BERCESTE VE İZAHI – 138–

BERCESTE VE İZAHI – 138–

​1. Beyit: Rehber Suretindeki Rehzen (Yol Kesen)
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​ميزانه وور كوردوكك اخوانى الحذر
رهبر تصوّر ايلديكك رهن اولمـاسـيـن

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Mîzâna vur gördüğün ihvânı el-hazer
Rehber tasavvur eylediğin reh-zen olmasın
​Nevres-i Kadîm

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Tanışıp görüştüğün her hangi bir insanı önce bir tart, biç. Sana yol gösterici olarak gördüğün kişi, Allah korusun, yolunu kesen kişi olmasın.

​İzah ve Makale
​Hayat, uzun ve meşakkatli bir yolculuktur. İnsan bu yolculukta tek başına ilerleyemez; kendisine yoldaşlar, dostlar ve en mühimi, yolunu aydınlatacak bir rehber arar. Lakin her yola çıkan yoldaş, her el uzatan dost ve her yol gösteren rehber değildir. Nevres-i Kadîm, bu veciz beytinde, hayat yolculuğunun en kritik imtihanlarından birine, yani insanları tanıma ve doğru rehberi seçme meselesine dikkat çeker. Beytin ilk mısrası, bir ihtiyat ve teyakkuz çağrısıdır: “Mîzâna vur gördüğün ihvânı el-hazer.” Yani, karşılaştığın, dost bildiğin her kişiyi hemen kabullenme; onu bir adalet ve hikmet terazisinde tart. Bu “mîzan,” aklın, tecrübenin, sadakatin ve en önemlisi ahlâkın mîzanıdır. Bir insanın sözleri ile fiillerinin birbirine uyup uymadığı, zor zamanda vefâ gösterip göstermediği, menfaat anında adaletten ayrılıp ayrılmadığı bu terazinin kefelerinde tartılmalıdır.
​Tarih, sahte dostların ve yolunu şaşırtan sözde rehberlerin acı misalleriyle doludur. Nice kabiliyetli insan, etrafını saran dalkavuklar ve menfaatperestler yüzünden helâk olmuş; nice salih niyetlerle yola çıkan kimse, kendisine rehber zannettiği bir yol kesicinin (rehzen) tuzağına düşerek istikametini kaybetmiştir. Rehber, Farsça’da “yol gösteren” demektir. Rehzen ise, “yol kesen, haydut” manasına gelir. Bu iki kelime arasındaki ses benzerliği, tehlikenin ne kadar gizli ve aldatıcı olabileceğine işaret eder. Rehzen, çoğu zaman rehber suretinde görünür. Tatlı diliyle, cazip vaatleriyle ve sahte samimiyetiyle insanın en zayıf noktalarından yaklaşır. Onun derdi, yolcuyu menzile ulaştırmak değil, yolcunun azığını, vaktini, imanını ve nihayetinde istikbalini çalmaktır.
​Bu sebeple insan, kendisine yoldaş edineceği veya bir meselenin halli için fikir danışacağı kişiyi seçerken son derece titiz olmalıdır. Bir kişiyi rehber olarak tasavvur etmek, ona derûnî bir itimat beslemek ve hayatının seyrini onun tavsiyelerine göre şekillendirmek manasına gelir. Bu, büyük bir mesuliyettir. Eğer bu tasavvur, bir yanılgıdan ibaretse, yani rehber zannedilen aslında bir rehzen ise, o yolculuğun sonu hüsrandır. O, sizi yalnızca dünyevî bir zarara uğratmakla kalmaz, aynı zamanda manevî hayatınızı da tehlikeye atar. Sizi hakikatten uzaklaştırır, fazilet yerine rezileti, ilim yerine cehaleti, istikamet yerine dalaleti süslü gösterir.
​Kur’an-ı Kerim’de de Yüce Allah, dost seçimi hususunda müminleri ikaz eder: “Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler.” (Âl-i İmrân Suresi, 118. Ayet Meali -). Bu ilahî ihtar, Nevres-i Kadîm’in hikmetli mısrasıyla birleştiğinde, hayat yolunda atılacak adımların ne denli bir basiret ve feraset gerektirdiği ortaya çıkar. Nihayetinde, en büyük rehber Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün (s.a.v) sünnetidir. Bu iki sarsılmaz ölçüyü mîzan edinen kimse, kimin rehber, kimin rehzen olduğunu Allah’ın izniyle teşhis edebilir.
​Özet
​Nevres-i Kadîm’in beyti, insan ilişkilerinde ve bilhassa rehber seçiminde ihtiyatlı olmayı öğütler. Dost ve yoldaş edineceğimiz kişileri akıl, ahlâk ve sadakat terazisinde tartmamız gerektiğini vurgular. Zira rehber olarak gördüğümüz bir kimsenin, aslında yolumuzu kesen bir haydut (rehzen) olabileceği tehlikesine karşı uyanık olmalıyız. Yanlış bir rehber, insanın sadece dünyasını değil, ahiretini de tehlikeye atabilir. Bu sebeple hakiki rehberi sahtesinden ayıracak bir ferasete sahip olmak, hayat yolculuğunun en mühim vazifelerindendir.

​2. Beyit: Vaktin Kıymeti ve Merhametin Aciliyeti
​İktibas
​Farsça Metin:
​امروز كه در دست توام مرحمتى كن
فردا كه شوم خاک چه سود اشک ندامت

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​İmrûz ki der-dest-i toem merhametî kon
Ferdâ ki şevem hâk çi sûd eşk-i nedâmet
​Hâfız-ı Şirâzî

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Ey sevgili! Bugün senin ellerindeyken bana merhamet et. Yarın toprak olduğumda pişmanlık gözyaşlarının ne faydası olacak!

​İzah ve Makale
​İnsan, zamanın ve fâniliğin mahkûmu olan bir varlıktır. Her an, bir daha geri gelmeyecek şekilde maziye karışır. Büyük Fars şairi Hâfız-ı Şirâzî, bu dokunaklı beytinde, vaktin bu geri dönülmez yapısı ile insanî hisler arasındaki nazik bağlantıyı dile getirir. Beyit, zahirde bir sevgiliden merhamet dileniyor gibi görünse de, derûnî manada hayatın, fırsatların ve anın kıymetini bilmeye dair cihan şümul bir davettir. Şair, “İmrûz ki der-dest-i toem,” yani “Bugün ki senin elindeyim,” diyerek bir fırsat anını tasvir eder. Bu “elinde olmak,” ulaşılabilir olmak, hayatta olmak, bir iyiliğe veya bir merhamete muhatap olabilecek bir vaziyette bulunmak demektir. Merhamet, sevgi, yardım veya af gibi faziletlerin tecelli etmesi için en uygun an, “bugün”dür, yani şimdiki zamandır.
​Lakin insanoğlu, genellikle erteleme gafletine düşer. Yapılması gereken iyilikleri, söylenmesi gereken güzel sözleri ve gösterilmesi gereken merhameti belirsiz bir “yarın”a havale eder. Hâfız, bu yanılgıyı ikinci mısrada sarsıcı bir hakikatle yüzümüze vurur: “Ferdâ ki şevem hâk çi sûd eşk-i nedâmet.” Yani, “Yarın ben toprak olduğumda, senin nedamet gözyaşlarının ne faydası olur?” Bu mısra, ölüm gerçeğini bütün çıplaklığıyla önümüze koyar. “Yarın,” bugünün fırsatı ebediyen kaybolduğunda başlayacaktır. O gün geldiğinde, hayatta iken esirgenen merhametin yerini, artık hiçbir işe yaramayacak olan pişmanlık (nedamet) gözyaşları alacaktır. Toprağın altına girmiş bir bedene ne merhametin sıcaklığı ulaşır ne de pişmanlık gözyaşlarının bir tesiri olur.
​Bu beyit, sadece beşerî aşk münasebetleri için değil, hayatın bütün sahaları için geçerli bir hikmet ihtiva eder. Anne-babasına hayırlı bir evlat olma fırsatı varken bunu erteleyen kişi, onların vefatından sonra dökeceği gözyaşlarıyla neyi geri getirebilir? Bir fakire yardım etme imkânı varken cimrilik edip bunu “sonra”ya bırakan, o fakir vefat ettiğinde veya kendi imkânını kaybettiğinde nedametten başka ne kazanır? Kalbini kırdığı bir dostundan özür dilemeyi enaniyetine yediremeyen, o dostu ebediyete göçtüğünde vicdan azabından nasıl kurtulur?
​Hâfız’ın bu feryadı, tasavvuf düşüncesindeki “ibnü’l-vakt” (anın oğlu) olma prensibini hatırlatır. Sûfî, geçmişin hasretiyle veya geleceğin endişesiyle değil, içinde bulunduğu anın hakkını vererek yaşar. Zira her an, Allah’ın bir tecellisidir ve o an içinde yapılması gereken bir vazife, gösterilmesi gereken bir fazilet vardır. Merhamet de anın vazifesidir; ertelendiğinde kıymetini yitirir, hatta imkânsız hale gelir.
​Dolayısıyla bu beyit, fânilik bilinciyle anı değerlendirmenin, merhamet ve sevgi gibi insanî faziletleri tam zamanında göstermenin lüzumuna dair ebedî bir ihtar niteliğindedir. Hayat, bize “bugün”ü bahşetmiştir; “yarın” ise meçhuldür. Bugünün merhameti, yarının faydasız nedametinden kat kat daha kıymetlidir.
​Özet
​Hâfız-ı Şirâzî, bu beytinde hayatın geçiciliğini ve anın değerini vurgular. “Bugün” hayattayken ve fırsat varken gösterilecek merhametin esas olduğunu, “yarın” yani ölüm geldikten sonra dökülecek pişmanlık gözyaşlarının hiçbir fayda vermeyeceğini dile getirir. Bu hikmet, bizleri sevgiyi, iyiliği ve merhameti ertelememe konusunda uyarır. Fırsatlar anlıktır ve fânilik gerçeği karşısında her güzel fiil, aciliyet kesbeder.

​3. Beyit: Hevâ ve Hevese Uyup Zâyi Olan Ömür
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​دور ايلمدك ير قومادق بر نيجه يللر
اويدق دل ديوانه يه دل اويدى هوايه

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Devr eylemedik yer komadık bir nice yıldır
Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya
​Bağdatlı Rûhî

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Yıllardır gezip dolaşıyoruz, görmediğimiz yer kalmadı. Deli gönlümüze uyduk, o da hevasına, benliğine uydu, bizi yoldan çıkardı.

​İzah ve Makale
​Bağdatlı Rûhî, terkib-i bendiyle şöhret bulmuş, 16. asrın en mühim şairlerinden biridir. Onun şiirlerinde sosyal tenkit ve derûnî bir hikmet iç içedir. Yukarıdaki beyit, görünüşte basit bir seyahati tasvir eder gibi dursa da aslında gayesiz, hedefsiz ve ziyan edilmiş bir ömrün trajik bir muhasebesidir. “Devr eylemedik yer komadık bir nice yıldır” mısrası, uzun yıllar boyunca dur durak bilmeden gezmeyi, dolaşmayı, zahiren çok şey görüp geçirmeyi ifade eder. Bu, modern insanın sürekli bir meşguliyet ve hareketlilik içinde olmasına benzer; bir yerden bir yere koşturur, sayısız tecrübe biriktirir ama bu koşturmacanın ardındaki gayeyi çoğu zaman sorgulamaz.
​Asıl facia, ikinci mısrada ortaya konur: “Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya.” Bütün bu seyahatin, bu devranın ardındaki itici güç, akl-ı selim veya ilahî bir gaye değil, “dîvâne bir dil” yani deli, aklı başında olmayan, tutarsız bir gönüldür. Şair, ömrünü bu deli gönlün peşine takılarak geçirmiştir. Peki, o deli gönül neyin peşindedir? O da “hevâ”nın, yani gelip geçici arzu ve isteklerin, nefsânî tutkuların peşindedir. “Hevâ,” Kur’anî bir tabir olarak, insanı hakikatten saptıran, sonu gelmez istekler ve bâtıl arzular manasına gelir. Yüce Allah, “Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” (Furkân Suresi, 43. Ayet Meali) buyurarak, hevânın insanı nasıl esir alıp ilahî bir makama yükselebileceği tehlikesine dikkat çeker.
​İşte Bağdatlı Rûhî’nin beyti, bu esaretin acı bir itirafıdır. Hayat yolculuğu, aklın ve imanın rehberliğinde değil, hevânın kölesi olmuş deli bir gönlün sevk ve idaresiyle geçmiştir. Sonuçta gezilen onca yer, harcanan onca zaman ve tüketilen onca ömür, geriye manevî bir kazanç bırakmamıştır. Çünkü rota, hevâ tarafından çizilmiştir. Hevâ ise insanı asla kalıcı bir huzura ve hakikate ulaştırmaz; onu bir serap gibi peşinden koşturur, yorar ve nihayetinde bir hiçlik çölünde yapayalnız bırakır.
​Bu beyit, aynı zamanda modern hayatın da bir tenkididir. Günümüz insanı, “daha fazlasını isteme” ve “anlık hazları kovalama” üzerine kurulu bir hayat tarzının, yani hevânın esiri durumundadır. Sürekli yeni yerler görme, yeni şeyler deneme, yeni heyecanlar arama tutkusu, aslında derûnî bir boşluğun ve gayesizliğin zahirî bir tezahürüdür. Bağdatlı Rûhî’nin “devr etmesi” gibi, modern insan da dünyayı dolaşır, sayısız tecrübe edinir ama eğer bu seyahatin merkezinde nefsini terbiye etmek, tabiat kitabını okumak ve Yaradan’ı tefekkür etmek gibi ulvî bir gaye yoksa, bu seyahatler ruhu beslemek yerine onu daha da yorar.
​Nihayetinde şair, bir ömrün nasıl ziyan edildiğini iki kelimede özetler: “dil-i dîvâne” ve “hevâ.” Akıl, gönlü; gönül de bedeni idare etmesi gerekirken, burada tam tersi bir hiyerarşi kurulmuştur. Hevâ, gönlü esir almış; esir gönül de aklı ve bedeni peşinden sürükleyerek bir ömrü heba etmiştir. Bu, her insan için ibretli bir muhasebe levhasıdır.
​Özet
​Bağdatlı Rûhî, bu beytinde, aklın ve bir gayenin rehberliği olmaksızın, sadece nefsânî arzuların (hevâ) ve anlık isteklerin (deli gönül) peşinde geçen bir ömrün hazin bir tablosunu çizer. Yıllarca süren ve sayısız yerin gezildiği bu koşuşturmacanın, aslında ruhu beslemeyen, gayesiz ve boş bir çaba olduğunu ifade eder. Beyit, hevâ ve hevesin esiri olmanın, insan hayatını nasıl ziyan edebileceğine dair güçlü bir tenkit ve ibretli bir itiraftır.

​4. Beyit: Gönlün Yakınlığı ve Gāyibânı Yâd Etmek
​İktibas
​Farsça Metin:
​از نزديكى كه دلستان را باشد
من ظن نبرم كه نيز جان را باشد
والله نكنم ياد، من او را هرگز
زان روى كه ياد، غايبان را باشد

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fâ’
​Ez-nezdîkî ki dil-sitân-râ bâşed
Men zan neberem ki nîz cân-râ bâşed
Vallah nekonem yâd, men û-râ hergiz
Z’ân rûy ki yâd, gāyibân-râ bâşed
​Hz. Mevlânâ

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Gönüller alan sevgilinin yakınlığı, sanmam ki canda bile bulunsun. Allah’a yemin ederim ki ben, onu asla anmam. Çünkü insan ancak yanında bulunmayanları anar.

​İzah ve Makale
​Hz. Mevlânâ, bu rubaisinde, beşerî hislerin ve manevî tecrübelerin en ince noktalarına dokunur. Beyit, zahirde basit bir mantık örgüsü sunar gibi görünse de, aslında vahdet (birlik) ve derûnî beraberlik halinin en yüksek mertebesini tasvir etmektedir. İlk iki mısra, sevgilinin yakınlığının mahiyetini ortaya koyar: “Gönüller alan sevgilinin yakınlığı, sanmam ki canda bile bulunsun.” İnsana en yakın olan şey, kendi canıdır. Lakin Mevlânâ’ya göre, hakiki sevgilinin (ki bu hem beşerî hem de ilahî sevgili olabilir) yakınlığı, canın bedene olan yakınlığından bile daha ötedir, daha derindedir. O, “candan içeri” bir mevcudiyete sahiptir. Bu, fizikî veya mekânsal bir yakınlık değil, ruhların birleştiği, varlıkların iç içe geçtiği bir vahdet halidir. Sevgili, artık haricî bir varlık değil, âşığın kendi varlığının bir parçası, hatta ta kendisi haline gelmiştir.
​Bu mutlak birlik ve beraberlik halinin bir neticesi olarak, üçüncü ve dördüncü mısralar, ilk bakışta aykırı gibi görünen fakat son derece derin bir hakikati ifade eder: “Allah’a yemin ederim ki ben, onu asla anmam. Çünkü insan ancak yanında bulunmayanları anar.” Anmak, yani yâd etmek veya hatırlamak eylemi, tanımı gereği, bir ayrılık ve mesafe gerektirir. Bizler, zihnimizden veya yanımızdan “gāib” olanı, yani o an mevcut olmayanı hatırlarız. Mesela, uzaktaki bir dostumuzu, geçmişteki bir hatırayı veya kaybettiğimiz bir eşyayı anarız. Anma fiili, anılan ile anan arasında bir ikilik olduğunu varsayar.
​Hz. Mevlânâ, bu mantıktan yola çıkarak, sevgilinin kendisinden asla gāib olmadığını, dolayısıyla onu “anmasına” gerek kalmadığını söyler. Onu anmak, onun ayrı bir varlık olduğunu ve kendisinden uzakta bulunduğunu kabul etmek olurdu. Hâlbuki sevgili, canından daha yakın olduğu için, artık hatırlanacak bir “öteki” değildir; o, her an yaşanan bir “şimdi” ve “burada”dır. O, nefes gibi, kalp atışı gibi, bilincin kendisi gibi daimi bir mevcudiyettir. Bu sebeple onu “anmamak,” bir unutkanlığın veya vefasızlığın değil, tam aksine, mümkün olan en yüksek sadakatin, en tam vuslatın ve ayrılığın ortadan kalktığı bir vahdet halinin ispatıdır.
​Bu düşünce, tasavvufun “Fenâ fi’l-Mahbûb” (sevgilide yok olma) veya “Fenâ fi’ş-Şeyh” mertebelerinin de bir yankısıdır. Mürid, şeyhinde o kadar fâni olur ki, artık kendi iradesi yerine onun iradesini, kendi bakışı yerine onun bakışını benimser. Aradaki ikilik kalkar. En yüksek mertebede ise bu, “Fenâfillâh” yani kulun kendi beşerî varlığını Allah’ın varlığında yok etmesi halidir. O mertebede kul için Allah, hatırlanacak ayrı bir varlık değil, her an her zerrede tecelli eden mutlak hakikatin kendisidir.
​Dolayısıyla Hz. Mevlânâ, bu rubaisiyle, aşkın ve yakınlığın en ileri derecesini, yani anmaya dahi lüzum bırakmayan bir beraberliği ve birliği dile getirerek, ayrılık üzerine kurulu standart aşk anlayışını aşan bir hikmet kapısı aralamaktadır.
​Özet
​Hz. Mevlânâ, bu rubaide, hakiki sevgilinin yakınlığının, insanın kendi canının yakınlığından bile daha ileri bir seviyede olduğunu belirtir. Bu mutlak birlik halinden dolayı, sevgiliyi “anmasına” veya “hatırlamasına” gerek olmadığını ifade eder. Çünkü anmak, ancak uzakta olan, yani gāib olanlar için geçerli bir eylemdir. Sevgili ise kendisinden bir an bile ayrı veya gāib olmadığından, o bir hatıra değil, yaşanan bir haldir. Bu, unutkanlık değil, vuslatın ve vahdetin en kâmil derecesinin bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 26th, 2025