Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

 

  1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ

Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

  1. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil

Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:

“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)

Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.

  1. Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.

İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.

Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

 

*************   

 

  1. “Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî

İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Cenâb-ı Hak, insanın eline, emanet olarak… işârât ve nümûneleri câmi’ bir ene vermiştir—tâ ki o ene bir vahid-i kıyas olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin.”

  1. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma

Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.

Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.

  1. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?

Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.

Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.

 

************  

 

Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

  1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”

Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?

  1. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri

İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.

  1. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar

İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:

  • Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
  • Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.
  1. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı

Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.

  1. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat

Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.

Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.

 

Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati

  1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat

Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?

  1. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet

Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:

  • Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
  • İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
  • Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.
  1. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi

Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:

  • Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
  • Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
  • Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.
  1. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı

Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:

  • Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
  • Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.
  1. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına

Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.

Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 18th, 2025