BERCESTE VE İZAHI – 145–
BERCESTE VE İZAHI – 145–
1. Beyit: Niyâzî-i Mısrî
İktibas
Osmanlıca Metin:
آشنای عشق اولاندن آه و زار اكسك دكل
کشتی بحر دمادم روزگار اكسك دكل
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Âşinâ-yı aşk olandan âh u zâr eksik değil
Keşti-i bahre dem-â-dem rûzgâr eksik değil
Niyâzî-i Mısrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Denizde yüzen bir gemi için nasıl rüzgâr eksik olmuyorsa, aşka aşina olan insandan da ağlayıp inleme asla eksik olmaz.
İzah ve Makale
Tasavvuf düşüncesinin ve divan şiirinin en mühim simalarından olan Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde aşk ile ızdırabın ayrılmaz bir bütün olduğunu kuvvetli bir teşbihle (benzetme) ortaya koymaktadır. Mısrî, hakikate ulaşma yolunda çekilen çilenin, aslında o yolun fıtratında var olan bir gereklilik olduğunu beyan eder.
Aşk, Ah ve Gözyaşı
Şair, birinci mısrada bir kaide ortaya koyar: “Aşka âşinâ olandan,” yani aşkın ne olduğunu bilen, onunla tanışıklığı olan kimseden “âh u zâr,” yani inleme, ağlayıp sızlama eksik olmaz. Bu, tasavvufi düşüncenin temel direklerindendir. Aşk, özellikle de ilahî aşk, rahatlık ve huzur içinde yaşanan bir duygu değildir. O, bir yanma, bir arayış, bir hasrettir. Vuslat (kavuşma) ümidiyle firak (ayrılık) acısını bir arada barındırır. Âşık, Maşuk’undan (Allah) ayrı düştüğü bu fani dünyada sürekli bir hasret içindedir. Bu hasretin zahiri plandaki yansıması ise “âh” ve “zâr”dır. Ah, derûnî bir ızdırabın nefesle dışa vurumudur; zâr ise bu ızdırabın sebep olduğu ağlayıştır. Dolayısıyla Mısrî’ye göre, bir kimsede bu hâller yoksa, onun aşk ile gerçek bir tanışıklığı da yoktur.
Bu “âh”, boş bir şikâyet değil, bilakis bir dua, bir yakarış ve bir zikirdir. Âşığın her “âh” çekişi, “Allah” demesi gibidir. O, çektiği ızdırapla Rabbine olan ihtiyacını ve O’na duyduğu iştiyakı dile getirir.
Deniz, Gemi ve Rüzgâr
Bu soyut kaideyi zihinlerde somutlaştırmak için Niyâzî-i Mısrî, ikinci mısrada muhteşem bir tasvir sunar. Aşkı bir “bahr”e, yani denize; âşığı ise o denizde yol alan bir “keşti”ye, yani gemiye benzetir. Bu benzetmede “rüzgâr” ise “âh u zâr”ın karşılığıdır.
Denizde yol alan bir gemi için rüzgâr nasıl kaçınılmazsa, aşk denizindeki gönül gemisi için de ah ve iniltiler o derece kaçınılmazdır. Rüzgârın gemi için iki yönü vardır:
• Harket Ettirici Güç: Yelkenli bir gemi, rüzgâr olmadan ilerleyemez. Rüzgâr, gemiyi hedefine ulaştıran kuvvettir. Benzer şekilde, âşığın ahları, inlemeleri ve çektiği ızdıraplar da onu manevi yolculuğunda (seyr-i sülûk) duraksamaktan kurtaran, onu olgunlaştıran ve Rabbine yaklaştıran itici bir güçtür. Istırap, ruhu pişirir ve hamlıktan kurtarır.
• Tehlike ve Fırtına: Rüzgâr, aynı zamanda fırtınalara sebep olarak gemiyi batırma tehlikesi de taşır. Bu da aşk yolunun ne kadar çetin ve tehlikeli olduğunu gösterir. Âşık, bu yolda her an manevi bir fırtınaya yakalanabilir, ümitsizliğe düşebilir. Ancak sabır ve teslimiyetle bu rüzgârlara göğüs gerdiğinde, liman-ı selâmete, yani vuslata erebilir.
Şairin “dem-â-dem” (her an, sürekli) ve “eksik değil” ifadelerini tekrar etmesi, bu durumun geçici bir hâl olmadığını, aşk var oldukça ızdırabın da var olacağını tekit eder. Bu beyit, bize aşkın statik bir duygu değil, sürekli dalgalanan bir denizde, rüzgârlara karşı yapılan dinamik bir yolculuk olduğunu hatırlatır.
Özet
Niyâzî-i Mısrî, aşk ile ızdırabın ayrılmazlığını denizdeki gemi ve rüzgâr misaliyle anlatır. Nasıl ki denizde seyreden bir gemi rüzgârdan mahrum kalamazsa, aşk yoluna girmiş bir gönül de ah etmekten ve gözyaşı dökmekten uzak kalamaz. Bu ah ve gözyaşları, bir yandan âşığı manen olgunlaştırıp hedefine ilerleten bir rüzgâr, diğer yandan ise bu yolun ne denli çetin olduğunu gösteren bir fırtına gibidir.
2. Beyit: Kelâmî
İktibas
Osmanlıca Metin:
جمله خلق اهل سفردر دور آدمدن بری
پنجهٔ موته طاقلمش کونده بيك كروان كیدر
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Cümle halk ehl-i seferdir devr-i Âdem’den beri
Pençe-i mevte takılmış günde bin kervan gider
Kelâmî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den bu yana bütün insanlar bir sefer hâlindedir. Ölümün pençesine takılmış günde bin tane kervan gitmektedir.
İzah ve Makale
Bu beyit, insan hayatının mahiyeti ve ölüm hakikati üzerine derin bir tefekkür sunmaktadır. Kelâmî, Kur’an-ı Kerim’de ve İslami düşüncede sıkça işlenen “hayat bir yolculuktur” ana fikrini, son derece dokunaklı ve sarsıcı bir üslupla dile getirir.
Ezelden Ebede Bir Sefer
Şair, ilk mısrada cihan şümul bir hakikati ifade eder: “Cümle halk ehl-i seferdir devr-i Âdem’den beri.” Yani sadece belli bir zümre değil, istisnasız bütün insanlar, ilk insan Hz. Âdem’den günümüze kadar bir “sefer” yani yolculuk hâlindedir. Bu, insanın varoluş bir durumudur. Bu seferin birkaç katmanı vardır:
• Ruhlar Âleminden Dünyaya: İnsanın yolculuğu, ruhlar âleminde (“bezm-i elest”) Allah’a verdiği söz ile başlar. Oradan ana rahmine, oradan dünyaya, çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa ve nihayet kabre doğru devam eder.
• Dünyadan Ahirete: Dünya hayatı, bu uzun seferin sadece bir menzili, bir konaklama yeridir. Asıl hedef ve varış noktası ahiret hayatıdır. Dünya bir imtihan meydanıdır ve bu seferdeki amellerimiz, ebedî hayatımızı şekillendirecektir.
Bu yolculuk fikri, insana fani olduğunu, dünyaya kazık çakamayacağını, her an bir yolcu gibi hazırlıklı olması gerektiğini hatırlatır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Dünyada bir garip gibi, yahut bir yolcu gibi ol” hadis-i şerifi de bu hakikate işaret eder.
Ölümün Pençesindeki Kervan
İkinci mısra, bu seferin nasıl bir atmosferde devam ettiğini çarpıcı bir imgeyle gözler önüne serer: “Pençe-i mevte takılmış günde bin kervan gider.”
Burada insanlık, bir “kervan”a benzetilmiştir. Kervan, birlikte yol alan, aynı hedefe doğru ilerleyen bir topluluğu ifade eder. Bütün insanlık da aynı kaderi paylaşan, ölüm hedefine doğru ilerleyen bir kervandır. Ancak bu sıradan bir kervan değildir; “pençe-i mevte takılmış” bir kervandır. Bu tasvir, yolculuğun kaçınılmaz sonunun ölüm olduğunu ve bu sondan kurtuluşun mümkün olmadığını anlatır. “Pençe” kelimesi, yırtıcı bir hayvanın avını yakalamasını akla getirir. Ölüm, avını bir defa yakaladı mı bir daha bırakmayan mutlak bir güçtür.
”Günde bin kervan gider” ifadesi ise bu hakikatin her an, her saniye ve kitlesel bir şekilde yaşandığını gösterir. “Bin” kelimesi, burada kesretten kinaye olup çokluğu ifade eder. Her gün sayısız insan bu dünyadan göçüp gitmektedir. Bizler, yanı başımızdan sürekli eksilen bir kervanın yolcularıyız. Bu durum, hayatın ne kadar kısa ve ölümün ne kadar yakın olduğunu tefekkür etmeye davet eder.
Bu beyit, bir yandan insanın bu dünyadaki yolculuğunun fani ve geçici olduğunu hatırlatırken, diğer yandan ölümün soğuk ve mutlak yüzünü “pençe” imgesiyle hissettirir. Ancak Müslüman için ölüm bir yok oluş değil, seferin bir başka menziline, sevgililer sevgilisi olan Allah’a vuslat için geçilen bir kapıdır. Bu sebeple beyit, bir karamsarlık telkininden ziyade, yolcu olmanın sorumluluğunu idrak etmeye yönelik hikmetli bir uyarıdır.
Özet
Kelâmî, Hz. Âdem’den beri tüm insanlığın bir yolculuk (sefer) hâlinde olduğunu belirtir. Bu yolculuk, “ölümün pençesine” takılmış bir kervanın ilerleyişine benzer. Her gün sayısız insanın bu kervanla göçüp gitmesi, hayatın geçiciliğini ve ölümün kaçınılmazlığını hatırlatan, insanı gafletten uyandıran ve asıl vatana hazırlık yapmaya teşvik eden ibretli bir tablodur.
3. Beyit: Zâtî
İktibas
Osmanlıca Metin:
نه كوزل واقعه در بوكه آچوب جان كوزینی
خواب غفلتده كچن عمرمی رؤيا كوردم
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Ne güzel vâkı’adır bu ki açup cân gözünü
Hâb-ı gafletde geçen ömrümü rü’yâ gördüm
Zâtî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Can gözü, yani gönül gözünü açıp gaflet uykusunda geçen ömrümün bir rüya olduğunu, gerçekte yaşanmadığını görmek ne güzel bir olaydır.
İzah ve Makale
• yüzyılın büyük şairlerinden Zâtî, bu beytinde tasavvufun en temel meselelerinden biri olan “gafletten uyanış” anını, yani manevi idrakin zirvesini ifade eder. Beyit, bir pişmanlıktan ziyade, hakikate ermenin getirdiği derin bir hayret ve sevinci dile getirmektedir.
Can Gözü ve Baş Gözü
İnsanda iki türlü “göz” vardır. Biri, zahiri âlemi, yani madde dünyasını gören “baş gözü”dür. Diğeri ise manayı, hakikati ve derûnî âlemi gören “can gözü” veya “gönül gözü”dür (basiret). Çoğu insan, hayatını sadece baş gözünün gördükleriyle sınırlar. Mal, mülk, makam, şöhret gibi fani hedefler peşinde koşar. Bu durum, tasavvufta “hâb-ı gaflet” yani “gaflet uykusu” olarak isimlendirilir. Kişi uyanık olduğunu zanneder ama aslında ruhu derin bir uykudadır.
Şairin bahsettiği “ne güzel vâkı’a” (ne güzel olay), işte bu gaflet uykusundan uyanıp “can gözünü” açtığı andır. Bu an, bir aydınlanma, bir keşif anıdır. Bu göz bir kere açıldığında, kişi artık olaylara ve varlığa bambaşka bir nazarla bakmaya başlar. Maddenin ötesindeki manayı, eşyanın ardındaki hakikati idrak eder.
Ömrün Rüya Olması
Can gözü açılan şair, geriye dönüp baktığında “hâb-ı gafletde geçen ömrünü” bir “rü’yâ” olarak görür. Bu, son derece derin bir tespittir. Rüyanın özellikleri nelerdir?
• Geçicilik ve Aldatıcılık: Rüya, ne kadar gerçekçi olursa olsun, uyanınca sona erer ve bir hayalden ibaret olduğu anlaşılır. Gaflet içinde geçen dünya hayatı da böyledir. Peşinde koşulan hırslar, yaşanan sevinçler ve çekilen kederler, ebedî hayatın hakikati karşısında bir rüyadan farksızdır. İnsan ancak ölümle veya manevi bir uyanışla bu rüyadan uyanır. Nitekim “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hadis-i şerifi de bu manaya işaret eder.
• Kontrol Dışılık: Rüyada insan, olayları kontrol ettiğini zannetse de aslında senaryo kendi iradesi dışındadır. Gafletteki insan da hayatının mutlak hâkimi olduğunu zanneder ancak hakikatte her şey Allah’ın takdiriyle cereyan etmektedir. Uyanış, bu teslimiyeti idrak etmektir.
Şairin bu durumu “ne güzel vâkı’adır” diyerek sevinçle karşılaması, geçmişe yönelik bir teessüften çok, hakikate ulaşmanın verdiği bir neşedir. Çünkü zararın neresinden dönülse kârdır. Gaflette geçen bir ömrün ardından dahi olsa, hakikatin farkına varmak en büyük nimettir. Artık ömrünün geri kalanını bu uyanıklık şuuruyla yaşayacaktır.
Bu beyit, her insanı kendi hayatını sorgulamaya davet eder: Acaba biz de bir “hâb-ı gaflet” içinde miyiz? Peşinde koştuğumuz şeyler, uyandığımızda bitecek bir rüyanın parçaları mı? “Can gözümüzü” açıp hakikati görmek için ne yapıyoruz? Zâtî’nin bu iki mısrası, bir şairin kaleminden çıkmış bir feryat değil, bir arifin ulaştığı hikmetin ifadesidir.
Özet
Zâtî, manevi bir uyanış anını “ne güzel bir olay” olarak nitelendirir. Bu uyanışla birlikte “can gözünü” yani kalp gözünü açmış ve geriye dönüp baktığında gaflet uykusunda geçirdiği bütün ömrünün bir rüyadan ibaret olduğunu idrak etmiştir. Beyit, dünya hayatının aldatıcı ve geçici mahiyetini ve asıl uyanıklığın manevi idrakle mümkün olacağını vurgulayan derin bir tasavvufi tefekkürdür.
4. Beyit: Nâbî
İktibas
Osmanlıca Metin:
ذلّت اربابی اولور باب الهی ده عزيز
خلق جامعده ال اوزره كوتورور پابوشن
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Zillet erbâbı olur bâb-ı ilâhîde azîz
Halk câmi’de el üzre götürür pâbûşun
Nâbî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Bu dünyada ezilen, hor ve hakir görülen gönlü kırık insanlar Hakk’ın kapısında aziz olurlar. Ne ilginçtir ki akşama kadar ayak altında ezilen pabuç, camide el üstünde taşınır.
İzah ve Makale
Hikemî şiirin (hikmetli şiir) üstadı olarak kabul edilen Nâbî, bu beytinde zâhir ile bâtın, dünya değeri ile ilahî değer arasındaki büyük zıtlığı muhteşem bir misalle gözler önüne sermektedir. Beyit, İslâm’ın tevazu (alçakgönüllülük) ve meskenet (tevazu ile gelen fakr hali) kavramlarına verdiği önemin edebi bir ifadesidir.
Zillet ve İzzet Paradoksu
Nâbî, ilk mısrada temel bir prensibi ortaya koyar: “Zillet erbâbı olur bâb-ı ilâhîde azîz.”
• Zillet Erbâbı: Bu tamlama, bu dünyada hor görülen, hakir sayılan, makam ve mevki sahibi olmayan, maddi olarak zayıf, alçakgönüllülükleri sebebiyle kendilerini ön plana çıkarmayan, nefsini (enaniyetini) ayaklar altına almış insanları ifade eder. Onlar, dünyanın parlak ve gösterişli sahnesinde görünmezler.
• Bâb-ı İlâhî: Bu, “Allah’ın kapısı” demektir. Hem bu dünyadaki manevi yakınlığı hem de ahiretteki ilahî huzuru ifade eder.
• Azîz: İzzetli, şerefli, değerli, yüce demektir.
Dolayısıyla mısra, “Bu dünyada halk tarafından horlananlar, Allah’ın kapısında değerli ve şerefli olurlar” manasına gelir. Bu, Kur’an ve Sünnet’in temel mesajlarından biridir. Allah katında üstünlük, mal, mülk veya soy ile değil, takva iledir. Kibir ve enaniyet, insanı Allah’tan uzaklaştıran en büyük perdelerken; tevazu ve acziyetini bilmek, O’na yaklaştıran en mühim vasıtalardır. Allah, mütekebbirleri (büyüklenenleri) sevmez, ama gönlü kırıkları, mütevazıları sever. Bir kudsi hadiste ifade edildiği rivayet edilen “Ben, kalbi kırık olanların yanındayım” beyanı da bu hakikati teyit eder.
Pabuç Misali
Nâbî, bu soyut ve manevi prensibi, günlük hayattan aldığı son derece somut ve herkesin anlayabileceği bir misalle zihinlere nakşeder: “Halk câmi’de el üzre götürür pâbûşun.”
Pabuç (ayakkabı), gündelik hayatta en hakir görülen eşyalardan biridir. Sürekli ayak altındadır, toza, çamura bulanır, ezilir. Onun yeri daima en aşağıdır. Bu yönüyle, dünyada hor görülen “zillet erbâbı”nı temsil eder.
Ancak bu hakir pabuç, camiye, yani Allah’ın evine girileceği zaman bambaşka bir muamele görür. Kirli hâliyle Allah’ın evine basılamayacağı için, sahibi tarafından eline alınır, temiz bir yere konulur ve “el üstünde” taşınır. Ayak altında ezilen o nesne, Allah’ın evine hürmeten baş hizasına yükseltilir.
Bu misal ile Nâbî şunu söyler: Ey insan! Eğer sen de Allah için nefsini bir pabuç gibi ayaklar altına alıp tevazu gösterirsen, kendini hiçe sayarsan, işte o zaman Allah da seni kendi katında aziz kılar, meleklerin ve sâlih kulların nazarında “el üstünde” tutar. Dünyanın en aşağısında olan, Allah katında en yukarılara çıkarılır. Bu, zilletin içinde gizlenmiş izzetin, hiçliğin içinde saklı olan varlığın hikmetidir.
Bu beyit, Nâbî’nin “hikemî” üslubunun zirvelerinden biridir. Soyut bir ahlaki ilkeyi, bu kadar basit, güçlü ve akılda kalıcı bir imgeyle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır.
Özet
Nâbî, bu dünyada hor ve hakir görülen mütevazı insanların, Allah katında değerli ve aziz olacağını ifade eder. Bu manevi hakikati ispatlamak için de pabuç misalini verir: Gün boyu ayaklar altında ezilen pabuç, Allah’ın evi olan camiye girerken hürmeten el üstünde taşınır. Aynı şekilde, nefsini Allah için ayaklar altına alan mütevazı bir kul da Allah tarafından manen yüceltilir ve aziz kılınır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()