BERCESTE VE İZAHI – 45 –
BERCESTE VE İZAHI – 45 –
1. Bağdatlı Rûhî ve Hakiki Sarhoşluk
İktibas
Arap Harfleriyle Aslı:
صانماقك بزی كيم شيرۀ انگور ايله مستز
بز اهل خراباتدن مست الستز
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz
Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz
Şair: Bağdatlı Rûhî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Siz sakın bizi üzüm suyu olan şarapla sarhoş olmuş zannetmeyin. Biz manevi aşkın tadıldığı, ilâhî aşkla sarhoş olunan tekke müntesipleriyiz. Ruhlarımızın yaratıldığı ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap olduğumuz andan beri sarhoşuz.
İzah ve Tahlil
Bağdatlı Rûhî, bu meşhur beytinde, tasavvuf edebiyatının en temel metaforlarından ikisini bir araya getirir: “şarap” (mest) ve “meyhane” (harâbât). İlk bakışta dünyevi zevkleri hatırlatan bu kelimeler, beytin ikinci mısrasıyla bambaşka bir boyuta taşınır. Şair, kendisinin ve yoldaşlarının sarhoşluğunun üzüm suyundan (şîre-i engûr) kaynaklanan geçici ve maddevi bir sarhoşluk olmadığını beyan eder. Onlar, “ehl-i harâbât”tır; yani bu dünyanın geçici nizamını ve kurallarını kalplerinde yıkmış, gerçeğin peşine düşmüş arifler zümresindendir. Onların sarhoşluğu ise “mest-i elest”tir. Bu, ruhların ezelde, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Elestu bi-Rabbikum?) sorusuna “Evet, Rabbimizsin!” (Belâ!) diye cevap verdikleri o anın, o ilahi ikrarın ve muhabbetin sarhoşluğudur. Dolayısıyla bu sarhoşluk, dünyaya gelmeden önce başlayan, ebediyete uzanan köklü ve hakiki bir aşkın ifadesidir.
Makale: Elest Bezmi’nin Sarhoşları
İnsanlık tarihi, görünenin ardındaki manayı arayanların hikayesidir. Kimi zaman bir düşünürün tefekküründe, kimi zaman bir sanatçının ilhamında, kimi zaman da bir arifin vecd halinde tezahür eden bu arayış, dilin sınırlarını zorlayan sembollerle ifade edilmiştir. Tasavvuf geleneği, bu sembolik dilin en zengin ve en derin olduğu alanlardan biridir. Bağdatlı Rûhî’nin “Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz” mısrası, bu semboller evreninin kapısını aralayan bir anahtar gibidir.
Beytin ilk mesajı, bir yanılgıyı düzeltmektir: “Bizi gördüğünüz gibi sanmayın.” Dışarıdan bakıldığında toplumun alışılagelmiş kalıplarının dışında, belki de aykırı görünen bu “harâbât ehli”, aslında bambaşka bir alemin sakinleridir. Onların mekanı olan “harâbât” (harabeler, meyhane), zahiri anlamıyla bir günah mekanı değil, aksine benliğin, kibrin, riyanın ve dünyaya ait bütün sahte yapıların yıkıldığı (harap edildiği) bir gönül tekkesidir. Orada içilen şarap, aklı baştan alan üzüm suyu değil, ruhu besleyen, kişiyi Rabbine yaklaştıran “aşk-ı ilahi”dir. Bu şarapla sarhoş olanlar, dünyanın geçici zevklerinden ve sahte kimliklerinden soyunarak özgürleşirler.
Bu sarhoşluğun kaynağı ise dünyevi değil, ezeli bir hadiseye dayanır: Elest Bezmi. Kur’an-ı Kerim’de işaret edilen bu meclis, ruhların bedene bürünmeden önce Allah’ın huzurunda toplandığı ve O’nun Rabliğini ikrar ettiği o kutsal andır. İşte o an, ruhun Yaratıcısı ile ilk ve en doğrudan ahitleşmesidir. O ilahi hitabın hazzı, o tanışıklığın nuru, ruhların hafızasına silinmez bir mühür gibi kazınmıştır. Rûhî’ye göre gerçek arifler, dünyada yaşarken bile o ezeldeki meclisin sarhoşluğunu, o ahdin sıcaklığını ruhlarında hissedenlerdir. Onların neşesi, sevgisi, coşkusu ve hatta bazen toplum tarafından anlaşılamayan halleri, bu ezeli hatıranın bir yansımasıdır.
Bu beyit, aynı zamanda bir meydan okumadır. Dünyanın sığ ölçüleriyle, maddeci bakış açısıyla maneviyat ehlini yargılayanlara karşı bir duruştur. “Sizin sarhoşluk dediğiniz şey, bizim ayıklığımızın yanında bir hiçtir. Sizin ayıklık dediğiniz gaflet uykusu ise bizim ilahi aşk sarhoşluğumuzun yanında bir zindandır” der gibidir. Tarih boyunca nice Hak aşığı, bu “mest-i elest” haliyle yaşamış, eserler vermiş ve insanlığa yol göstermiştir. Onlar, üzümün şırasıyla değil, ilahi tecellilerin şarabıyla kendinden geçmiş, varlıklarını o sonsuz okyanusta bir damla gibi hissetmişlerdir. Bu hal, bir kaçış değil, bilakis en büyük hakikate uyanıştır.
Özet: Bağdatlı Rûhî’nin beyti, zahiri görünüşe aldanmamak gerektiğini vurgular. Gerçek maneviyat ehlinin sarhoşluğunun, dünyevi zevklerden kaynaklanmadığını, aksine ruhların ezelde Allah’a verdikleri sözün ve o andaki ilahi aşkın ebedi bir yankısı olduğunu ifade eder. “Harâbât” benliğin yıkıldığı gönül, “şarap” ilahi aşk, “sarhoşluk” ise o aşktaki vecd halidir.
2. Hüznî ve Nevres’in Dilinden Aşkın Istırabı
İktibas
Arap Harfleriyle Aslı:
مشكل هزارۀ ايواه دوشمك جدا گلندن
مجنون اولان بيراقماز ليلاسنی ديلندن
حزنی وصال خبرن بكلر جانان الندن
كوچمش مراده ايرمك نورس وفا يولندن
ای كاش كوی ياره برباشقه راه اولایدی
Okunuşu:
Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Müşkil hezâra eyvâh düşmek cüdâ gülünden
Mecnûn olan bırakmaz Leylâ’sını dilinden
Hüznî visâl haberin bekler cânân ilinden
Güçmüş murâda ermek Nevres vefâ yolundan
Ey kâş kûy-i yâre bir başka râh olaydı
Şair: Hüznî – Nevres
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eyvah! Bülbüle sevdiği gülünden ayrı düşmek çok zor geliyor. Mecnun derecesinde sevenler Leylâ’sını dilinden düşürmez. Hüznî, sevgilinin ilinden kavuşma haberi bekliyor. Ey Nevres! Vefa yoluyla sevgiliye kavuşmak, murada ermek çok güçmüş. Keşke, sevgilinin mahallesine ulaşmak için bir başka yol olsaydı.
İzah ve Tahlil
Bu beşlik, divan edebiyatının temel mazmunları olan aşk, ayrılık (cüda), vefa ve vuslat (kavuşma) temalarını işler. Şairler (Hüznî ve Nevres), aşkın getirdiği ıstırabı ve çaresizliği farklı örneklerle dile getirir. İlk dize, bülbülün gülden ayrı düşmesinin ne kadar zor olduğunu (“müşkil hezâra”) ifade ederek başlar. Bu, âşığın maşuktan ayrı kalmasının evrensel acısını simgeler. Üçüncü ve dördüncü dizelerde şairler kendi hallerini bu örneklere bağlarlar: Nevres bu “vefa yolu”nun ne kadar zorlu ve meşakkatli olduğunu itiraf eder.
Makale: Vefa Yolu ve Ayrılığın Edebi Mirası
Aşk, insan ruhunun en kadim ve en güçlü duygusudur. Varlığında dünyayı cennete çeviren bu duygu, yokluğunda ve ayrılığında ise en derin ıstırapların kaynağı olur. Edebiyat, bu ıstırabın, bu hasretin ve bu bekleyişin en dokunaklı anıtlarını inşa etmiştir. Hüznî ve Nevres’in ortaklaşa kaleme aldığı bu şiir, ayrılık acısının farklı yüzlerini ve bu acıyla sınanan âşığın sadakatini dile getiren hüzünlü bir manifestodur.
Şiir, tabiatın en bilinen âşığı bülbül ile başlar. Bülbülün feryadı, gülüne olan hasretindendir. Onun şakıması bir neşe değil, bir ayrılık şarkısıdır. Bülbül, sevdiğinden uzakta olmanın bedelini ebedi bir feryatla öder.
3. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Umutsuzluk Dergahının Olmayışı
İktibas
Farsça Aslı:
باز آ باز آ هر آنچه هستی باز آ
گر کافر و گبر و بتپرستی باز آ
این درگه ما درگه نومیدی نیست
صد بار اگر توبه شکستی باز آ
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûl
Bâz â bâz â her ânçi hestî bâz â
Ger kâfer u gebr u botperestî bâz â
În dergeh-i mâ dergeh-i novmîdî nîst
Sed-bâr eger tovbe şikestî bâz â
Şair: Ebû Saîd Ebu’l-Hayr (Sıklıkla Mevlana’ya atfedilir)
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel. Kafir, ateşe tapan, putperest olsan da yine gel. Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
İzah ve Tahlil
Bu dörtlük, İslam tasavvufunun ve genel olarak ilahi rahmet anlayışının en kucaklayıcı ve en meşhur ifadelerinden biridir. Şair, kimliğine, inancına, geçmişine veya günahlarına bakmaksızın herkese koşulsuz bir davet sunar. “Ne olursan ol, yine gel” çağrısı, ilahi merhametin sınır tanımadığının altını çizer. “Kafir, gebr (ateşe tapan), putperest” gibi en uç ve dışlanmış görünen kimlikler bile bu davetin dışarısında değildir. Beytin kilit noktası ikinci mısradır: “Bu dergâh, umutsuzluk dergâhı değildir.” Bu ifade, insanın en büyük günahının Allah’ın rahmetinden ümit kesmek (ye’s) olduğu inancını yansıtır. Son mısra ise bu umudu perçinler: “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bu, tövbenin bir defalık bir eylem değil, bir süreç olduğunu; insanın hata yapmaya meyilli olduğunu ancak rahmet kapısının her zaman açık olduğunu anlatır. Bu rubai, yargılayan değil, kucaklayan; dışlayan değil, çağıran bir maneviyat anlayışının manifestosudur.
Makale: Rahmet Kapısı ve Kırık Tövbekarın Sığınağı
İnsanoğlu, hata ile malul, nisyan ile yoğrulmuş bir varlıktır. Hayat yolculuğunda düşer, kalkar, yeminler eder ve yeminlerini bozar. Her düşüş, ruhta bir yara, vicdanda bir sızı bırakır. Bu yaraların en tehlikelisi ise zamanla ümitsizliğe dönüşenidir. Kişi, kendisini o kadar kirlenmiş, o kadar layık olmayan bir konumda görür ki, bir daha temizlenemeyeceğine, affedilemeyeceğine inanır. İşte bu ümitsizlik zindanı, ruhun en karanlık hücresidir. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a atfedilen bu ölümsüz dörtlük, tam da o zindanın duvarlarını yıkan bir nida, o karanlığa sızan bir umut ışığıdır.
“Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel.” Bu tekrar, sıradan bir davet değil, ilahi rahmetin ısrarlı ve şefkatli çağrısıdır. Bu çağrı, insanın kimliğine, etiketine, inanç sistemine bakmaz. Toplumun “öteki” olarak kodladığı, “kafir”, “ateşperest”, “putperest” diye yaftaladığı herkesi kapsar. Çünkü bu dergâhın kapısında kimlik kontrolü yapılmaz; orada yalnızca pişmanlık ve samimiyet aranır. Bu, ilahi bakışın, beşeri yargıların ne kadar üstünde olduğunu gösteren muazzam bir perspektiftir. İnsanların birbirini inançları veya günahları yüzünden kolayca dışladığı bir dünyada, bu dergâh herkese “hoş geldin” der.
Şiirin kalbi, “Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir” mısrasında atar. Bu, tasavvufun temel felsefesini özetler. Allah’ın rahmeti, O’nun gazabını geçmiştir. Dolayısıyla, en büyük günah, bir hata işlemek değil, o hatadan sonra Allah’ın affediciliğinden şüphe duymaktır. Ümitsizlik, Yaratıcı ile kul arasına çekilen en kalın perdedir. Bu dergâh, o perdeyi yırtıp atmak için vardır.
“Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bu son dize, insan psikolojisini en derinden anlayan ifadedir. Tövbe etmek bir irade, tövbeyi bozmak ise bir zaafiyet anıdır. İnsan, bu ikisi arasında salınır durur. Pek çok kişi, defalarca tövbesini bozduktan sonra yüzünü kapıya dönmekten utanır, artık kabul edilmeyeceğini düşünür. Bu mısra, o utangaç ve çekingen ruha seslenir: “Senin zaafiyetin, benim rahmetimden büyük değildir. Senin yüz defa bozman, benim yüz birinci defa kabul etmeme engel değildir. Yeter ki sen, samimiyetle yeniden gel.”
Tarih boyunca bu anlayış, Mevlevihaneleri, tekkeleri ve dergâhları sadece birer ibadet mekanı değil, aynı zamanda toplumdan dışlanmışların, günahkarların, arayış içindekilerin sığındığı birer şifa ve rehabilitasyon merkezi yapmıştır. Bu dörtlük, bir şiir olmanın ötesinde, zaman ve mekan aşan bir merhamet manifestosu, kırık kalplerin ve yorgun ruhların sığınabileceği ebedi bir limanın davetiyesidir.
Özet: Bu dörtlük, ilahi rahmetin sınırsızlığını ve kapsayıcılığını vurgular. Kim olursa olsun, geçmişi ne kadar karanlık olursa olsun ve ne kadar çok hata yapmış olursa olsun, herkesin tövbe ve umut kapısına davetli olduğunu anlatır. Asıl meselenin günah işlemek değil, Allah’ın affından ümit kesmek olduğunu belirterek, “ümitsizlik dergâhı” olmadığının altını çizer ve defalarca tövbesini bozanları bile tekrar tekrar gelmeye teşvik eder.
4. Yahyâ Kemâl Beyatlı ve Hazan Bahçelerinin Hüznü
İktibas
Osmanlı Harfleriyle Aslı:
قلبم يينه اوزگون سنی آڭدم دريندن
كچديم يينه دون اسكی خزان باغچه لرندن
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Kalbim yine üzgün seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazân bahçelerinden
Şair: Yahyâ Kemâl Beyatlı
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Kalbim yine üzgün. Derinden seni andım. Dün yine eski hazan bahçelerinden geçtim.
İzah ve Tahlil
Yahyâ Kemâl’in bu beyti, modern Türk şiirinin klasik aruz vezniyle yazılmış en lirik ve dokunaklı örneklerinden biridir. Beyit, üç temel unsur üzerine kuruludur: hüzünlü bir kalp, derinden anılan bir “sen” (sevgili) ve bu anımsamayı tetikleyen mekan, yani “eski hazan bahçeleri”. Şair, anlık bir duyguyu değil, tekrarlanan, süreğen bir hüznü (“yine üzgün”) ifade eder. Bu hüzün, sevgilinin “derinden” anılmasıyla tetiklenir. Bu anma eylemi soyut bir düşünce değil, somut bir eylemle, yani “eski hazan bahçelerinden geçmekle” birleşir. “Hazan,” yani sonbahar, edebiyatta hüzün, ayrılık, fânilik ve geçmişin sembolüdür. “Eski” kelimesi ise bu bahçelerin sadece mevsimsel bir sonbaharı değil, aynı zamanda yaşanmışlıkların, hatıraların biriktiği, artık geride kalmış bir zamanı temsil ettiğini gösterir. Dolayısıyla şair, maziye yaptığı bir yolculukla bugünkü hüznünü birleştirerek, zaman, mekan ve duygu arasında kopmaz bir bağ kurar.
Makale: Hafızanın Mekanları ve Sonbaharın Melankolisi
Hafıza, sadece zihinde depolanan soyut bilgiler yığını değildir; o, mekanlarla, kokularla, mevsimlerle ve duygularla örülmüş canlı bir arazidir. Bazen bir şarkı, bazen bir koku, bazen de bir mekan, bizi o arazinin en ücra köşelerine, en unutulmuş patikalarına götürür. Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın o meşhur beyti, hafızanın mekanla olan bu derin ve melankolik ilişkisini iki mısraya sığdıran bir şaheserdir. “Geçtim yine dün eski hazân bahçelerinden,” mısrası, sadece bir yerden bir yere gitmeyi değil, aynı zamanda zamanda bir yolculuğu, kalbin derinliklerine doğru bir inişi anlatır.
Beytin ilk mısrası, bir duygu durum tespitiyle başlar: “Kalbim yine üzgün.” Bu “yine” kelimesi, hüznün gelip geçici bir misafir değil, kalbin gediklisi olduğunu ima eder. Bu hüzün, bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkar: “seni andım da derinden.” Anmak, sıradan bir hatırlama eylemi değildir; “derinden” yapıldığında, geçmişin tüm canlılığıyla, tüm ağırlığıyla bugüne taşınmasıdır. O “sen”, bir sevgili, kayıp bir dost, belki de yitirilmiş bir gençlik veya bir medeniyettir. Yahyâ Kemâl şiirinde bu “sen” genellikle İstanbul’a, Osmanlı’nın kaybolan estetiğine ve ruhuna da işaret eder.
Bu derin hatırlamayı tetikleyen şey ise mekandır: “eski hazân bahçeleri.” Bahçe, normalde hayatın, canlılığın ve baharın sembolüdür. Ancak “hazan” yani sonbahar mevsimiyle birleştiğinde, bu anlam tersine döner. Hazan bahçesi, dökülen yaprakları, solan renkleri, yaklaşan kışın habercisi olan serin rüzgarlarıyla bir fânilik, bitiş ve hüzün coğrafyasıdır. Ağaçlar, yapraklarını dökerken sanki hatıralarını da toprağa serer. Şairin bu bahçelerden geçmesi, kendi mazi enkazının, kendi gönül harabesinin içinden geçmesi gibidir. O bahçeler “eski”dir, çünkü hem hatıralar eskidir hem de o bahçelerin ait olduğu dünya artık yoktur.
Bu beyit bize, hüznün ve melankolinin de estetik bir değeri olabileceğini gösterir. Yahyâ Kemâl, acıdan şikayet etmek yerine onu bir ilham kaynağına dönüştürür. O, hazan bahçelerinde gezinerek sadece geçmişi anmaz, aynı zamanda o geçmişin hüznüyle kendi şairane kimliğini besler. Bu, kayıplarla yaşamayı öğrenmenin, onları bir yük olarak değil, ruhu derinleştiren bir zenginlik olarak görmenin edebi bir ifadesidir. Şairin adımları, dökülen yaprakların çıkardığı hışırtıyla birleşir ve her adımda kalp, derinden andığı “sen”e dair bir anıyı daha gün yüzüne çıkarır. Bu, zamanın, mekanın ve hafızanın iç içe geçtiği, hüzünle kutsanmış bir ayindir.
Özet: Yahyâ Kemâl’in beyti, hüzün, hafıza ve mekan arasındaki güçlü bağı anlatır. Süreğen bir kalp üzüntüsü, sevilen bir varlığın derinden anılmasıyla tetiklenir. Bu hatırlama eylemi ise somut olarak, geçmişin ve sonbaharın melankolisini taşıyan “eski hazan bahçelerinden” geçmekle gerçekleşir. Beyit, hüznün sadece bir duygu olmadığını, aynı zamanda geçmişe yapılan estetik ve derin bir yolculuk olduğunu ifade eder.
5. Ziyâ Paşa ve Halîm İnsanın Gazabı
İktibas
Osmanlı Harfleriyle Aslı:
اللّٰهه صیغین شخص حليمك غضبندن
زيرا يوموشاق خويلو آتك چيفته سی پكدر
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından
Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir
Şair: Ziyâ Paşa
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Yumuşak huylu, sakin tabiatlı bir insanın öfkesinden Allah’a sığın. Zira yumuşak huylu atın çiftesi pekdir, serttir.
İzah ve Tahlil
Tanzimat döneminin önemli devlet adamı ve şairi Ziyâ Paşa, bu beytinde hikmetli bir hayat dersi verir. Beyit, bir uyarı ve bu uyarının gerekçesinden oluşur. Uyarı, “şahs-ı halîm”in, yani yumuşak huylu, sabırlı, sakin ve ağırbaşlı bir kimsenin gazabından (öfkesinden) Allah’a sığınmak gerektiğidir. Bu, ilk bakışta bir tezat gibi durur. Neden en tehlikeli öfke, en sakin insandan gelsin? Cevap ikinci mısradaki muhteşem teşbihte (benzetmede) gizlidir: “Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.” Her zaman huysuzluk yapan, sürekli çifte atan bir atın tepkileri tahmin edilebilirdir ve genellikle daha az zararlıdır. Ancak uysallığıyla bilinen, sakin bir at eğer çifte atıyorsa, bu onun gerçekten çok ciddi bir şekilde rahatsız edildiğini, sabrının son sınırına gelindiğini gösterir. Bu tepki, ani, beklenmedik ve bu yüzden çok daha sert ve tehlikeli olur. Aynı şekilde, sabırlı bir insan kolay kolay öfkelenmez. Öfkelendiği zaman ise bu, bardağı taşıran son damlanın düştüğü, bütün tolerans sınırlarının aşıldığı anlamına gelir. Bu yüzden onun öfkesi, gelip geçici bir parlama değil, birikmiş bir tepkinin patlamasıdır ve sonuçları ağır olabilir.
Makale: Sabrın Sınırı ve Yumuşak Huylu Atın Çiftesi
Toplumsal ilişkiler, görünmez sabır iplikleriyle örülmüş bir ağa benzer. Her birey, bu ağ içinde belli bir tahammül ve hoşgörü payıyla hareket eder. Kimi insanlar fevri, tepkisel ve sabırsızken; kimileri de “halîm” sıfatıyla anılır. Onlar, yumuşak huylu, anlayışlı ve sakin tabiatlarıyla çevrelerine güven ve huzur verirler. Ancak Ziyâ Paşa’nın Terkib-i Bend’inden alınan bu hikmet dolu beyit, bize bu sakinliğin aldatıcı olabileceğini ve en çok sakınılması gereken öfkenin, tam da bu sabır abidelerinden gelebileceğini hatırlatır.
“Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından.” Bu mısra, bir uyarıdan çok, bir feryat gibidir. Kolay kolay öfkelenmeyen, her şeyi alttan alan, affedici ve olgun bir insanı öfkelendirecek noktaya getirmek, büyük bir maharetsizlik ve hadsizliktir. Çünkü o noktaya gelene kadar o insan, sayısız uyarıda bulunmuş, sayısız yanlışı sineye çekmiş, karşısındakine defalarca kendini düzeltme fırsatı vermiştir. Onun öfkesi, bir anda parlayan saman alevi gibi değildir; aylar, hatta yıllar boyunca sessizce birikmiş bir volkanın patlaması gibidir. Bu patlama, arkasında derin bir hayal kırıklığı, bitmiş bir güven ve geri dönülmez bir kopuş bırakır.
Ziyâ Paşa’nın kullandığı benzetme, bu durumu kusursuz bir şekilde özetler: “Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.” Hayvan davranışlarını gözlemleyenler bilir ki, en tehlikeli hayvanlar, genellikle en sakin ve tahmin edilemez olanlardır. Huysuz bir at, sürekli tepinerek niyetini belli eder ve ondan korunmak kolaydır. Ama uysal bir at, sabrının sonuna geldiğinde, tüm gücüyle, hiç beklenmedik bir anda ve ölümcül bir isabetle çiftesini savurur. İşte halîm insanın gazabı da böyledir. O, öfkelendiğinde bağırmaz, çağırmaz, kontrolünü kaybetmez. Tam aksine, genellikle buz gibi bir sessizliğe bürünür, kararını verir ve uygular. Onun çiftesi, bağırıp çağırmak değil, o ilişkiyi, o dostluğu veya o bağı zihninde ve kalbinde kesin bir kararla bitirmesidir. Bu, en “pek” yani en sert ve geri dönüşü olmayan tepkidir.
Bu beyit, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ibretlik bir derstir. İnsan ilişkilerinde, karşımızdakinin sabrını ve iyi niyetini bir zafiyet olarak görmememiz gerektiğini öğretir. Bir insanın sessizliği, olan biteni anlamadığı veya kabul ettiği anlamına gelmez. O sessizlik, genellikle durumu gözlemlediği, ölçüp biçtiği ve sabrettiği bir süreçtir. O sabır taşı çatladığında ise ortaya çıkan enerji, her şeyi yıkıp geçebilir. Tarihte de nice sakin ve mazlum görünen milletin, zulüm ve baskı karşısında sabrı taştığında nasıl büyük devrimlere ve isyanlara imza attığı görülmüştür. Ziyâ Paşa’nın bu beyti, bize nezaketin, sabrın ve yumuşak huyluluğun bir zayıflık değil, aksine en tehlikeli gücü içinde barındıran bir erdem olduğunu asırlar öncesinden fısıldamaktadır.
Özet: Ziyâ Paşa, bu beytinde sakin ve sabırlı insanların öfkesinin, fevri insanlarınkinden çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğu uyarısında bulunur. Bunu, “yumuşak huylu atın çiftesinin sert olması” benzetmesiyle açıklar. Kolay kolay öfkelenmeyen birinin öfkelenmesi, tüm sabır ve tolerans sınırlarının aşıldığı anlamına gelir ve bu tepki, birikmiş, kesin ve geri dönülmez olur. Dolayısıyla, insanların iyi niyetini ve sabrını suistimal etmemek gerektiği dersini verir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025