BERCESTE VE İZAHI – 147–
BERCESTE VE İZAHI – 147–
1. Aşkın Cihan Şümul Nazarı: Varlığın Her Zerresinde Maşuku Görmek
Beyit İktibası
اَکَر مَخفی اَکَر پیدا و کر عاقل اَکَر شیدا
سنك شوقك ايله جانا جهان عاشق عیان عاشق
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Eğer mahfî eğer peydâ vü ger âkil eğer şeydâ
Senin şevkin ile cânâ nihân ayân âşık
Neccârzâde Rızâ
Açıklaması: Ey Efendim! Senin şevkinle bazen gizliden bazen de açıktan; ister akıllı olsun isterse de çılgın; görünür ve görünmez her ne var ise hepsi sana âşıktır.
İzah ve Makale
Bu beyit, tasavvuf düşüncesinin ve divan şiirinin temel direklerinden olan “vahdet-i şuhûd” yani “şahit olunanların birliği” mefhumunun en latif tasvirlerinden birini sunar. Şair Neccârzâde Rızâ, maşuka (ki bu maşuk, en yüksek mertebede Cenâb-ı Hak’tır) öyle bir nazarla bakmaktadır ki, O’nun şevkinin tecellisi haricinde hiçbir şey görmemektedir.
Beytin ilk mısrası, zahiren birbirine zıt gibi görünen mefhumları bir araya getirir: mahfî (gizli) ile peydâ (aşikâr), âkil (akıllı) ile şeydâ (aşk divanesi). İnsan ve kâinat, bu zıtlıkların bir ahenk içinde var olduğu bir tecelligâhtır. Akıl, her şeyi ölçüp biçerken; aşk, bütün ölçüleri ortadan kaldırır. Bazı hakikatler gizlilik perdesi ardında iken, bazıları güneş gibi ortadadır. Şair, bu zıtlıkları sayarak aslında varlık âlemindeki bütün kategorileri, bütün halleri ve bütün varlıkları kuşatmayı hedefler.
İkinci mısra ise bu zıtlıkları birleştiren o muazzam kuvveti ve sebebi açıklar: “Senin şevkin ile cânâ…” Yani, bütün bu farklılıkların ve zıtlıkların ardındaki muharrik (harekete geçiren) kuvvet, Sensin; Senin sevgin ve Sana duyulan iştiyaktır. Bu şevk o kadar kuşatıcıdır ki, kâinattaki nihân (gizli) olan da, ayân (aşikâr) olan da aslında aynı aşkın farklı tezahürleridir. Akıllının sükûnetindeki tefekkür de, şeydanın cezbeli haykırışı da aynı kaynağa, aynı maşuka yönelmiş bir aşkın ifadesidir.
Bu bakış açısı, varlığı cansız, manasız bir eşya yığını olarak görmeyi reddeder. Kâinat, her zerresiyle Yaradan’ını zikreden, O’na olan aşkını ve iştiyakını kendi lisan-ı haliyle beyan eden canlı bir kitaptır. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, “Her bir mevcut, lisan-ı hal ile Hâlıkının mevcudiyetine ve vahdaniyetine şehadet eder.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 249). Neccârzâde Rızâ’nın bu beyti de bu cihan şümul zikir ve aşk halini şairane bir lisanla tasvir etmektedir. Âşık için artık kâinatta maşuktan gayrı bir şey kalmamıştır. Her hadise O’ndan bir haber, her ses O’ndan bir name, her renk O’nun güzelliğinin bir cilvesidir. Akıl da bu aşk potasında erir ve hakiki vazifesi olan Kalbin emrine girerek, maşuku anlamaya çalışan bir hizmetkâra dönüşür. Şeydalık ise, bu hakikatin cezbesiyle aklın zahiri perdelerinden kurtulup doğrudan doğruya hakikate vasıl olmanın bir yoludur.
Netice olarak bu beyit, âşık bir kalbin kâinatı nasıl okuduğunun, zıtlıklar arasında nasıl bir birlik (tevhid) nazarı kurduğunun ve her şeyde maşukun şevkini ve tecellisini nasıl müşahede ettiğinin mükemmel bir dışavurumudur.
Özet
Neccârzâde Rızâ’nın bu beyti, hakiki âşığın nazarında kâinattaki bütün zıtlıkların (gizli-aşikâr, akıllı-divane) ortadan kalktığını ve her şeyin, maşuka duyulan şevk ve iştiyak ile O’na yönelmiş bir aşkın tezahürü olduğunu ifade eder. Varlık, bu bakış açısıyla, her zerresiyle aynı aşkı terennüm eden bir bütünlük arz eder ve bu, tasavvuftaki tevhidî bakışın şairane bir tasviridir.
2. Aşk Yolunun Çilesi: Demir Dağı Boynuna Almak
Beyit İktibası
بر دمیر طاغی دلوب بویننه آلق کﺒیدر
هر کیشی عاشق اولوردی اَکَر آسان اولسه
Vezin: Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Bir demir dağı delip boynuna almak gibidir
Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa
Taşlıcalı Yahyâ
Açıklaması: Âşık olmak, bir demir dağı delip boynuna almak kadar zordur. Eğer kolay bir iş olsaydı zaten herkes âşık olurdu.
İzah ve Makale
Taşlıcalı Yahyâ, bu veciz ve hikmet dolu beytinde, “aşk” mefhumunu modern dünyanın romantik ve basite indirgenmiş telakkilerinden tamamen farklı bir zaviyeden, yani bir meşakkat, bir imtihan ve bir kahramanlık meydanı olarak tasvir etmektedir. Beytin merkezindeki teşbih (benzetme) son derece kuvvetlidir: “Bir demir dağı delip boynuna almak.” Bu, insanın tahammül sınırlarını zorlayan, hatta imkânsız gibi görünen bir işe cüret etmektir. Aşk, şaire göre, böylesine büyük bir gayret, sabır ve fedakârlık gerektirir.
Demir dağ, maşukun kalbini, nefsin engellerini, ayrılığın acısını veya vuslata giden yoldaki sayısız çileyi temsil edebilir. Onu “delmek”, bütün bu zorlukların üstesinden gelmek; “boynuna almak” ise bu zorlukların getirdiği bütün yükü ve mesuliyeti bir madalya gibi, bir şeref nişanı gibi taşımaktır. Âşık, çektiği çilelerden şikâyet etmez; bilakis, maşuk uğruna çektiği her sıkıntıyı bir lütuf bilir. Bu, aşkın sıradan bir heves değil, bir iddia ve o iddiayı isbat etme cehdi olduğunu gösterir.
İkinci mısra, bu hakikati bir de zıt açısıyla teyit eder: “Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa.” Bu mısra, bir tenkittir. Aşkı dilinden düşürmeyen, fakat en küçük bir zorlukta davadan vazgeçen sahte âşıklara bir ihtardır. Eğer aşk, rahat bir yatakta görülen tatlı bir rüya olsaydı, herkes bu rüyayı görmek isterdi. Lakin aşk, ateşten bir gömlektir. Onu giymeye talip olan, yanmayı peşinen kabul etmelidir. Fuzûlî’nin dediği gibi, “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib / Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.” beyti de bu manayı destekler. Âşık, derdinin kendisini derman olarak görür.
Tarih, bu beyitteki mananın sayısız misaliyle doludur. Ferhad’ın Şirin için dağları delmesi, Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, bu “demir dağı delme” cehdinin menkıbeleşmiş halleridir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) Allah ve hakikat davası uğruna çektikleri sıkıntılar, en mukaddes aşkın en büyük çilelerle nasıl isbat edildiğinin en ali misalidir.
Bu beyit, bize her kıymetli şeyin bir bedeli olduğunu hatırlatır. İlim, fazilet, sanat, hikmet ve en nihayetinde Allah’ın rızasına mazhar olmak gibi ulvi gayelerin hepsi, demir dağları delmeye benzer bir azim ve sabır ister. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Lakin çileyle, emekle, gözyaşıyla elde edilen manevi mertebeler, sahibinin ruhuna silinmez bir damga gibi nakşolur.
Özet
Taşlıcalı Yahyâ, aşkın kolay bir heves olmadığını, bilakis “demir bir dağı delip boynuna takmak” kadar meşakkatli ve imkânsız görünen bir iş olduğunu vurgular. Beyit, aşkın ancak büyük fedakârlıklar ve çilelerle isbat edilebilecek yüce bir dava olduğunu, eğer kolay olsaydı herkesin âşık olacağını belirterek, sahte ve hakiki aşk arasındaki derin farkı ortaya koyar ve kıymetli olan her şeyin zorlu bir bedeli olduğuna işaret eder.
3. Gamın Kaynağı: Hayal mi, Hakikat mi?
Beyit İktibası
خیالکدن کلور غم خاطره جاناندن کلمز
ستم هپ آشنا لردن کلور بیکاﻧه دن کلمز
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Hayâlinden gelir gam hâtıra cânândan gelmez
Sitem hep âşinâlardan gelir bîgâneden gelmez
Nâbî
Açıklaması: Gam, sevgilinin bizzat kendisinden değil, hayalinden gelir. İnsana zulüm, eziyet daima dostlarından gelir, yabancılardan değil.
İzah ve Makale
Hikemî (hikmetli) şiir tarzının Osmanlı edebiyatındaki en büyük üstadı olan Nâbî, bu beytinde insan ruhunun en derûnî meselelerinden birine parmak basar: kederin ve acının hakiki kaynağı. Nâbî, keskin bir nazar ve tecrübeye dayanan tespitiyle, bizi zahiri sebeplerden daha derinde yatan batınî amillere yönlendirir.
İlk mısra, “Hayâlinden gelir gam hâtıra cânândan gelmez,” aşk acısının psikolojisini tahlil eder. Âşığa ıstırap veren, sevgilinin (cânânın) bizatihi varlığı veya fiilleri değil, âşığın kendi zihninde kurduğu, büyüttüğü “hayal”dir. Bu hayal; beklentileri, kuruntuları, vuslat anlarının tasavvurunu ve ayrılık anlarının abartılı tasvirini ihtiva eder. Cânân belki kendi halinde mevcuttur, fakat âşık, onun her hareketini kendi hayal dünyasında bin bir manaya yorar. Ulaşamadığında duyduğu elem, aslında o hayale ulaşamamaktan kaynaklanır. Bu, insanın kendi cehennemini kendi zihninde nasıl inşa ettiğinin edebi bir isbatıdır. Gam, dışarıdan gelen bir ok değil, içeride, hayal potasında üretilen derûnî bir sızıdır. Bu tespit, insanın kendi düşünce ve tasavvurlarının esiri olabileceği hakikatini hatırlatır ki bu, modern psikolojinin de üzerinde durduğu bir meseledir.
İkinci mısra, “Sitem hep âşinâlardan gelir bîgâneden gelmez,” ilk mısradaki derûnî tespiti, sosyal hayata dair cihan şümul bir kanun ile perçinler. İnsanı en çok incitebilenler, ona en yakın olanlardır. Bîgâne, yani yabancı birinin sözü veya fiili, derimizde yüzeysel bir çizik bırakırsa, bir âşinânın, bir dostun, bir yakının sitemi kalbimizde derin bir yara açar. Çünkü yabancıdan bir beklentimiz yoktur; ona karşı ruhumuz zırhlıdır. Lakin dosta, sevdiğimize karşı bütün kapılarımız açıktır, bütün kalkanlarımız inmiştir. Bu yüzden en büyük sitemler, zulümler ve hayal kırıklıkları en çok güvendiklerimizden ve sevdiklerimizden gelir. Bu, beşerî münasebetlerin trajik fakat gerçek bir yüzüdür.
Nâbî, bu iki mısrayı bir araya getirerek muazzam bir bütünlük kurar. Nasıl ki derûnî dünyamızda bize en yakın olan “hayalimiz” gamın kaynağı ise, zahiri dünyamızda da bize en yakın olan “dostlarımız” sitemin kaynağıdır. Her ikisinde de yaranın sebebi, “yakınlık” ve “beklenti”dir. Cânânın hayaline ne kadar mana yüklüyorsak, o hayalden o kadar çok yara alırız. Dosta ne kadar çok değer veriyorsak, ondan gelecek en ufak bir sitemden o kadar çok etkileniriz.
Bu beyit, insana hem bir teselli hem de bir ihtar sunar. Tesellidir, çünkü acılarımızın kaynağının kendi içimizde olduğunu bilmek, onu kontrol etme imkânını da beraberinde getirir. İhtardır, çünkü beşerî münasebetlerdeki bu kanunu bilmek, beklentilerimizi ayarlamamıza ve hayal kırıklıklarına karşı daha metanetli olmamıza yardımcı olur.
Özet
Nâbî, bu hikmetli beytinde, insanın çektiği kederin kaynağını tahlil eder. İlk mısrada, gamın sevgilinin kendisinden değil, âşığın zihnindeki “hayalinden” kaynaklandığını söyler. İkinci mısrada ise bu tespiti sosyal bir kaideyle destekleyerek, insana en büyük eziyetin yabancılardan değil, daima en yakınlarından, dostlarından geldiğini belirtir. Beyit, acının temelinde “yakınlık” ve “beklenti” olduğunu anlatarak insanın hem kendi iç dünyasına hem de sosyal münasebetlerine dair derin bir hakikati dile getirir.
4. Cevherin Tecellisi: Tabut Dehşeti ve Yakut Zîneti
Beyit İktibası
شجﺭ در حد ذاتنده فقط دهشت ویریر تابوت
حجر در حد ذاتنده فقط زینت ویریر یاقوت
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Şecerdir hadd-i zâtında fakat dehşet verir tâbût
Hacerdir hadd-i zâtında fakat zînet verir yâkût
Lâedrî
Açıklaması: Aslı ağaç olmasına rağmen tabut insana dehşet verir, onu korkutur. Özü her ne kadar taş olsa da yakut insana zinet verir, onu süsler.
İzah ve Makale
Bu son derece derinlikli ve felsefi beyit, varlıkların “zatı” (özü, cevheri) ile o zatın büründüğü “suret” (form, görünüş) ve kazandığı “mana” arasındaki ilişkiyi sorgular. Şair, iki çarpıcı misal üzerinden, bir şeyin aslından ziyade, onun hangi gaye için işlendiğinin ve hangi bağlamda sunulduğunun insan üzerindeki tesirini ortaya koyar.
İlk mısra, ağaç (şecer) ve tabut arasındaki zıtlığa odaklanır. “Hadd-i zâtında” yani özü itibarıyla tabut, ağaçtan başka bir şey değildir. Ağaç, hayatın, tabiatın, büyümenin ve bereketi sembolüdür. İnsana huzur ve güven verir. Fakat aynı ağaç, belli bir formda yontulup ölümle, ayrılıkla ve fena ile ilişkilendirilen bir nesneye, yani **”tâbût”**a dönüştürüldüğünde, insana “dehşet verir”. Maddesi aynı kalmasına rağmen, yüklendiği mana sebebiyle uyandırdığı duygu tamamen zıt bir istikamete evrilir.
İkinci mısra, bu fikri taş (hacer) ve yakut misaliyle daha da güçlendirir. “Hacer” yani taş, yeryüzündeki en sıradan, en kıymetsiz görülen nesnelerden biridir. Ancak bu taş, tabiatın laboratuvarında nadir bulunan, estetik bir güzelliğe ve parlaklığa sahip bir cevhere, bir **”yâkût”**a dönüştüğünde, en kıymetli “zînet” (süs) eşyalarından biri haline gelir. Özü yine taştır, fakat kazandığı sıfatlar ve nadirliği sebebiyle değeri ve tesiri bambaşka bir mertebeye yükselir.
Bu iki misal, bize şu hikmeti ders verir: Varlıkların ve hatta insanların değeri, sadece onların ham maddelerinde veya özlerinde değil, o özün nasıl bir terbiye ve sanattan geçtiğinde, hangi manayı temsil ettiğinde ve hangi gaye için kullanıldığında gizlidir.
Bu beyit, insan için de bir ayna vazifesi görür. İnsan da “hadd-i zâtında” topraktan yaratılmış bir varlıktır. Fakat bu basit öz, ilim, iman, ahlak, sanat ve ibadet gibi manevi unsurlarla işlendiğinde, “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar, meleklerden üstün bir “yakut” haline gelebilir. Aynı insan, nefsine uyup kötü ahlak ve isyan ile özünü kirletirse, başkalarına dehşet veren, manen ölü bir “tabut” hükmüne de düşebilir.
Risale-i Nur’da zikredilen “sanatlı bir eser, sanatkârı icab eder” (Mektubat, RNK Neşriyat, s. 223) kaidesi bu beyitle de bir bağlantı kurar. Ağacı tabut yapan da, taşı yakut haline getiren de bir irade ve sanattır. Birincisinde insan sanatı, ikincisinde ise ilahi sanat tecelli eder. Bize düşen, kendi varlığımızın hammaddesini, ilahi sanatın rızası istikametinde işleyerek, dehşet veren bir tabut değil, manevi bir zînet olan yakut haline getirme gayretidir.
Özet
Bu beyit, bir şeyin özü (cevheri) ile büründüğü form ve kazandığı mana arasındaki farkı vurgular. Özü itibarıyla hayatın sembolü olan ağacın, “tabut” formuna girince dehşet vermesi; özü itibarıyla sıradan bir “taş” olan yakutun ise en kıymetli süs (zînet) olması misalleriyle, değerin ve tesirin asıl maddeden ziyade, o maddenin işlenişine, gayesine ve temsil ettiği manaya bağlı olduğunu anlatır. Bu durum, insanın da kendi manevi istidadını işleyerek nasıl kıymet kazanabileceğine dair derin bir ibret dersi sunar.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()