Kur’ân’da İnsan Psikolojisi, Nefs Mertebeleri ve Ruhî Seyir

Kur’ân’da İnsan Psikolojisi, Nefs Mertebeleri ve Ruhî Seyir

​Kur’ân-ı Kerîm, insanı sadece zâhirî davranışlarıyla değil, aynı zamanda derûnî yapısı, kalbî ve ruhî halleriyle bir bütün olarak ele alır. İnsanın bu iç dünyasındaki yolculuğu, “nefsin tezkiyesi” yani arındırılması süreciyle yakından alâkalıdır. Bu süreç, en aşağı mertebeden en kâmil noktaya doğru ilerleyen bir seyir takip eder.
​1. “وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ” Âyetinden Başlayarak Nefsin Tezkiye Basamakları
​Cenâb-ı Hak, Şems Sûresi’nde insanın bu derûnî yapısına yemin ederek şöyle buyurur:
​“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10)

​Bu mübârek âyetler, insan nefsinin yapısında hem “fücûr” (kötülük ve günaha meyil) hem de “takvâ” (Allah’a karşı sorumluluk bilinci ve fenalıktan sakınma) potansiyelinin bulunduğunu beyan eder. İnsanın imtihanı, bu iki istidat arasındaki mücadelede nefsini tezkiye ederek (arındırarak) kurtuluşa (felâh) erişmektir. Bu arınma yolculuğu, ârifler tarafından yedi basamakta tasvir edilmiştir:
• ​Nefs-i Emmâre (Kötülüğü Emreden Nefs): Nefsin en aşağı mertebesidir. Terbiye edilmemiş, heva ve hevesine tabi olan, şehevî arzulara direnemeyen nefistir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’un (a.s.) lisanından bu nefse şöyle işaret edilir: ​“Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, nefs daima kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Yûsuf, 12/53)

• ​Nefs-i Levvâme (Kendini Kınayan Nefs): Bir günah işlediğinde pişmanlık duyan, vicdan azabı çeken ve kendini kınayan nefstir. Tamamen kötülüğe batmamış, ancak henüz istikrara kavuşmamıştır. Cenâb-ı Hak, bu nefse yemin ederek onun kıymetine işaret eder: ​“Kusurlarını görerek kendini kınayan nefse de yemin ederim ki…” (Kıyâme, 75/2)

• ​Nefs-i Mülheme (İlham Alan Nefs): Hayır ile şerri, güzellik ile çirkinliği daha net bir şekilde ayırt etmeye başlayan ve ilâhî ilhamlara mazhar olan nefstir. Şems Sûresi’ndeki “ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene” ifadesi, bu mertebeye işaret olarak kabul edilir.

• ​Nefs-i Mutmainne (Huzura Ermiş Nefs): İman hakikatleriyle tam bir tatmin ve itminan haline ulaşmış, şüphe ve tereddütlerden arınmış, Rabbine tam bir teslimiyetle bağlanmış olan nefstir. Bu mertebeye ulaşanlara verilen müjde şöyledir: ​“Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)

• ​Nefs-i Râdiye (Razı Olmuş Nefs): Başına gelen her şeyin Allah’tan geldiğini bilerek, kahrı da lütfu da bir kabul edip Rabbinden tamamen razı olan nefstir. Yukarıdaki âyette geçen “Rabbine dön, sen O’ndan razı olarak” ifadesi bu mertebeyi tasvir eder.

• ​Nefs-i Mardiyye (Razı Olunmuş Nefs): Allah’ın kendisinden razı olduğu, O’nun sevgisini ve rızasını kazanmış olan kâmil nefstir. Fecr Sûresi’ndeki “O da senden razı olarak” beyanı bu makama işarettir.

• ​Nefs-i Kâmile (Safiye): Bütün kötü sıfatlardan arınmış, en güzel ahlâk ile bezenmiş, irşad makamına yükselmiş, tam bir saflığa erişmiş nefistir. Bu mertebe, peygamberlerin ve onların kâmil vârislerinin nefsidir.

​2. “Kalb, Ruh, Sır, Hafî, Ahfâ” Gibi Lâtifelerin Kur’ân’daki Karşılıkları
​Tasavvuf ıstılahında geçen bu lâtifeler (derûnî hasletler), insanın manevî yapısının farklı katmanlarını ifade eder. Bu tâbirler bu şekliyle Kur’ân’da geçmese de, muhtevalarına ve vazifelerine işaret eden pek çok âyet mevcuttur:
• ​Kalb: Kur’ân’da sadece bir et parçası olan organ değil, imanın, marifetin, aklın ve idrâkin merkezi olan manevî bir lâtifedir. Hakikati anlayan, hisseden ve tasdik eden merkezdir. ​“Şüphesiz ki bunda, aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kāf, 50/37). Buradaki “akıl” için müfessirler genellikle “kalb” yorumunu yaparlar. “O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm (arınmış bir kalp) ile gelenler başka.” (Şuarâ, 26/88-89)
​“Şüphesiz ki bunda, aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kāf, 50/37). Buradaki “akıl” için müfessirler genellikle “kalb” yorumunu yaparlar.

• ​Ruh: İnsana hayat veren ilâhî bir cevherdir. Mahiyeti tam olarak idrâk edilemez ve doğrudan Allah’a aittir. ​“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.’” (İsrâ, 17/85) “Sonra onu güzelce şekillendirip ona kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 32/9)

• ​Sır, Hafî, Ahfâ: Bu üç lâtife, daha çok derûnîliğin ve Allah’a yakınlığın en ileri derecelerini ifade eden tasavvufî ıstılahlardır. Kur’ân’da bu kelimelerle geçmeseler de, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını, en gizliyi ve gizlinin de ötesini bildiğini ifade eden âyetler bu lâtifelerin muhtevasına işaret eder:
• ​Sır (Gizli): İnsanın içinde sakladığı, başkalarının bilmediği haldir.
• ​Hafî (Daha Gizli): Kişinin kendisinin bile unuttuğu veya farkında olmadığı derûnî niyetleridir.
• ​Ahfâ (En Gizli): Sadece Allah’ın bildiği, kulun idrâkinden tamamen uzak olan hakikatlerdir.
​“Sözü açıkça söylesen de gizlesen de O’nun için birdir. Çünkü O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de (ahfâ) bilir.” (Tâhâ, 20/7) Bu âyet, bu mertebelerin varlığına ve Allah’ın ilminin bunları kuşattığına en kuvvetli işarettir.

• ​Kur’ân’daki Diğer Kavramlar: Bu lâtifelerin vazifelerini gören Fuâd (gönül, kalbin özü) ve Sadr (göğüs, manevî genişliğin merkezi) gibi kavramlar da Kur’ân’da sıkça zikredilir. (Mesela Necm 53/11’de Fuâd, İnşirâh 94/1’de Sadr geçer.)

​3. Enaniyet (Ene) ve Ubûdiyet İlişkisi: Modern “Ego” Kavramına Kur’ânî Tenkit
​İnsana verilen “ene” (benlik duygusu), Cenâb-ı Hakk’ın kendi sıfatlarını ve isimlerini anlaması için verilmiş bir “vahid-i kıyasî” yani bir ölçü birimidir. İnsan, kendi cüz’î ilmiyle Allah’ın küllî ilmini, kendi kudretiyle O’nun sonsuz kudretini, kendi sahipliğiyle O’nun mutlak mâlikiyetini bir derece anlar.
​Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle izah edilir:
​”Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.”

• ​Ene’nin Yanlış Kullanımı: Enaniyet Eğer insan, kendisine emanet olarak verilen bu “ene”yi kendisine ait zanneder, onu “Mâlik” olarak görürse, o vakit ubûdiyetten (kulluktan) uzaklaşır ve enaniyete (benlik davasına, egoizme) düşer. Bu, Allah’a isyanın ve şirkin temelidir. Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük enaniyet örneği, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâzi’ât, 79/24) diyen Firavun’dur. O, kendisine verilen cüz’î sahipliği mutlak bir mâlikiyet zannederek haddini aşmıştır.

• ​Modern “Ego” Kavramına Kur’ânî Tenkit Modern psikolojinin “ego” kavramı, genellikle benliğin düzenleyici, gerçeklikle bağlantı kuran yapısı olarak tasvir edilir. Ancak popüler kültürde ve bazı düşünce akımlarında “ego,” kişinin kendini merkeze aldığı, kendi menfaatlerini her şeyin üstünde tuttuğu, kibre ve bencilliğe kaynaklık eden bir yapı olarak anlaşılmaktadır. ​Kur’ân-ı Kerîm, bu ikinci manadaki “ego”yu, yani enaniyeti şiddetle tenkit eder:
• ​İnsanın Acz ve Fakrını Hatırlatır: Enaniyet, insanın kendi güç ve kabiliyetlerine aldanmasıdır. Kur’ân ise insanın yaratılıştan âciz ve fakir (muhtaç) olduğunu vurgular. ​“…Çünkü insan çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28) Hakiki güç ve zenginlik sadece Allah’a aittir. Kul, kendi aczini ve fakrını anladığı nisbette Rabbine yönelir ve ubûdiyeti kemâle erer.
• ​Kibri ve Kendini Beğenmeyi Yasaklar: Enaniyetin en belirgin tezahürü olan kibir, şeytanın sıfatıdır. İblis, “Ben ondan hayırlıyım” (A’râf, 7/12) diyerek enaniyetine yenik düşmüş ve isyan etmiştir. Kur’ân, mü’minleri tevazu sahibi olmaya davet eder.
• ​Hakiki Varlığın Allah’a Ait Olduğunu Bildirir: Enaniyet, sahte bir varlık iddiasıdır. Halbuki her şeyin hakiki sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Ubûdiyet ise, bu sahte sahiplik davasından vazgeçip her şeyi O’na teslim etmektir. İşte o zaman insan, emanet olan “ene” aynasında Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını temaşa ederek hakiki hürriyete ve izzete kavuşur.
​“…Çünkü insan çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
Hakiki güç ve zenginlik sadece Allah’a aittir. Kul, kendi aczini ve fakrını anladığı nisbette Rabbine yönelir ve ubûdiyeti kemâle erer.

• ​Kibri ve Kendini Beğenmeyi Yasaklar: Enaniyetin en belirgin tezahürü olan kibir, şeytanın sıfatıdır. İblis, “Ben ondan hayırlıyım” (A’râf, 7/12) diyerek enaniyetine yenik düşmüş ve isyan etmiştir. Kur’ân, mü’minleri tevazu sahibi olmaya davet eder.
• ​Hakiki Varlığın Allah’a Ait Olduğunu Bildirir: Enaniyet, sahte bir varlık iddiasıdır. Halbuki her şeyin hakiki sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Ubûdiyet ise, bu sahte sahiplik davasından vazgeçip her şeyi O’na teslim etmektir. İşte o zaman insan, emanet olan “ene” aynasında Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını temaşa ederek hakiki hürriyete ve izzete kavuşur.
​Hülasa, Kur’ân, modern egoizmin şişirdiği benliği reddeder; bunun yerine Allah’a tam bir kulluk (ubûdiyet) içinde, O’nun isimlerinin bir aynası olduğunu idrâk eden, mütevazı ve arınmış bir “nefs” ve “kalb” inşa etmeyi hedefler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 20th, 2025