toprak [Sa’îd]) olacağını ilân ederek mühürledi (Âyet 98).

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
09/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 9th, 2025