BERCESTE VE İZAHI – 51 –

BERCESTE VE İZAHI – 51 –

1. : Vahid Mahtûmî’den Devlet ve Rahat Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
راحت رجال دولتی هیچ بیلمه‌مکده‌در
دولت رجالی راحتی هیچ بیلمه‌مکده‌در
Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir
Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir
Vahid Mahtûmî
Açıklama:
Rahat, makam-mevki sahibi insanlarla çok içli-dışlı olmamakla yani onlara ihtiyacını arz etmemekle olur. Devlet adamı olmak da rahat nedir hiç bilmemektir.
İzah ve Açıklama
Vahid Mahtûmî bu beytinde, “rahat” ve “devlet” kavramları arasında keskin ve karşılıklı bir ilişki kurar. Beyit, iki mısrada aynı kelimelerin yerlerini değiştirerek sanatlı bir şekilde iki farklı gerçeği ifade eder (kalb sanatı).
• Birinci Mısra: “Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir” (Rahat, devlet adamlarını hiç bilmemektedir/tanımamaktadır.)
Bu mısra, gerçek huzur ve rahatın, devletin ve iktidarın karmaşık, çetrefilli ve sorumluluk dolu dünyasından uzakta olduğunu ifade eder. Makam ve mevki sahibi insanlarla, yani “ricâl-i devlet” ile iç içe olmak, onlardan bir talepte bulunmak, onların dünyasına girmek, insanın rahatını kaçırır. Güç odaklarının etrafında her zaman bir gerilim, bir beklenti ve bir çıkar çatışması vardır. Kişi, bu alanın dışında kaldığı ölçüde kendi iç huzurunu koruyabilir.
• İkinci Mısra: “Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir” (Devlet adamları rahatı hiç bilmemektedir/tanımamaktadır.)
Bu mısra ise madalyonun diğer yüzünü gösterir. Devlet idaresinde görev alan, sorumluluk üstlenen kişiler, “rahat” kavramına yabancıdırlar. Onların omuzlarında milletin ve devletin yükü vardır. Gece gündüz demeden çalışmaları, sürekli teyakkuz halinde olmaları, sayısız iç ve dış meseleyle uğraşmaları gerekir. Bu nedenle kişisel rahatları, ailelerine ayıracakları vakitleri, kendilerine ait bir yaşamları neredeyse yoktur. Onlar için en büyük meşguliyet ve “rahatsızlık”, taşıdıkları ağır sorumluluğun kendisidir.
Beyit, gücün ve sorumluluğun getirdiği bedeli ve gerçek huzurun aslında sadelikte ve bu dünyanın karmaşasından uzakta olduğunu vurgular.
Makale: Tacın Ağırlığı ve Kulübenin Huzuru
Tarih boyunca insanoğlu, gücü ve iktidarı bir saadet ve rahatlık kaynağı olarak görme eğiliminde olmuştur. Sarayların parıltısı, tahtların görkemi ve sultanların emirlerinin tartışılmazlığı, dışarıdan bakanlar için mutlak bir huzurun ve erişilmez bir konforun simgesi gibi anlaşılmıştır. Oysa Vahid Mahtûmî’nin beytinde dile getirdiği gibi, bu parlak görüntünün ardında rahatın hiç uğramadığı bir dünya gizlidir. “Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir.”
Tarih, bu gerçeğin sayısız örneğiyle doludur. Büyük İskender, fethettiği topraklarda bir gün olsun durup dinlenememiş, sürekli yeni hedeflere koşarken genç yaşında hayata veda etmiştir. Roma İmparatoru Marcus Aurelius, bir filozof olmasına rağmen ömrünü cephelerde Cermen kabileleriyle savaşarak geçirmiş ve meşhur eseri “Kendime Düşünceler”i savaş çadırında, devletin bitmek tükenmek bilmeyen dertleriyle boğuşurken kaleme almıştır. O, bir düşünür olarak kütüphanesinin sessizliğini arzulamışken, bir imparator olarak savaş meydanlarının gürültüsünü yaşamak zorunda kalmıştır.
Osmanlı tarihinde de durum farksız değildir. Geceleri tebdil-i kıyafetle halkın arasına karışan padişahlar, aslında sadece tebaalarının durumunu kontrol etmiyor, aynı zamanda sarayın boğucu atmosferinden bir anlığına da olsa kaçarak nefes almaya çalışıyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” demesi, cihanı titreten bir padişahın bile en büyük zenginliği bir nefeslik “sıhhat” ve “rahat”ta gördüğünün en büyük isbatıdır. O, devletin en tepesindeyken, devletten daha kıymetli olanın bedeni ve ruhi rahatlık olduğunu itiraf etmiştir. Çünkü omuzlarındaki yük, sadece bir ülkenin değil, bir “cihan devleti”nin ve ümmetin sorumluluğuydu. Bu, uykuları kaçıran, en lezzetli yemekleri tatsız kılan bir ağırlıktır.
Beytin diğer mısrası ise sıradan insanın mutluluk formülünü verir: “Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir.” Gerçek huzur, güç sahiplerinin kapısını aşındırmamakla, onların gölgesine sığınmaya çalışmamakla, beklentilerden ve taleplerden uzak, kendi yağıyla kavrulan bir hayat sürmekle mümkündür. Çünkü güç merkezine yaklaşıldıkça, bireyin kendi hayatı üzerindeki kontrolü azalır. Entrikalar, rekabet, haset ve hayal kırıklıkları bu dünyanın ayrılmaz parçalarıdır. Oysa kendi küçük dünyasında, ailesiyle, işiyle, toprağıyla meşgul olan insan, büyük fırtınalardan uzakta, sakin bir limandadır.
Bu beyit, bize modern dünyada da yol gösterir. Sürekli daha fazlasını istemeye, daha yüksek mevkilere ulaşmaya, daha fazla güç ve tanınırlık elde etmeye programlanmış günümüz insanı, aslında huzurunu ve rahatını bu hedefler uğruna feda ettiğinin farkında değildir. Oysa gerçek zenginlik, ihtiyaçların azlığında ve beklentisizlikte gizlidir. Devlet adamının uykusuz gecelerinin bedeli, sıradan bir insanın deliksiz uykusunun huzurudur. Tacın ağırlığını bilmeyenler, onu takmayı hayal ederler. Ama onu takanlar, bazen başı ağrımayan bir köylünün yerinde olmayı her şeye tercih edebilirler.
Özet
Vahid Mahtûmî’nin beyti, rahat ve devlet (güç/iktidar) arasındaki zıtlığa dayalı bir ilişkiyi anlatır. Gerçek rahat ve huzur, güç odaklarından ve devlet adamlarından uzak durmakla mümkün olurken; devlet idaresinde sorumluluk alanlar ise taşıdıkları ağır yük nedeniyle rahat yüzü görmezler. Makale, tarih boyunca liderlerin yaşadığı bu zorluğa ve sıradan insanın sadelikte bulabileceği huzura dikkat çekerek, gücün getirdiği bedelleri ve gerçek zenginliğin beklentisizlikte olduğunu vurgulamaktadır.

2. : Fennî’den Baht ve Himmet Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
آچیلمش اللرڭ بختی بزمكی قاره قالمشدر
آنڭ ده انکشافی همت ابراره قالمشدر
Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır
Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır
Fennî
Açıklama:
Herkesin bahtı açılmış, işleri yolunda gidiyor. Bizim bahtımız ise kara kalmıştır. Bahtımızın açılması -Allah’ın izniyle- evliyaların himmetine, manevi yardımına kalmıştır.
İzah ve Açıklama
Fennî, bu beytinde derin bir karamsarlık ve çaresizlik içindeki bir ruh halini, tasavvufi bir umut kapısıyla birleştirerek sunar.
• Birinci Mısra: “Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır”
Şair, çevresindeki insanları gözlemlemektedir. “Elleri açılmış” tabiri, işleri yolunda giden, başarılı, talihli, dünyevi nimetlere kavuşmuş insanları ifade eder. Onların bahtı açıktır, yolları aydınlıktır. Bu parlak tablonun karşısında şair, kendi durumunu bir tezat olarak ortaya koyar: “bizimki kara kalmıştır.” Bu ifade, sadece şanssızlık değil, aynı zamanda bir terk edilmişlik, bir nasipsizlik ve derin bir kederi de içinde barındırır. Herkesin muradına erdiği bir dünyada, kendi payına sadece karanlığın ve umutsuzluğun düştüğünü hisseder.
• İkinci Mısra: “Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır”
Şair, bu karanlık durumdan çıkış için dünyevi çarelerin tükendiğini ima eder. “İnkişâf”, açılma, aydınlanma, ortaya çıkma demektir. Yani, bu kara bahtın aydınlanması, bu kapalı kapının açılması artık sıradan yollarla mümkün değildir. Çözüm, “himmet-i ebrâr”a, yani “iyilerin, salihlerin, Allah dostlarının (evliyaların) manevi yardımına, duasına ve ruhani desteğine” kalmıştır. Bu, tasavvufi bir teslimiyettir. Kişi, kendi çabasının ve aklının yetersiz kaldığı noktada, manevi bir güce, Allah’ın sevgili kullarının şefaatine ve duasına sığınır. Bu mısra, ilk mısradaki karamsarlığı bir umut ışığıyla deler. Çaresizlik, manevi bir kapıya yönelmekle son bulur.
Beyit, dünyevi başarısızlık ve hayal kırıklığı karşısında, insanın manevi sığınaklar arayışını ve Allah dostlarının yardımına olan inancını dile getirir.
Makale: Kara Bahtın Aydınlığı: Teslimiyet ve Himmet
İnsan hayatı, inişler ve çıkışlarla dolu bir yoldur. Bazen bu yolda her adımımız ileriye gider, her kapı kolayca açılır ve rüzgâr hep arkamızdan eser. Bazen ise ne yapsak olmaz; önümüzdeki tüm yollar kapanmış, sanki bütün cihan bize karşı birleşmiş gibi hissederiz. İşte şair Fennî, tam da bu ikinci anın fotoğrafını çeker: “Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır.” Bu, sadece bir şanssızlık anının tespiti değil, aynı zamanda insanın kendini çevresiyle kıyasladığında hissettiği o derin yalnızlığın ve geri kalmışlığın feryadıdır. Herkesin bayram ettiği bir köyde, tek başına yas tutan bir ev gibidir şairin kalbi.
Bu his, tarihin her döneminde ve her coğrafyada insanın en temel tecrübelerinden biri olmuştur. Başkalarının başarısını görmek, kendi başarısızlığımızı daha da ağırlaştırabilir. Sosyal medyanın gösterişli dünyasında, herkesin en mutlu, en başarılı, en “açılmış” anlarını sergilediği günümüz vitrinlerinde, kendi “kara bahtı” ile yüzleşen insan sayısı hiç de az değildir. Bu durum, kişiyi ya derin bir kıskançlık ve isyana ya da bir içe kapanış ve kabullenişe sürükler.
Fennî, bu yol ayrımında üçüncüsünü seçer: manevi bir teslimiyet. Dünyevi çareler tükendiğinde, aklın ve mantığın sınırlarına gelindiğinde, insan başka bir kapıyı çalmak zorunda kalır. “Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır.” Bu mısra, bir çaresizliğin itirafı olduğu kadar, sarsılmaz bir inancın da ilanıdır. “Ebrâr”, yani iyiler, salihler, Allah dostları, bu dünyada maddi gücün ötesinde, manevi bir etki alanına sahip olarak görülürler. Onların “himmeti”, yani duaları, manevi destekleri, kalbi yardımları, kilitli kapıları açan bir anahtar gibidir.
Bu anlayış, aslında kâinattaki her şeyin sadece görünen sebeplerle işlemediği inancına dayanır. Her olayın arkasında ilahi bir irade ve bu iradeye yakın kulların bir tesiri olduğu düşünülür. Bu, bir nevi “manevi yer çekimi” yasasıdır. Nasıl ki büyük kütleler küçük kütleleri çekerse, manevi olarak yoğunlaşmış, Allah’a yakınlaşmış kalplerin de çevrelerine bir feyz, bir bereket ve bir yardım enerjisi yaydığına inanılır. Şairin bu kapıya yönelmesi, pasif bir bekleyişten ziyade, aktif bir yöneliştir. Kendi aczini itiraf edip, kendisinden daha büyük bir manevi güce sığınmaktır.
Bu tavır, insana umudunu kaybettiği anda yeni bir perspektif sunar. Belki de “kara baht” olarak görünen şey, aslında kişiyi bu manevi kapıya yönelten bir imtihandır. Belki de dünyevi yolların kapanması, semavi yolların açılması için bir davettir. Fennî’nin beyti, bize en karanlık anlarda bile bir ışık olduğunu hatırlatır. O ışık, kendi çabalarımızın bittiği yerde, Allah’ın izniyle, O’nun sevgili kullarının temiz kalplerinden ve dualarından yansıyan “himmet” ışığıdır. Bu, karanlık tünelin ucunda görünen umuttur.
Özet
Fennî’nin beyti, hayatta işleri yolunda gitmeyen ve kendini başkalarıyla kıyaslayarak umutsuzluğa kapılan bir insanın ruh halini anlatır. Çevresindeki herkesin başarılı ve mutlu olduğunu görürken, kendi talihinin karanlık kaldığını hisseder. Ancak bu karamsarlıktan çıkış yolunu, dünyevi çarelerde değil, Allah dostlarının (evliyanın) manevi yardımında ve duasında, yani “himmet”te bulur. Makale, bu durumu modern insanın yaşadığı yetersizlik hissiyle paralelleştirerek, maddi çözümlerin tükendiği noktada manevi bir kapıya yönelmenin bir umut ve teslimiyet olduğunu, bazen başarısızlıkların kişiyi daha derin bir arayışa iten bir davet olabileceğini işlemektedir.

3. : Köprülüzâde Es’ad Paşa’dan Sükûtun Gücü Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
سپر انداز عجزه خصمی تیغ خون فشان چکمز
خموشان ادب اندیشه زخم زبان چکمز
Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez
Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez
Köprülüzâde Es’ad Paşa
Açıklama:
Ne kadar kuvvetli bir silâhşör olunursa olunsun karşısındaki kişi eğer âcizlik siperine çekilmişse ona kılıç çekilmez. Sükût etmek siperde olmak gibidir. Edebinden dolayı dilini tutan kişiler dil yarası korkusu çekmez. Ona kalbi kırılacak bir şey söylemezler.
İzah ve Açıklama
Köprülüzâde Es’ad Paşa, bu beytinde fiziksel ve sözel çatışmalarda savunmanın ve pasif direnişin gücünü iki çarpıcı örnekle anlatır.
• Birinci Mısra: “Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez”
“Acizlik kalkanını kuşanmış (siper-endâz-ı acze) kişiye, düşmanı (hasmı) kan saçan kılıcını (tîğ-ı hûn-feşân) çekmez.” Bu mısra, savaş ahlakındaki kadim bir kuralı hatırlatır. Güçlü bir savaşçı, kendisine karşı koymayan, teslim olan veya acizliğini belli eden bir düşmana saldırmaz. Bu, bir erdem ve şeref göstergesidir. Acizlik ve savunmasızlık, en güçlü saldırganı bile durduran bir tür görünmez kalkandır. Saldırganlık, karşısında bir direnç bulduğunda anlam kazanır; direnç ortadan kalktığında ise saldırının kendisi anlamsızlaşır ve bir zulme dönüşür.
• İkinci Mısra: “Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez”
“Edeb sahibi suskunlar (hamûşân-ı edeb), dil yarası (zahm-ı zebân) endişesi taşımazlar.” İlk mısradaki fiziksel mücadele, burada sözel ve sosyal alana taşınır. “Hamûşân-ı edeb”, sadece susanlar değil, edeplerinden, bilgeliklerinden dolayı susmayı tercih edenlerdir. Onlar, bir tartışmada veya gergin bir ortamda sükûtu seçerler. Bu sükût, bir acizlik değil, bir irade ve erdem göstergesidir. Böyle bir tavır karşısında, en keskin dilli, en kavgacı insanlar bile genellikle daha ileri gitmekten çekinirler. Çünkü edeple susan birine hakaret etmek veya dil uzatmak, bunu yapan kişiyi toplum nezdinde küçük düşürür. Dolayısıyla, sükût da tıpkı acizlik gibi, “dil yarasına” karşı en etkili kalkan olur.
Beyit, kaba kuvvete veya sözel saldırganlığa aynıyla karşılık vermek yerine, pasif ve erdemli bir duruş sergilemenin çok daha etkili bir savunma stratejisi olduğunu öğretir.
Makale: En Güçlü Kalkan: Edep ve Sükût
İnsanın en ilkel isteklerinden biri, saldırı anında karşı saldırıya geçmektir. Bir yumruk, bir başka yumruğu; bir hakaret, daha ağır bir hakareti davet eder. Bu, sonu gelmez bir şiddet ve nefret sarmalıdır. Ancak Köprülüzâde Es’ad Paşa, bize bu sarmalı kırmanın kadim sırrını fısıldar: Gerçek güç, saldırmakta değil, saldırıyı boşa çıkaran erdemli bir duruşta gizlidir. O, en keskin kılıçların bile kıramayacağı iki kalkandan bahseder: acizliğin ve sükûtun kalkanı.
“Acizlik kalkanını kuşanmış kişiye, düşmanı kan saçan kılıcını çekmez.” Bu söz, savaşın bile bir ahlakı olduğunu hatırlatır. Mert ve onurlu bir savaşçı, silahını bırakmış, yere diz çökmüş bir hasma kılıç kaldırmaz. Çünkü o an, savaş bitmiş, güç gösterisi bir zulme dönüşmüştür. Bu ilke, sadece savaş meydanlarında değil, hayatın her alanında geçerlidir. Bir tartışmada, haksızlığa uğradığınızda, karşınızdaki öfkeyle köpürürken sizin sakin kalmanız, teslimiyetiniz ve aczinizi (burada “haddini bilmek” anlamında) ortaya koymanız, karşınızdakinin öfke ateşine dökülen bir kova su gibidir. Ateş, yanacak odun bulamadığında söner. Saldırganlık da karşılık bulamadığında gücünü ve anlamını yitirir. Bu, Gandhi’nin “pasif direniş” felsefesinin de temelidir. Güce güçle değil, ahlaki bir üstünlükle karşı durmak, en zalim gücü bile zamanla etkisiz hale getirir.
Beytin ikinci mısrası ise bu ilkeyi sosyal ilişkilerin merkezine taşır: “Edebinden dolayı susanlar, dil yarası endişesi taşımazlar.” Sözlü saldırılar, çoğu zaman fiziksel saldırılardan daha derin yaralar açar. Dilin kemiği yoktur ama kırdığı kalp kolay onarılmaz. İşte bu “dil yarasına” karşı en etkili zırh, “edeple susmaktır.” Bu, korkakların veya söyleyecek sözü olmayanların sessizliği değildir. Bu, ortamın seviyesizliğine inmeyi reddeden, kelimelerin değerini bilen ve bir cahille tartışarak kendi değerini düşürmek istemeyen ariflerin sükûtudur.
Hz. Ali’ye atfedilen, “Cahille girdiğim her tartışmayı kaybettim,” sözü bu hikmetin bir özetidir. Edeple susan bir insanın karşısında, hakaret ve kötü söz sahibine geri döner. Çünkü o sessizlik, aslında çok güçlü bir mesaj verir: “Senin seviyene inmeyeceğim.” Bu asil duruş, saldırganı kendi çirkinliğiyle baş başa bırakır. Toplum vicdanı da genellikle edeple susandan yana olur. Sessizlik, kişiye bir ağırlık, bir vakar ve bir güvenilirlik kazandırır. Bağıran, çağıran, hakaret eden değil; dinleyen ve yerinde susan bilge kişi saygı uyandırır.
Sonuç olarak, Es’ad Paşa’nın beyti, bize modern dünyanın gürültüsü ve saldırganlığı içinde bir sığınak sunar. Her söze cevap vermek, her saldırıya karşılık vermek zorunda değiliz. Bazen en güçlü cevap, sessizliktir. En güvenli siper, tevazu ve edeptir. Çünkü hiçbir kılıç, teslim olmuş bir boyundan daha keskin değildir ve hiçbir hakaret, edeple susan birinin vakarı kadar ağır değildir.
Özet
Köprülüzâde Es’ad Paşa’nın beyti, hem fiziksel hem de sözel çatışmalarda en etkili savunma yönteminin pasif ve erdemli bir duruş olduğunu belirtir. İlk mısrada, acizliğini gösterip teslim olan bir düşmana kılıç çekilmeyeceği; ikinci mısrada ise edep ve bilgelikle susmayı tercih edenlerin, dil yarası almaktan ve hakarete uğramaktan korunacağı anlatılır. Makale, bu fikri “pasif direniş” felsefesiyle ve sosyal ilişkilerdeki yansımalarıyla ele alır. Saldırganlığa aynıyla karşılık vermek yerine sükût ve tevazu göstermenin, kişiyi ahlaken yücelten ve saldırıyı boşa çıkaran en güçlü kalkan olduğu vurgulanır.
4: Alvarlı Muhammed Lütfi’den Hakiki Devlet ve Nimet Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
دولت اولدر دو جهانده دستگیر اولسون سڭا
نعمت اولدر عشق حق روشن ضمیر اولسون سڭا
Vezin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Devlet oldur dü-cihânda dest-gîr olsun sana
Ni’met oldur aşk-ı Hak rûşen-zamîr olsun sana
Alvarlı Muhammed Lütfi
Görseldeki Açıklama:
Gerçek devlet senin hem dünyada hem de ahirette elinden tutacak, sana faydası dokunacak şeye ulaşmandır. Gerçek nimet ise Hak aşkının senin aydınlık gönlünde tecelli etmesidir.
İzah ve Açıklama
Erzurumlu bir mutasavvıf olan Alvarlı Muhammed Lütfi (Efe Hazretleri), bu beytinde tasavvufi bir bakış açısıyla “devlet” (talih, zenginlik, mutluluk) ve “nimet” kavramlarını yeniden tanımlar.
• Birinci Mısra: “Devlet oldur dü-cihânda dest-gîr olsun sana”
“Devlet (en büyük talih ve zenginlik) o şeydir ki, iki cihanda da (dünyada ve ahirette) sana elinden tutan (dest-gîr) olsun, yani yardım etsin.” Şair, dünyevi zenginliklerin, makamların ve geçici mutlulukların “devlet” olarak adlandırılamayacağını söyler. Çünkü bunlar sadece bu dünyada geçerlidir ve çoğu zaman sahibine ahirette bir fayda sağlamaz, hatta yük olabilir. Hakiki “devlet”, hem bu fani dünyada insana doğru yolu gösteren hem de ebedi olan ahiret hayatında onu kurtuluşa erdiren, ona yardımcı olan şeydir. Bu, ilahi bir lütuf, sarsılmaz bir iman veya salih bir amel olabilir.
• İkinci Mısra: “Ni’met oldur aşk-ı Hak rûşen-zamîr olsun sana”
“Nimet (en büyük lütuf ve ihsan) o şeydir ki, Allah aşkı (aşk-ı Hak) sana aydınlık bir vicdan (rûşen-zamîr) versin, yani vicdanını ve kalbini aydınlatsın.” Bu mısra, nimet kavramını maddi yiyecek, içecek veya mülk gibi şeylerden çok daha öteye taşır. En büyük nimet, bir insanın kalbinde Allah sevgisinin yerleşmesi ve bu sevginin onun vicdanını, iç dünyasını aydınlatmasıdır. Kalbi Allah aşkıyla aydınlanmış bir kişi, doğruyu yanlıştan ayırabilir, her şeyde O’nun bir tecellisini görür, ahlakı güzelleşir ve içi huzurla dolar. Bu, diğer tüm nimetlerin kaynağı ve özüdür.
Beyit, materyalist ve dünyevi değer ölçülerini reddederek, gerçek zenginliğin ve nimetin manevi ve kalbi değerlerde olduğunu vurgulayan derin bir tasavvufi hikmet ihtiva eder.
Makale: İki Cihan Saadeti: Gerçek Zenginlik Nedir?
İnsanoğlu, varoluşundan beri mutluluğu ve zenginliği aramaktadır. Bu arayışta çoğu zaman gözlerini dış dünyaya çevirmiş; zenginliği malda, mülkte, parada; mutluluğu ise makamda, şöhrette ve dünyevi hazlarda bulacağını sanmıştır. Oysa Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri gibi gönül sultanları, bize pusulayı tersine çevirmemizi ve hakiki hazinenin içimizde saklı olduğunu hatırlatır. O, “devlet” ve “nimet” gibi dünyevi davetleri güçlü iki kelimeyi alır ve onlara ebedi bir anlam yükler.
Ona göre “devlet”, yani insanın sahip olabileceği en büyük servet ve talih, “iki cihanda elinden tutacak” olandır. Bu tanım, modern insanın başarı ölçülerini temelden sarsar. Bugün “başarılı” veya “talihli” saydığımız bir insan, genellikle banka hesabındaki rakamlarla, oturduğu evin büyüklüğüyle veya sosyal statüsüyle ölçülür. Ancak bu değerlerin tamamı, hayat denilen kısa yolculuğun sonunda, mezar kapısında terk edilmeye mahkûmdur. Hiçbir servet, Azrail ile pazarlık edemez. Hiçbir makam, mahşer gününde bir imtiyaz sağlamaz. O halde, sadece bu dünyada geçerli olan bir para birimine yatırım yapmak ne kadar akıllıcadır? Alvarlı Efe, bize yatırımımızı “iki cihanda” da geçerli olan bir değere yapmamızı öğütler: İman, salih amel, güzel ahlak, Allah’ın rızası… İşte bunlar, hem dünyada insanın yolunu aydınlatan birer kandil, hem de ahirette ebedi kurtuluşuna vesile olacak sadık birer yardımcıdır.
Beytin ikinci kanadında ise “nimet” kavramı ele alınır. Nimet denince aklımıza sofralarımızı donatan yiyecekler, sağlığımız, konforumuz gelir. Bunlar şüphesiz Allah’ın lütuflarıdır ve şükrü gerektirir. Ancak Alvarlı Efe’ye göre tüm bu nimetlerin tacı, özü ve kaynağı, “Hak aşkının kalbi aydınlatmasıdır.” Kalpte Allah aşkı yoksa, en lezzetli yemekler sadece biyolojik bir ihtiyacı giderir, en lüks evler ruhu tatmin etmeyen birer hapishaneye dönüşür.
Kalbin Allah aşkıyla aydınlanması (“rûşen-zamîr olmak”), insana yeni bir bakış açısı kazandırır. O artık kâinata çıplak gözle değil, “iman” gözlüğüyle bakar. Yağmurun her damlasında rahmeti, çiçeğin her renginde sanatı, dostunun tebessümünde ilahi bir lütfu görür. Vicdanı aydınlanmıştır; artık harama ve yanlışa giden yollar ona karanlık ve itici gelirken, helale ve doğruya giden yollar aydınlık ve çekicidir. Bu, insanın iç dünyasında sahip olabileceği en büyük aydınlıktır ve bu aydınlığa sahip olan kişi, dünyanın en zengini ve en doymuşudur. Çünkü o, nimetin sahibine ulaşmıştır.
Son tahlilde, bu beyit bize modern hayatın dayattığı sahte zenginlik tanımlarını sorgulamamız için bir davetiye sunar. Gerçek devlet, bizi sonsuzlukta yalnız bırakmayacak bir dost; gerçek nimet ise kalbimizi o dostun sevgisiyle dolduracak ilahi bir nurdur. Geriye kalan her şey, bu ebedi yolculukta geride bırakacağımız birer gölgeden ibarettir.
Özet
Alvarlı Muhammed Lütfi, bu beytinde “devlet” (zenginlik/talih) ve “nimet” kavramlarına tasavvufi bir anlam yükler. Ona göre gerçek devlet, sadece bu dünyada değil, ahirette de insana yardımcı olacak, elinden tutacak manevi değerlerdir. En büyük nimet ise, insanın kalbinin Allah aşkıyla dolması ve bu aşkın kişinin vicdanını ve iç dünyasını aydınlatmasıdır. Makale, bu tanımları modern dünyanın materyalist başarı anlayışıyla karşılaştırarak, geçici dünyevi kazanımlar yerine kalıcı ve manevi değerlere yatırım yapmanın önemini vurgular. Hakiki zenginliğin ve mutluluğun, Allah’a olan sevgi ve yakınlıkta bulunduğu fikrini işler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 15th, 2025