BERCESTE VE İZAHI – 80–
BERCESTE VE İZAHI – 80–
1. Fenni’nin Beytleri Işığında Maddî Hayatın Aldatıcılığı
Fennî’ye ait beytler, insanı maddî hayata karşı bir muhasebeye ve irfanî bir bakış açısına davet etmektedir.
”Hüner sanma çalıp çarpıp da sahib-i mülk ü mâl olmak
Nasib olmaz o günâ mâl ile âsûde-hâl olmak”
Bu beyt, mal ve mülk edinmenin bir hüner, bir fazilet olmadığını, hatta bu malı gayr-i meşru yollardan elde etmenin gerçek bir huzur ve sükûnet getirmediğini vurgulamaktadır. İnsanlık tarihi, hırs ve ihtirasla elde edilen servetlerin, sahiplerine saadet yerine felaket getirdiğine dair sayısız hikmetli kıssa ve ibretli vakıa ihtiva eder. Bu dünya hayatında haksız kazançlar peşinde koşanların, elde ettikleri maddî varlıklarla kalplerinin huzur bulamaması, İlâhî bir kanundur. Mal ve mülk, bir vasıta iken, amaç haline geldiğinde ruhu kirletir ve insanı asıl gayesinden uzaklaştırır. Karun’un hazineleri, Firavun’un saltanatı, Nemrud’un ihtişamı, nihayetinde onların helakine sebebiyet vermiştir. Bu maddî kazançlar, ebedî saadeti değil, fânî hayatın yalanını temsil eder.
”Hayâl ü hâtıra gelmez mi hiç Kârûn-misâl olmak
Gözüm nûru yalan dünyâda imkân-ı bekâ yokdur”
Bu beytler, Kur’an’ın ibretlik kıssalarından olan Karun vakıasına atıfta bulunmaktadır. Karun, servetiyle övünen ve malın asıl sahibini unutan bir kimseydi. Nihayetinde tüm hazineleriyle birlikte yerin dibine geçirilmiştir. Fennî, bu tarihi vakıayı hatırlatarak, insanoğluna malın ne kadar aldatıcı olduğunu ihtar etmektedir. Zira bu dünya, bir imtihan sahasıdır ve gerçek bir beka yeri değildir. Eşyanın ve hayatın fânî olduğu aşikârdır. Gözümüzün nuru olan bu dünya dahi, sonsuzluğa dair bir vaatte bulunmaz. Her şey, bir son bulmaya mahkûmdur. Bütün bu hakikatler karşısında, mal hırsıyla gözü dönen, ruhu tatminsizleşen ve kalbi kasvetle dolan bir insanın hali ne kadar hazindir.
”Yalan dünyâya aldanmak kadar vâzıh hatâ yokdur”
Son beyit, bu dünya hayatının aldatıcı bir surette olduğunu ve bu aldatmaya kapılmaktan daha bariz bir hatanın olmadığını dile getirmektedir. İnsan, bu fânî dünyaya gelip geçerken, onun güzelliklerine, makamına, mevkisine ve zenginliğine aldanırsa, asıl varlık gayesini unutur. Bu aldanış, insanı yalnızca dünyada değil, asıl ebedî hayatta da zarara uğratır. Bu sebepledir ki, Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde sıkça dünya hayatının geçiciliği ve bir aldanma vesilesi olduğu vurgulanır. Bu husus, akl-ı selim ve kalb-i selim sahibi her insan için apaçık bir hakikattir.
Makale Özeti
Bu makalede, Fennî’nin beytleri üzerinden maddî hayata düşkünlüğün fâsıklık ve aldanış olduğu anlatılmıştır. Mal edinme hırsının, Karun gibi nice insanı helake sürüklediği tarihi ve ibretli vakıalarla izah edilmiştir. Eşyanın ve hayatın fânî olduğu ve bu yalan dünyaya aldanmanın en büyük hata olduğu vurgulanmıştır. Gerçek bekanın ve huzurun ancak maddî hırslardan arınmış, manevî bir hayatla mümkün olabileceği sonucuna varılmıştır.
2. İtrî’nin Şefaat Ümidi ve İnsanî Aşkın Tezahürü
Görselde yer alan İtrî’ye ait beyt, Hazreti Peygamber’e (s.a.v.) duyulan aşkın ve şefaat ümidinin müstesna bir tezahürüdür.
”Yâ Resûlallâh umaram diyesin rûz-i cezâ
Gerçi cürmüm çokdur ammâ İtrîyâ mağfûrsun”
Bu beyitteki derin duygu, İtrî’nin, kıyamet günü Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şefaatine mazhar olma arzusunu dile getirmektedir. “Yâ Resûlallâh, umarım ki, o ceza gününde bana ‘Ey İtrî! Günahın çok olsa da affedildin.’ dersin” şeklindeki bu iltica, bir sanatçının ruhundan süzülüp gelmiş, hakiki bir aşktır. Bu aşk, günahlarının ağırlığı altında ezilen bir kulun, son sığınak olarak Allah’ın en sevgili elçisine yönelişini ifade eder.
Peygamber sevgisi, müslüman bir şairin kalbinde en müstesna bir mevkiye sahiptir. Bu sevgi, yalnızca kuru bir hürmet değil, aynı zamanda ruhun kurtuluşunu o mübarek kapıda arayan bir tevekkül ve itimattır. İtrî, bu beyitle, bir müminin kalbinde daima yaşayan şefaat-i uzmâ ümidini dile getirir. İslam medeniyetinin muhteşem eserleri, camileri, ilim meclisleri ve edebi metinleri, bu aşktan ve ümitten ilham almıştır.
Bu beyit, insanın ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemesi gerektiğini de hatırlatır. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan muhabbet, bu rahmete ve affa erişmek için bir vesile kabul edilmiştir. Bu durum, insanı asla günah işlemeye teşvik etmez; bilakis, yaptığı hataların bilinciyle daha fazla pişmanlığa sevk ederken, şefaat kapısını da açık tutar. İtrî, bu beyitle, Allah’ın rahmetinin gazabından üstün olduğunu ve bu rahmetin tecellisinin en büyük vesilesinin de Hazreti Peygamber (s.a.v.) olduğunu ifade etmektedir. Bu beyitteki samimiyet ve ümit, İslâm tasavvufunun özünü teşkil eden recâ (ümit) ve havf (korku) dengesini de muhteşem bir şekilde resmetmektedir.
Makale Özeti
Bu makalede, İtrî’nin beyitleri üzerinden Peygamber sevgisinin ve şefaatine olan derin ümidin manevî bir izahı yapılmıştır. Beytin, bir sanatçının ruhundan süzülen samimi bir iltica olduğu ve günahkâr bir kulun dahi Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemesi gerektiğini vurgulayan bir muhteva ihtiva ettiği anlatılmıştır. Bu sevginin, İslâm medeniyetinin ve sanatının en önemli ilham kaynaklarından biri olduğu ifade edilmiştir.
3. Esrâr Dede’nin Beytiyle Aşkın Gerçek Vasıfları
Esrâr Dede’ye ait bu beyit, bülbül ile pervanenin aşk anlayışını mukayese ederek, gerçek aşkın ne olduğu hususunda manidar bir ders vermektedir.
”Da’vâsını terk etsin bülbülde fedâ yokdur
Bir nükteciği aşkın pervânede kalmışdır”
Beytin ilk mısraı, bülbülün aşktan bahseden feryatlarının (da’vâsının) samimiyetsiz olduğunu ifade etmektedir. Bülbül, güle olan aşkını gece gündüz feryat ederek ilan eder. Lâkin bu aşk, yalnızca dile gelen bir davadan ibarettir; zira bülbül, aşkı uğruna kendisini feda etme fedakârlığına sahip değildir. Onun aşkı, güle karşı duyduğu bir ilgi ve hasretten öteye geçmez. Gerçek aşk, sadece sözle ve feryatla dile getirilmez; bilakis, fedakârlık ve teslimiyet gerektirir. Bülbül, bu vasıflardan mahrum olduğu için aşk davasında samimi değildir.
Beytin ikinci mısraı ise, hakiki aşkın pervanede tecelli ettiğini vurgulamaktadır. Pervane, ışığa olan aşkıyla yanıp tutuşur ve bu aşkın neticesinde tereddüt etmeden kendini ateşe atar ve feda olur. Pervanenin bu fedakârlığı, aşkın en ince, en manidar nükteciklerinden biridir. Onun aşkı, sözde kalmaz, fiiliyata dönüşür. Bu durum, gerçek aşkın kendisini feda etmeyi ve yok olmayı gerektiren bir vasıf olduğunu işaret eder. İnsan da İlâhî aşka ve hakikate ulaşmak istiyorsa, bülbül gibi sözde kalmamalı, pervane gibi benliğini ve nefsini bu yolda feda etmelidir. Bu, tasavvufî bir dille Fenâfillah mertebesine ulaşma gayretidir.
Bu beyit, İslâm edebiyatında sıkça rastladığımız bülbül-gül ve pervane-mum metaforlarını yeniden yorumlayarak, aşkın ne derece büyük bir teslimiyet gerektirdiğini gözler önüne sermektedir. Hakikî aşk, karşılığında bir beklenti olmaksızın, sevgili uğruna kendi varlığını feda etme cesaretini gösterir. Bülbülün aşkı beşerî, pervanenin aşkı ise ilâhî aşka yaklaşan bir nitelik taşır.
Makale Özeti
Bu makalede, Esrâr Dede’nin beyiti üzerinden, gerçek aşkın sözde kalmayıp fedakârlık ve yok olmayı gerektiren bir vasıf olduğu ele alınmıştır. Bülbülün feryatlarının aksine, pervanenin kendisini ateşe atarak gösterdiği fedakârlığın, hakiki aşkın sembolü olduğu ifade edilmiştir. Bu durumun, tasavvuftaki Fenâfillah mertebesine işaret ettiği ve aşkın ancak bu teslimiyetle kemale erebileceği vurgulanmıştır.
4. Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan İnsan Hayatının Amacı
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya ait beyt, insan hayatının en temel amacını ve bu amacı idrak edemeyenlerin durumunu irfanî bir bakış açısıyla ortaya koymaktadır.
”Hânenin lâzım olan sâhibidir bilmeyen
Bilmeyen hânesinin hânesinin tâlibidir”
Beytin muhtevası, “evin sahibini bilmeyen, evin peşindedir” şeklinde izah edilebilir. Bu beyitteki “hâne” (ev), metaforik bir şekilde bu dünya hayatını ve insanın maddî varlığını ifade eder. “Hânenin sâhibi” (evin sahibi) ise, tüm varlığın yaratıcısı olan Yüce Allah’tır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu veciz beyitle, insanın bu dünya hayatında en temel vazifesinin, her şeyin sahibi olan Rabbini tanımak ve bilmek olduğunu vurgulamaktadır. İnsan, bu hakikati idrak edemediği takdirde, yani evin sahibini (Allah’ı) bilmediği takdirde, bu fânî dünyanın (hânenin) peşinde koşar ve onun geçici nimetlerine aldanır. Dünya malına, makamına, şan ve şöhretine olan bu aşırı düşkünlük, aslında insanın asıl amacından sapmasının bir neticesidir. Bu sâlike, dünya, bir menzil değil, ancak bir vasıtadır.
Bir müminin hayatındaki asıl gaye, dünyayı bir konak olarak kabul edip, bu konakta kalbiyle Rabbi’ne yönelmek, aklıyla O’nun sanatını ve varlığını tefekkür etmektir. Rabbini tanımayan bir insan ise, bu misafirhaneyi kendi evi gibi görüp, bütün hayatını onun tezyinatıyla geçirir. Bu durum, bir yolcunun, menzile ulaşmak yerine, duraklarda oyalanmasına benzer.
Bu beyit, aynı zamanda, “Kendini bilen Rabbini bilir” hikmetli sözünün de bir yansımasıdır. İnsan kendi acziyetini, fakirliğini ve fâniliğini idrak ettikçe, her şeyin mutlak sahibi olan Allah’ı daha iyi tanır ve O’na yönelir. Rabbini bilmeyen ise, kendi aciz varlığını dahi anlayamaz ve bu fânî dünyanın peşinde heba olur gider. Bu sebeple, Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu beyitle hem bir irfanî ders vermekte, hem de insanlığı hakiki amaçlarına davet etmektedir.
Makale Özeti
Bu makalede, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın beyiti üzerinden, insan hayatının temel gayesinin Allah’ı bilmek ve tanımak olduğu izah edilmiştir. Beyitteki “hâne” metaforuyla dünya hayatının, “hânenin sahibi” metaforuyla ise Allah’ın kastedildiği belirtilmiştir. Rabbini bilmeyen bir insanın dünya nimetlerine aşırı düşkünlüğünün ve bu durumun asıl amacından sapmak olduğu vurgulanmıştır.
5. Belîğ’in Beytiyle Manevî Hayatın Yüceliği
Belîğ’e ait beyit, manevî bir seyahat olan **”Sülûk”**un mahiyetini ve bu yolda ilerleyenlerin vasıflarını anlatmaktadır.
”Sülûk erbâbı sür’atle geçer aşk-ı mecâzîden
Cihânda kimse menzil ittihâz etmez pül üstünde”
Bu beyit, hak yolunun yolcusu olan sülûk erbâbının (dervişlerin), maddî ve mecazî aşkları kolayca aştığını ifade etmektedir. Sülûk, tasavvufî bir terim olarak, manevî hakikatlere ulaşmak için çıkılan yolculuğu ifade eder. Bu yolculuğa çıkan dervişler, öncelikle mecazî aşkın ve dünyevî bağların ötesine geçerler. Mecazî aşk, maddî güzelliklere, insanlara, makama ve mala olan ilgidir. Sülûk erbâbı, bu fânî ve geçici bağlara takılıp kalmaz; bilakis, asıl olan hakiki aşka, yani İlâhî aşka yönelir.
Beytin ikinci mısraı, bu durum için çok manidar bir benzetme kullanır: “Cihânda hiç kimse bir köprü üzerinde konaklamaz.” Köprü (pül), bu dünya hayatını temsil ederken, konaklamak (menzil ittihâz etmek), bu dünyayı asıl gaye edinmeyi ifade eder. İnsanlar, bir yerden bir yere gitmek için köprüleri kullanırlar; köprüler, sadece bir vasıtadır. Kimse, köprünün üzerinde ev kurup orada kalmayı düşünmez.
Belîğ, bu metaforu kullanarak, dünya hayatının da bir köprü gibi olduğunu, gerçek menzilin ise asıl yurdumuz olan ahiret olduğunu anlatır. Sülûk erbâbı, bu idrake sahip olduğu için, dünyanın geçici zevklerine ve maddî kazanımlarına bağlanmaz. Onlar, dünya hayatını sadece bir geçiş noktası, bir vasıta olarak görürler. Bu idrak, onları mecazî aşkların girdabından kurtarır ve hakiki aşka, yani Allah’a ve O’nun rızasına ulaştırır.
Bu beyit, insanlara dünya hayatına karşı bir teslimiyet ve kanaat dersi verirken, manevî yolculuğun inceliklerini de gözler önüne sermektedir. Hakikat yolcusu, bu fânî dünyaya takılıp kalmaz; gönlünü ebedî olan menzile yöneltir.
Makale Özeti
Bu makalede, Belîğ’in beyiti üzerinden manevî bir yolculuk olan sülûkun mahiyeti ve bu yolculukta ilerleyenlerin vasıfları ele alınmıştır. Dünyanın bir köprü (geçiş noktası) ve asıl menzilin ise ahiret olduğu benzetmesiyle, dünya hayatının geçiciliği vurgulanmıştır. Sülûk ehlinin, mecazî aşkları aşıp hakiki aşka yönelmesinin önemi izah edilmiştir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025