BERCESTE VE İZAHI – 54 –

BERCESTE VE İZAHI – 54 –

1. : Lâedrî’den Dünya Ehlinin Sekiz Belası
İktibas
Osmanlıca Metin:
بو سكز شيدر بلای اهل دنيا بيل يقين
حرص و شهوت فخر و زينت لعب و غفلت كبر و كين
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bu sekiz şeydir belâ-yı ehl-i dünyâ bil yakîn
Hırs u şehvet fahr u zînet lu’b u gaflet kibr ü kîn
Lâedrî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Kesin olarak bil ki şu sekiz şey dünya nimetlerine düşkün, ahireti düşünmeyen insanlar için belâdır: Hırs, şehvet, gurur, süse düşkünlük, dünya denen oyuna aldanma, gaflet, kibir ve kin.
İzah ve Makale: Kalbi Kemiren Sekiz Dert
“Bilinmeyen” anlamına gelen “Lâedrî” mahlasıyla anılan şair, insan ruhunu ebedî saadetten alıkoyan ve onu dünya zindanına mahkûm eden sekiz temel zaafı bir beyitte toplayarak önümüze bir ayna tutar. Bu beyit, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir ahlak manifestosu, bir nefs muhasebesi davetidir. Şair, “Kesin olarak bil ki” diyerek sözüne şüpheye yer bırakmayan bir kesinlikle başlar ve muhatabını derin bir tefekküre çağırır.
Bu sekiz bela, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır ve biri diğerini tetikler.
• Hırs ve Şehvet: Bunlar, nefsin en temel ve en doymak bilmez iki arzusudur. Hırs, “daha fazlası” için yanıp tutuşmaktır; malda, makamda, şöhrette sınır tanımamaktır. Tarih, hırsı yüzünden imparatorlukları ateşe atan, ailesini ve dostlarını hiçe sayan nice hükümdarın ibretlik hikayesiyle doludur. Şehvet ise bedensel ve anlık hazların peşinde koşarak ruhun ulviyetini unutmaktır. Bu ikisi, insanı maddeye esir eder, maneviyattan uzaklaştırır ve kalbin gözünü kör eder.
• Fahr ve Zînet: Hırs ve şehvetle elde edilen dünyalıkları başkalarına karşı bir üstünlük vesilesi kılma hastalığıdır. “Fahr”, yani övünme ve gurur, kişinin sahip olduklarıyla kendini diğerlerinden üstün görmesidir. “Zînet” ise süse, gösterişe olan aşırı düşkünlüktür. Günümüzün tüketim kültürü ve sosyal medya teşhirciliği, bu iki belanın modern zamanlardaki en bariz yansımalarıdır. İnsanlar, giydikleri elbiselerle, bindikleri arabalarla, oturdukları evlerle bir kimlik inşa etmeye çalışır; oysa gerçek kimlik, maddi süslerde değil, ruhun erdemlerinde gizlidir.
• Lu’b ve Gaflet: “Lu’b”, oyun ve eğlence demektir. Dünya hayatı, elbette ki meşru eğlencelere sahne olabilir. Ancak şairin işaret ettiği “oyun”, hayatın asıl gayesini unutturan, insanı oyalayan, gelip geçici meşgalelerdir. Bu oyunlara dalan insan, “gaflet” uykusuna dalar. Gaflet, en tehlikeli belalardan biridir; çünkü insan, bir imtihanda olduğunu, her anının hesabını vereceğini ve bu dünyanın bir konaklama yerinden ibaret olduğunu unutur. Gaflet içindeki bir kalp, hakikate karşı perdelenmiştir.
• Kibir ve Kin: Bu son iki bela, kalbin en karanlık hastalıklarıdır. Kibir, kendini beğenmişlik ve büyüklenmedir. Şeytan’ı Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran da bu kibirdi. Kibirli insan, ne kendi kusurunu görür ne de başkasının meziyetini takdir eder. Kin ise, öfkenin ve nefretin kalpte kök salmasıdır. Affetmeyi bilmeyen, sürekli bir intikam ateşiyle yanan bir kalp, asla huzur bulamaz. Kin, sahibini içten içe tüketen bir zehirdir.
Lâedrî, bu sekiz kavramla aslında “ehl-i dünya” olmanın, yani kalbini ve aklını sadece bu geçici âleme bağlamanın acı reçetesini sunmaktadır. Bu belalardan kurtulmanın yolu ise, bu zinciri kırmaktan geçer. Hırsın yerine kanaati, şehvetin yerine iffeti, gururun yerine tevazuyu, süsün yerine sadeliği, oyunun yerine tefekkürü, gafletin yerine zikri, kibrin yerine haddini bilmeyi ve kinin yerine merhameti koyabilen insan, dünya hapishanesinden kurtulup ruhunun özgürlüğüne kavuşur.
Özet
Lâedrî’nin beyti, dünyaya aşırı bağlanan insanlar için birer bela olan sekiz temel ahlaki zaafı (hırs, şehvet, gurur, süs düşkünlüğü, oyun, gaflet, kibir, kin) sıralar. Bu zaaflar, insanı manevi yolculuğundan alıkoyan, kalbini karartan ve onu geçici olana esir eden tehlikelerdir. Beyit, bu ruhsal hastalıklara karşı bir uyarı niteliği taşıyarak insanı öz denetime ve ahlaki arınmaya davet eder.

2. Resim: Nergisî’den Kusur Arayan Bakış
İktibas
Osmanlıca Metin:
بدره دكل نگاهی جهانك هلاله در
نقصانه‌در نظرلری صانما كماله در
Aruz Kalıbı:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bedre değil nigâhı cihânın hilâledir
Noksânâdır nazarları sanma kemâledir
Nergisî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Bu dünyadaki insanlar aya değil hilâle bakarlar. Sen zannetme ki güzelliklere bakacaklar, onlar sürekli kusurlara bakarlar.
İzah ve Makale: Hilâli Gören Göz, Bedri Görmeyen Kalp
Nesir ustalarından Nergisî, bu beytinde insan psikolojisinin derinliklerine inerek, toplumsal bir eleştiri sunar. O, dünyanın ve insanların bakış açısının, mükemmeli ve bütünü takdir etmek yerine, eksiği ve kusuru arama üzerine kurulu olduğunu çarpıcı bir metaforla ifade eder: Gözler, gökyüzünde parlayan dolunaya (bedr) değil, onun henüz tamamlanmamış, eksik hali olan hilâle çevrilmiştir.
Bu beyit, insan ilişkilerinden sanat eleştirisine, toplumsal yargılardan kişisel tatminsizliğe kadar geniş bir alana ışık tutar. İnsanların nazarının, yani bakışının, “kemâle” yani olgunluğa ve mükemmelliğe değil, “noksana” yani eksikliğe odaklı olduğunu söyler. Bu, insanın doğasındaki yıkıcı bir eğilimin şiirsel ifadesidir. Bir çiçeğin güzelliği yerine yaprağındaki küçücük bir deliğe, bir insanın sayısız iyiliği yerine yaptığı tek bir hataya, muazzam bir sanat eserindeki minicik bir kusura odaklanmak, “hilâle bakma” halidir.
Tarih boyunca büyük alimler, sanatkârlar ve liderler, bu noksan arayıcı bakışların hedefi olmuşlardır. Onların ortaya koyduğu devasa eserler ve getirdiği yenilikler, çoğu zaman küçük kusurları öne çıkaranlar tarafından gölgelenmeye çalışılmıştır. Çünkü kemâli takdir etmek bir erdem ve bir vizyon gerektirirken, noksanı bulup eleştirmek daha kolay ve nefse daha hoş gelen bir eylemdir. Kusur bulmak, eleştiren kişiye sahte bir üstünlük hissi verir; sanki o, bu kusuru görerek tenkit ettiği şeyden daha yetkin bir konumdaymış gibi bir yanılma oluşturur.
Bu durumun arkasında yatan psikolojik nedenler arasında kıskançlık, yetersizlik hissi ve kendini ispat etme çabası bulunur. Başkasının dolunay gibi parlayan başarısı, kendi eksikliklerini hatırlattığı için rahatsız edici olabilir. Bu rahatsızlıktan kurtulmanın en kolay yolu ise o dolunayda bir leke, bir eksiklik bularak onu bir hilâl mesabesine indirmektir.
Nergisî’nin bu beyti, bize aynı zamanda bir öz eleştiri yapma imkânı sunar: Biz nereye bakıyoruz? Hayatımızdaki insanlara, olaylara, kendi benliğimize bakarken dolunayı mı görüyoruz, yoksa sürekli hilâli mi arıyoruz? Eşimizin, dostumuzun, evladımızın onlarca güzel hasletini bir kenara bırakıp tek bir kusuruna mı takılıyoruz? Hayatın bize sunduğu nimetlerin bütününü görmezden gelip, sahip olamadığımız küçücük bir şeye mi odaklanıyoruz?
Bu kusur arayıcı bakıştan kurtulmanın yolu, “hüsn-ü zan” yani güzel düşünme ve güzel görme melekesini geliştirmektir. Arının çiçeğe, sineğin ise çöpe konması gibi, bakışlarımız da karakterimizi yansıtır. Kemâle, yani bütüne ve güzelliğe odaklanan bir nazar, hem sahibini huzurlu kılar hem de çevresine pozitif bir enerji yayar. Noksana odaklanan bir nazar ise, hem bakanı karamsarlığa sürükler hem de baktığı yerdeki güzelliği zehirler.
Özet
Nergisî, bu beytinde insanların genel eğiliminin, mükemmelliği ve bütünü (dolunay) takdir etmek yerine, eksikliği ve kusuru (hilâl) aramak olduğunu ifade eder. İnsanların bakışlarının olgunluğa değil, noksanlığa odaklı olduğunu belirterek, tenkit ve yıkıcı insan doğasını eleştirir. Bu beyit, başkalarını ve hayatı yargılarken güzellikleri ve erdemleri görmeye, kusurlara takılıp kalmamaya yönelik derin bir tavsiye verir.

3. : Lâedrî’den Hak Kapısı ve Dünya Makamları
İktibas
Osmanlıca Metin:
باب حق مفتوح ايكن هر لحظه اهل حاجته
التجأ لایق میدر مغرور جاه و دولته
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bâb-ı Hak meftûh iken her lahza ehl-i hācete
İlticâ lâyık mıdır mağrûr-ı câh-ı devlete
Lâedrî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Hakk’ın kapısı isteği olan herkese her an açıkken, elde ettiği makamdan dolayı gururlanan insanlara sığınmaya hiç gerek var mı?
İzah ve Makale: Gerçek Sığınak ve Gölgelerin Saltanatı
Lâedrî, bu derinlikli beytinde, insanın en temel arayışlarından biri olan “sığınma” ve “yardım dileme” eylemini masaya yatırır. İki kapıyı karşı karşıya koyar: Biri, her an, herkese şartsız bir şekilde açık olan “Bâb-ı Hak” yani Hakk’ın kapısıdır. Diğeri ise makam ve servetle gururlanmış, fani insanların geçici ve minnet dolu kapısıdır. Şair, bu karşılaştırma üzerinden retorik bir soru sorarak, akıl ve kalp sahibi her insanı en doğru adrese yönlendirir: Ebedi ve sonsuz güç sahibi olanın kapısı varken, geçici ve aciz olanlara sığınmak layık mıdır?
“Bâb-ı Hak meftûh iken…” ifadesi, ilahi rahmetin ve yardımın kesintisizliğini vurgular. Bu kapıda randevuya, aracıya, rüşvete veya belirli bir liyakate gerek yoktur. “Ehl-i hācet” olan, yani ihtiyacını hisseden herkes için “her lahza” açıktır. Bu, yaratıcının kuluna olan yakınlığının ve cömertliğinin en muhteşem ifadesidir. Dua, tövbe ve niyaz için zaman ve mekân sınırı yoktur.
Diğer yanda ise “mağrûr-ı câh-ı devlete” yani makam ve devletin gururuna kapılmış insanlar vardır. Onların kapıları, eğer açıksa bile, şartlara bağlıdır. Kendi çıkarları, ruh halleri, size olan bakışları kapının açılıp açılmayacağını belirler. Oradan alınacak bir yardım, çoğu zaman bir minnet yüküyle birlikte gelir. Makam sahipleri, bugün var yarın yok olan bir güce sahiptirler. Onların gücü, bir üst makamın iki dudağı arasındadır veya gelip geçici dünya şartlarına bağlıdır. Tarihteki nice vezir, padişah ve sultan, bir gün zirvedeyken ertesi gün gözden düşmüş, sığındıkları kapılar yüzlerine kapanmıştır. İşte bu yüzden onlara sığınmak, temelini kuma atmış bir binaya yaslanmak gibidir; her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Şairin sorusu, aslında bir haysiyet ve onur dersidir. İnsanın şerefi, kendisi gibi aciz olanın önünde eğilmekle değil, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibine yönelmekle korunur. Başkasına el açmanın getireceği psikolojik yük ve eziklik yerine, Hakk’a yönelmenin getirdiği izzet ve özgüven, ruhu besleyen asıl gıdadır.
Bu beyit, sadece dini bir nasihat değil, aynı zamanda güçlü bir karakter ve öz saygı manifestosudur. İnsanın hayattaki zorluklar karşısında ilk çalması gereken kapının kendi içindeki manevi güç ve bu gücün kaynağı olan ilahi makam olduğunu hatırlatır. Başkalarından medet ummak, insanın kendi potansiyelini ve en büyük dayanağını unutmasıdır. Makam ve mevki sahiplerine bel bağlayanlar, eninde sonunda hayal kırıklığına uğramaya mahkûmdur. Çünkü gölgeler, güneş çekildiğinde kaybolur. Gerçek ve kalıcı olan ise, her zaman var olan ve her kapı kapandığında bile açık kalan tek kapıdır.
Özet
Lâedrî, bu beytinde, ihtiyacı olan herkes için Allah’ın kapısının her an açık olduğunu vurgular. Bu sonsuz ve koşulsuz sığınak varken, geçici makam ve servetleriyle gururlanan, fani insanlara sığınmanın ve onlardan medet ummanın anlamsızlığını ve insanın onuruna yakışmadığını sorgular. Beyit, gerçek güç kaynağına yönelmenin ve fani varlıklara bel bağlamaktan kaçınmanın önemini anlatan bir hikmet dersidir.

4. : Hz. Mevlânâ’dan Zamanı Aşmak
İktibas
Farsça Metin:
روزها گر رفت گو رو باک نیست
تو بمان ای آنکه چون تو پاک نیست
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Rûzhâ ger reft gû rov bâk nist
To be-mân ey ân ki çon to pâk nist
Hz. Mevlânâ
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Günler geçip gitti ise varsın geçsin. Gam yeme, onlara de ki “Geçin, gidin.” Sizin gidişinizden bizim korkumuz yoktur. Ey mübarek ve temiz dost, sen kal, sen var ol! (Mübarek ve temiz dost ifadesini bazı şarihler insan-ı kâmil bazıları da Cenab-ı Hak şeklinde yorumlamışlardır.)
İzah ve Makale: Geçen Günlere Değil, Kalan Öze Bakmak
Hz. Mevlânâ, bu ölümsüz beytinde, zaman, varlık ve benlik üzerine derin bir tefekküre kapı aralar. İnsanoğlunun en büyük endişelerinden biri olan zamanın akıp gitmesi, ömrün tükenmesi korkusunu ele alır ve ona bambaşka bir perspektiften bakar. O, “Günler geçip gittiyse, varsın gitsin, korku yok!” diyerek, fani olanla baki olan arasındaki temel ayrımı ortaya koyar.
“Günler” (rûzhâ), gelip geçici olan her şeyi temsil eder: Takvim yaprakları, yaşlanan beden, kaybedilen fırsatlar, değişen dünya… Bunlar, zaman nehrinde akıp giden ve bir daha geri gelmeyecek olanlardır. Modern insan, bu akış karşısında sürekli bir anksiyete ve kaygı içindedir. Geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin belirsizlikleri arasında sıkışıp kalır. Hz. Mevlânâ ise bu endişeyi bir kenara bırakmamızı öğütler. Çünkü asıl önemli olan, giden günler değil, o günlerin içinde var olan ve zamandan münezzeh olan özdür.
Beytin ikinci mısrası, bu özü işaret eder: “Sen kal, ey eşi benzeri olmayan saf ve temiz varlık!” Buradaki “sen” kimdir? İşte bu sorunun cevabı, beytin kilit noktasıdır. Şerhlerde de belirtildiği gibi, bu “sen” iki temel anlama gelebilir:
• İnsan-ı Kâmil veya Gerçek Dost: Bu yoruma göre “sen”, mürşidi, yol göstericiyi, Allah’ı hatırlatan gerçek bir dostu ifade eder. Zaman, olaylar, insanlar gelip geçse de, hakiki bir dostun varlığı ve onun temsil ettiği değerler kalıcıdır. Onun sohbeti ve rehberliği, zamanın yıpratıcılığına karşı bir sığınaktır.
• Cenab-ı Hak veya İnsanın İlahi Özü (Ruh): Daha derin ve tasavvufi yorumda ise bu “sen”, doğrudan doğruya Allah’tır veya Allah’tan bir nefha taşıyan insanın ölümsüz ruhudur. Beden eskir, dünya değişir, günler tükenir, ancak ruh baki kalır. O, zamana ve mekâna sığmayan, “eşi benzeri olmayan pak” bir cevherdir. Bu durumda beyit, insana şu mesajı verir: “Ey insan! Sen, etten kemikten ibaret, zamanla çürüyen bir varlık değilsin. Senin içinde zamanın eskitemeyeceği, ölümsüz, saf bir öz var. Sen o öze tutun. Bırak günler geçsin, sen ‘kalıcı’ olana odaklan.”
Bu beyit, bize anı yaşamanın değil, “an”ın kendisi olmanın sırrını fısıldar. Geçmiş ve gelecek, zaman algısının ürünü olan illüzyonlardır. İnsanın içindeki ilahi öz ise her zaman “şimdi ve burada”dır. Bu öze ulaşan kişi için günlerin geçmesinin bir ehemmiyeti kalmaz. O, zaman okyanusunda bir o yana bir bu yana savrulan bir yaprak olmaktan çıkar, okyanusun kendisiyle bir olduğunu idrak eder.
Hz. Mevlânâ, bu sözüyle bizi, kimliğimizi ve değerimizi gelip geçici şeylerle (yaşımızla, malımızla, makamımızla) tanımlamaktan vazgeçip, kalıcı ve ebedi olan ruhani özümüzle tanımlamaya davet eder. Gidenlere üzülmek yerine, her daim bizimle olan o “pak dosta” yani özümüze sarılmamız gerektiğini hatırlatır.
Özet
Hz. Mevlânâ, bu beytinde zamanın akıp gidişinden ve ömrün tükenmesinden korkulmaması gerektiğini söyler. Geçici olan “günler” karşısında, kalıcı, saf ve eşsiz olan bir “sen”in (ilahi öz, ruh veya kâmil bir dost) varlığına dikkat çeker. Asıl önemli olanın, zamanla yok olan şeyler değil, zamandan etkilenmeyen bu ebedi öze tutunmak olduğunu vurgular. Beyit, fani olana takılıp kalmak yerine, baki olanla hemdem olmaya bir davettir.

5. : Şeyh Gâlib’den Peygamber Aşkının Zirvesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
سلطان رسل شاه ممجدسن افندم
بیچارەلره دولت سرمدسن افندم
دیوان الهی‌ده سرآمدسن افندم
منشور لم امركڭە مؤبدسن افندم
سن احمد و محمود و محمدسن افندم
حقدن بزه سلطان مؤیدسن افندم
Aruz Kalıbı:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı “le-amrük”e mü’ebbedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Şeyh Gâlib
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Ey Efendim! Sen peygamberlerin sultanı, yüceltilmiş, ululanmış bir şahsın.
Ey Efendim! Çaresiz kalmışlara ebedi bir devlet, baht, saadetsin.
Ey Efendim! İlahi divanda, hesap gününde önümüzdesin, önderimizsin.
Ey Efendim! Senin “Senin ömrüne yemin olsun!” ebedi hitabına mazhar olansın.
Ey Efendim! Sen hem Ahmed, hem Mahmud, hem de Muhammed’sin.
Ey Efendim! Sen, Hak tarafından gönderilmiş, kuvvetlendirilmiş ve doğrulanmış bir sultansın.
İzah ve Makale: Kelimelerin Secde Ettiği Sultan
Divan edebiyatının son büyük üstadı Şeyh Gâlib, bu muhteşem naatında Hz. Muhammed’e (s.a.v.) olan derin sevgisini, saygısını ve bağlılığını kelimelerin taşıyabileceği en estetik ve en güçlü ifadelerle dile getirir. Bu şiir, sadece bir övgü metni değil, aynı zamanda bir peygamber tasavvurunun, bir iman ikrarının ve bir şefaat niyazının sanatla yoğrulmuş halidir. Her mısra, Hz. Peygamber’in farklı bir vasfını, farklı bir makamını yücelterek O’nun İslam düşüncesindeki merkezî konumunu gözler önüne serer.
“Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim”: Şeyh Gâlib, söze en yüksek mertebeden başlar. Hz. Peygamber, sadece bir peygamber değil, bütün peygamberlerin (“rusül”) sultanı, şereflendirilmiş ve yüceltilmiş (“mümecced”) bir şahıdır. Bu ifade, O’nun peygamberler zincirindeki son ve en kâmil halka olduğunu belirtir.
“Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim”: Peygamberin manevi ve ruhani otoritesi, onun merhametiyle birleşir. O, sadece bir lider değil, aynı zamanda kimsesizlerin, çaresizlerin sığınağıdır. Ama bu sığınak, geçici bir yardım değil, ebedi bir saadet ve tükenmez bir zenginliktir (“devlet-i sermed”). O’nun yoluna giren, iki cihanda da çaresiz kalmaz.
“Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim”: Bu mısra, ahiret gününe bir göndermedir. İlahi divan kurulduğunda, hesap gününde O, önde gelen (“ser-âmed”), lider ve şefaat makamının sahibi olandır. Ümmeti için bir kurtuluş ümidi, bir rehberdir.
“Menşûr-ı ‘le-amrük’e mü’ebbedsin efendim”: Burada Hicr Suresi’nin 72. ayetine telmih (hatırlatma) vardır. Ayette Allah, “Le-amruke innehum lefî sekratihim ya’mehûn” (Senin ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar) buyurur. Allah’ın, Peygamberi’nin hayatı üzerine yemin etmesi, O’na verilen değerin en büyük delilidir. Şeyh Gâlib, bu ilahi yeminin O’nun şanını ebedileştirdiğini (“müebbed”) söyler.
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim”: Bu mısra, O’nun güzel isimlerinin bir zikridir. Ahmed (en çok hamd eden), Mahmud (en çok hamd edilen) ve Muhammed (tekrar tekrar övülmüş), O’nun ahlakının ve makamının farklı vechelerini yansıtır. Bu isimler, O’nun varlığının baştan sona bir “hamd” yani övgü ve şükür üzerine kurulu olduğunu gösterir.
“Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim”: Son mısra, bütün bu vasıfların kaynağını belirtir. O’nun sultanlığı, kendi nefsinden veya insanlardan değil, doğrudan Hak’tan, yani Allah’tandır. O, Allah tarafından desteklenmiş, doğrulanmış ve kuvvetlendirilmiş (“mü’eyyed”) bir liderdir. Bu, O’nun davasının hak olduğunun ve gücünün ilahi olduğunun ilanıdır.
Şeyh Gâlib, “efendim” redifini her mısranın sonunda tekrarlayarak, derin bir saygı, teslimiyet ve alçakgönüllülük ifade eder. Bu şiir, bir aşığın maşukuna yazdığı en içten mektup gibidir. Kelimeler, Peygamber sevgisinin potasında eriyerek yeni bir mana kazanır. Bu naat, asırlardır inananların dilinde bir dua, kalbinde bir sevgi nişanesi olarak yaşamaya devam etmektedir.
Özet
Şeyh Gâlib, bu naatında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üstün vasıflarını büyük bir edebi maharetle över. O’nu; peygamberlerin sultanı, çaresizlerin ebedi sığınağı, ilahi divanın önderi, Allah’ın hayatı üzerine yemin ettiği müstesna bir şahsiyet ve Hak tarafından desteklenmiş bir lider olarak tanımlar. Her mısrada tekrarlanan “efendim” redifiyle derin bir saygı ve bağlılık sunan şiir, Peygamber sevgisinin Divan edebiyatındaki en parlak örneklerinden biridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025