BERCESTE VE İZAHI – 39 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 39 –

Her bir beyit, Türk-İslam medeniyetinin derinlikli irfanını ve edebi zevkini yansıtan kıymetli birer inci tanesidir. Her biri, kendi açısından insan ruhuna dokunan, düşündüren ve yol gösteren hikmetler barındırmaktadır. İşte bu beyitlerin, istenen çerçevede geniş bir tahlili, izahı ve bu izahlardan doğan makaleler:
1: Kanaat ve Hırs Üzerine
İktibas
از قناعت هیچ کس بی جان نشد
از حریصی هیچ کس سلطان نشد
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ez-kanâ’at hîç kes bî-cân ne-şod
Ez-harîsî hîç kes sultân ne-şod
Hz. Mevlânâ
Kanaatten hiç kimse ölmemiş, hırsla da hiç kimse padişah olmamıştır.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu beyit, insanlık tarihinin en kadim tezatlarından birini, kanaat ile hırs arasındaki ezeli mücadeleyi konu edinir. Beytin ilk mısrası, “Kanaatten hiç kimse ölmedi” diyerek, insanın elindekiyle yetinmesinin, nasibine razı olmasının onu yokluğa veya ölüme sürüklemeyeceğini, bilakis manevi bir huzur ve güvenlik kapısı açacağını vurgular. Kanaat, bir acziyet veya tembellik değil, aksine nefsin isteklerine karşı bir irade ve bilgelik göstergesidir. İkinci mısra ise madalyonun diğer yüzünü gösterir: “Hırsla da hiç kimse padişah olmadı.” Bu ifade, doymak bilmeyen bir arzuyla, hep daha fazlasını isteyerek gerçek bir tatmine ve saltanata ulaşılamayacağını anlatır. Hırs, insanı sürekli bir koşturmaca ve tatminsizlik içinde bırakır. Kişi, hırsla dünyaları elde etse bile, ruhundaki açlık dinmeyeceği için asla gerçek bir “sultan” olamaz. Gerçek sultanlık, mala mülke hükmetmek değil, kendi nefsine ve ihtiraslarına hükmetmektir.

Makale: Nefsin Saltanatı ve Hırsın Esareti

İnsan, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren bir “arzu” varlığıdır. Hayatta kalma ilahi sevkinden en karmaşık hedeflere kadar uzanan bu arzu silsilesi, onu harekete geçiren temel dinamiktir. Ancak bu dinamik, kontrol edilmediğinde, insanı kendi özüne yabancılaştıran ve onu bir esire dönüştüren bir canavara, yani “hırsa” dönüşebilir. Hz. Mevlânâ’nın ölümsüz beyti, bu tehlikeye karşı insanlığa uzatılmış hikmetli bir eldir: “Kanaatten hiç kimse ölmemiş, hırsla da hiç kimse padişah olmamıştır.”
Tarih, hırsın esiri olmuş nice “sultan”ın trajik hikâyeleriyle doludur. Büyük İskender, bilinen dünyanın neredeyse tamamını fethetmiş, ancak rivayete göre fethedecek yeni bir yer kalmadığı için ağlamıştır. Bu, dünyevi iktidarın zirvesine ulaşmış bir adamın ruhundaki boşluğun en acı itirafıdır. Onun sahip olduğu onca toprağa, orduya ve zenginliğe rağmen dahili bir “sultan” olamadığının delilidir. Çünkü hırs, bir hedefe ulaşıldığında tatmin olan bir duygu değildir; o, sürekli kendini besleyen ve büyüten bir ateştir. Bugün bir dağı isteyen, yarına yıldızları mülküne katma sevdasındadır. Bu bitmeyen istek, insanı daima yorgun, mutsuz ve doyumsuz kılar.
Diğer yanda ise “kanaat” erdemi durur. Kanaat, genellikle yanlış anlaşıldığı gibi, pasiflik, tembellik veya idealsizlik demek değildir. Bilakis, çalışıp çabaladıktan sonra Allah’ın takdirine ve nasibine rıza gösterme olgunluğudur. Bu, insanın kendi sınırlarını bilmesi ve evrenin sonsuz hazineleri karşısında kendi acziyetini idrak etmesidir. Diogenes’in, kendisine “Dile benden ne dilersen!” diyen Büyük İskender’e, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” demesi, tarihin en büyük kanaat derslerinden biridir. Bir fıçının içinde yaşayan bu filozof, dünyanın en güçlü hükümdarından daha hür, daha zengin ve daha “sultan”dı. Çünkü onun saltanatı, dış dünyadaki başarılara değil, iç dünyasındaki huzura ve bağımsızlığa dayanıyordu.
İbret nazarıyla bakıldığında, varlığımızda bize sürekli kanaati fısıldar. Bir ağaç, kendisine verilen su ve güneşle yetinir, boyunu aşan bir hırsla başka ağaçların rızkına göz dikmez. Bir aslan, doyduktan sonra avlanmayı bırakır. Sadece insan, ihtiyacından fazlasını biriktirme, istifleme ve bununla övünme hırsıyla yanıp tutuşur. Bu hırs, onu hem kendine hem de çevresine karşı acımasız ve yıkıcı yapar.
Sonuç olarak, gerçek sultanlık, dış dünyada elde edilen unvanlarda veya servetlerde değil, insanın kendi iç dünyasında kurduğu tahtta gizlidir. Bu tahtın harcı kanaat, tacı ise rızadır. Hırsın zincirleriyle bağlı olanlar, saraylarda yaşasalar dahi birer köledir. Kanaatin kanatlarıyla özgürleşenler ise bir kulübede dahi olsalar, kâinatın gerçek sultanlarıdır.
Özet
Hz. Mevlânâ’ya atfedilen beyit, kanaatin manevi bir zenginlik ve güvenlik olduğunu, hırsın ise insanı asla gerçek bir tatmine veya sultanlığa ulaştıramayacağını anlatır. Makale, bu fikri tarihsel (Büyük İskender, Diogenes) ve felsefi örneklerle derinleştirir. Hırsın, insanı doyumsuzluğa ve esarete sürükleyen bir ateş olduğu, kanaatin ise tembellik değil, nasibine rıza gösterme olgunluğu ve gerçek bir iç özgürlük olduğu vurgulanır. Gerçek sultanlığın, mülke değil, nefse hükmetmekle mümkün olduğu sonucuna varılır.

2: İlahi Aşk ve Mâsivâdan Vazgeçiş
İktibas
محبّتدن دل آلورسه نوایى
بیراقور جانكاهندن ماسوایى
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün
Muhabbetden dil alırsa nevâyı
Bırakır cângâhından mâsivâyı
Alvarlı Muhammed Lütfi
Eğer bir insanın gönlü muhabbetten nasibini alırsa o, kalbinde Allah’tan gayrı ne varsa bırakır, hepsinden vazgeçer.
İzah ve Açıklama
Erzurumlu büyük mutasavvıf şair Alvarlı Efe Hazretleri’ne ait bu beyit, tasavvufun temel taşı olan “ilahi aşk” temasını işler. Beytin ilk dizesi, “Muhabbetden dil alırsa nevâyı,” yani “Eğer gönül, muhabbetten (aşktan) bir nağme, bir ses, bir pay alırsa” anlamına gelir. Buradaki “muhabbet,” beşeri aşkların ötesinde, doğrudan doğruya Yaratıcı’ya duyulan derin ve sarsıcı sevgidir. “Nevâ” kelimesi ise sadece bir nağme değil, aynı zamanda bir nasip, bir feyiz, bir ilham anlamı taşır. Kalbe bu ilahi feyzin bir zerresi dokunduğunda ne olacağını ikinci mısra açıklar: “Bırakır cângâhından mâsivâyı.” “Cângâh,” canın merkezi, yani kalbin en derin noktasıdır. “Mâsivâ” ise tasavvufi bir terim olup “Allah’tan başka her şey” anlamına gelir. Bu dünya, mal, mülk, makam, evlat, hatta insanın kendi nefsi dahi mâsivâ dairesine dâhildir. Dolayısıyla beyit, kalbine ilahi aşkın ateşi düşen bir kimsenin, gönlünün en derin köşelerinden Allah’tan başka her şeyi söküp atacağını, onlardan tamamen vazgeçeceğini ifade eder.
Makale: Aşkın Ateşiyle Yanan Kalpte Mâsivâya Yer Kalmaz
Gönül, insan varlığının merkezi, kâinatın sırlarının tecelli ettiği bir ayna gibidir. Ancak bu ayna, çoğu zaman dünyevi meşgalelerin, bitmek bilmeyen arzuların ve geçici sevdaların tozuyla kaplanmıştır. Öyle ki, asıl sahibini yansıtamaz hale gelir. Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri, bu tozlu aynayı parlatacak tek simyanın “muhabbet” olduğunu şu veciz ifadeyle dile getirir: “Muhabbetden dil alırsa nevâyı / Bırakır cângâhından mâsivâyı.”
Bu beyit, bir dönüşümün manifestosudur. Güneş doğduğunda yıldızların nasıl bir bir söndüğü gibi, ilahi muhabbetin güneşi bir kalpte doğduğunda da “mâsivâ,” yani Allah’tan gayrı ne varsa, önemini ve parlaklığını yitirir. Mâsivâ, sadece mal-mülk gibi somut varlıklar değildir. O, aynı zamanda en ince benlik iddialarımız, korkularımız, öfkelerimiz ve bizi Allah’tan alıkoyan her türlü manevi bağımızdır. Aşk, bu bağları kesen en keskin kılıçtır.
Tarih boyunca bu hakikatin sayısız örneği yaşanmıştır. Hz. İbrahim’in, Allah’a olan muhabbeti uğruna en sevdiği varlığı olan oğlu İsmail’i kurban etmeye tereddüt etmemesi, kalbindeki muhabbetin mâsivâya nasıl galip geldiğinin en ulvi örneğidir. O, bu imtihanla aslında içindeki “evlat sevgisini” Allah sevgisinin önüne geçirmeme dersini vermiştir. Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşk, onu çöllere düşürmüş, dünyadan ve dünyalıklardan el etek çektirmiştir. Ancak kâmil ariflere göre Mecnun’un aşkı dahi bir köprüdür; beşeri aşkta fani olmayı başaran ruh, oradan ilahi aşka, yani Leyla’dan Mevla’ya giden yolu bulur. Aşk, kalbi o denli doldurur ki, artık orada iki sevgiye yer kalmaz.
Bu vazgeçiş, bir kayıp değil, tam aksine en büyük kazançtır. Damlanın okyanusa kavuşmak için kendi “damla” kimliğinden vazgeçmesi gibidir. İnsan, fani olanı bıraktığında, baki olanla buluşur. Değersiz cam parçalarını elinden attığında, paha biçilmez elmaslara kavuşur. Kalp, mâsivânın işgalinden kurtulduğunda, asıl sahibi olan Allah’ın tecelligâhı haline gelir. Artık o kalp, kâinatın en değerli mabedidir. O kalbin sahibi, dünyaya bakar ama ona aldanmaz; nimetlerden faydalanır ama onlara esir olmaz. Gözü ve gönlü, sadece ve sadece sevgilidedir.
Modern insanın trajedisi de belki burada yatmaktadır. Kalbini sayısız mâsivâ ile doldurmuş, onu bir pazar yerine çevirmiştir. Her köşe başında farklı bir arzu, farklı bir tutku, farklı bir korku barındırır. Bu kalabalık ve gürültü içinde, muhabbetin o ince ve latif “nevâ”sını, yani nağmesini duyamaz hale gelmiştir. Huzuru ve mutluluğu, kalbini daha çok şeyle doldurmakta arar, oysa gerçek huzur, kalbi gereksiz olan her şeyden boşaltmakta gizlidir. Alvarlı Efe’nin beyti, bize bu kurtuluşun reçetesini sunmaktadır: Kalbi ilahi aşkla tanıştırmak. O aşk geldiğinde, geri kalan her şey kendiliğinden anlamını yitirecektir.
Özet
Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beyti, ilahi aşkın (muhabbet) insan kalbine girmesiyle, Allah’tan başka her şeyin (mâsivâ) o kalpten çıkacağını anlatır. Makale, bu tasavvufi düşünceyi, Hz. İbrahim ve Mecnun gibi tarihi ve edebi figürler üzerinden örneklendirerek açıklar. Mâsivâdan vazgeçmenin bir kayıp değil, fani olanı bırakıp baki olanı bulmak anlamına gelen en büyük kazanç olduğu vurgulanır. Modern insanın kalbini çok fazla dünyevi arzuyla doldurarak ilahi aşkın sesini duyamadığı ve gerçek huzurun kalbi boşaltmakla mümkün olduğu fikri işlenir.

3: Aşk Acısının Bedeni ve Kefeni Oluşu
İktibas
پنبهٔ مرهم داغ ايچره نهاندر بدنم
دیری اولدقجه لباسيم بودر اولسه م كفنم
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Penbe-i merhem-i dâğ içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
Fuzûlî
Vücudum, yaralarıma sürülen merhemin üzerine konan pamuğun içinde görünmez bir hâle gelmiştir, gizlenmiştir. Yaşadığım sürece elbisem, ölünce de kefenim budur.
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının zirve ismi Fuzûlî, bu beytinde aşk acısını ve bu acıyla bütünleşmiş bir âşığın halini son derece dokunaklı ve sanatsal bir dille tasvir eder. Âşığın vücudu, sevgilinin ayrılığından veya ilgisizliğinden kaynaklanan yaralarla (“dâğ”) doludur. Bu yaralar o kadar çoktur ki, onlara sürülen merhemlerin pamukları (“penbe-i merhem”) bütün bedenini bir örtü gibi kaplamıştır. Artık bedeni bu pamukların altında “nihân” yani gizlenmiş, görünmez hale gelmiştir. Beytin ikinci mısrası bu durumu daha da ileri bir boyuta taşır. Âşık için bu pamuktan örtü, sıradan bir sargı bezi değildir. O, “Diri oldukça libâsım budur,” yani “Hayatta olduğum sürece elbisem budur” der. Artık acısı onun kimliği, benliği haline gelmiştir. Bu acının nişanesi olan pamuklar, onun dünyadaki elbisesidir. Sadece yaşarken değil, ölümde de bu durum değişmeyecektir: “ölsem kefenim.” Ölünce de onu başka bir kefene sarmaya gerek yoktur, çünkü aşk yaralarının pamuğu, onun için en uygun kefendir. Bu, âşığın acısından başka bir şeyi kabul etmediğini, acısıyla yaşadığını ve acısıyla öleceğini gösteren tam bir adanmışlık ve fena halidir.
Makale: Acıyı Libas Eylemek: Fuzûlî’nin Âşık Bedenine Bakışı
Aşk, insan ruhunu hem inşa eden hem de yıkan, hem dirilten hem de öldüren en çetin imtihandır. Özellikle klasik edebiyatımızda aşk, vuslattan ziyade hicranla, sevinçten çok acıyla anlam bulur. Bu acı, âşığı olgunlaştıran, onu hamlıktan kurtarıp pişiren bir pota gibidir. Bu potada eriyen âşığın en büyük tercümanı ise şüphesiz Fuzûlî’dir. Onun meşhur beyti, bu acıyla nasıl hemhal olunduğunu, acının nasıl âşığın varlığının ta kendisi haline geldiğini ölümsüzleştirir: “Penbe-i merhem-i dâğ içre nihândır bedenim / Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim.”
Fuzûlî’nin çizdiği bu portrede âşık, artık etten kemikten bir varlık olmaktan çıkmıştır. O, baştan ayağa bir “yara”dır. Sevgiliden gelen her cefa, onun vücudunda yeni bir “dâğ” yani yara açmıştır. Bu yaralara sürülen merhemlerin pamukları ise zamanla bütün bedenini kaplayarak onu dış dünyadan tecrit eden bir zırha, bir elbiseye dönüşmüştür. Bu imge, son derece derindir. Âşık, artık dünyevi elbiselere, süse, ziynete ihtiyaç duymaz. Onun kimliğini, statüsünü, varlığını belirleyen yegâne şey, taşıdığı aşkın yaralarıdır. Bu yaralar, onun için bir utanç veya zayıflık kaynağı değil, tam aksine sevgilisine olan sadakatinin birer madalyasıdır.
Bu durum, sadece beşeri bir aşkın tasviri olarak okunamaz. Tasavvufi bir perspektiften bakıldığında, “dâğ” yani yara, ilahi aşka ulaşma yolunda çekilen çileleri, riyazeti ve nefsin terbiye edilmesini simgeler. Âşık, yani sâlik (manevi yolcu), bu yolda o kadar çok çile çeker ki, benliği ve varlığı bu çilelerin içinde erir, gizlenir. Dünyevi kimliği ortadan kalkar. Onun için artık tek bir “libas” vardır: Allah yolunda çektiği sıkıntıların ve O’na olan hasretin nişaneleri. Bu libas, dünyadaki en şerefli giysidir ve ahirete de en makbul kefen olarak onunla gitmeyi arzular. Çünkü bu kefen, onun sadakatinin ve teslimiyetinin şahidi olacaktır.
Tarihte ve menkıbelerde, bu halin nice yansımalarını görürüz. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) dediği için taşlanırken gülümsemesi, çektiği acıyı sevgiliye giden bir yol olarak görmesindendir. Onun için bedenin çektiği ıstırap, ruhun vuslata ermesinin bir aracıdır. Fuzûlî’nin âşığı da benzer bir ruh halindedir. Acıdan şikâyet etmez, bilakis onu benimser, onu üzerine bir elbise gibi giyer. Çünkü bilir ki, sevgiliye en yakın olduğu an, O’nun için en çok acı çektiği andır.
Modern insan ise acıdan sürekli kaçan, onu bir an önce dindirmeye, uyuşturmaya çalışan bir varlıktır. Oysa Fuzûlî, acının dönüştürücü gücüne işaret eder. Bazı acılar, ruha giydirildiğinde, insana en şık elbiselerden daha fazla asalet katar. Onlar, hem bu dünyada insanın kimliğini belirleyen bir “libas,” hem de öte dünyada ruhun şerefine tanıklık edecek bir “kefen” olma potansiyeli taşır.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, aşk acısının âşığın bedenini tamamen kaplayarak onun hem elbisesi hem de kefeni haline geldiğini anlatır. Makalede bu imge, hem beşeri hem de tasavvufi aşk bağlamında ele alınır. Âşığın çektiği acıların, onun için bir şikâyet konusu değil, sevgiliye olan sadakatinin birer madalyası ve kimliği olduğu vurgulanır. Acının, âşığı olgunlaştıran ve benliğini eriten bir pota olduğu, bu durumun Hallâc-ı Mansûr gibi tarihi figürlerin tavırlarında da görüldüğü belirtilir. Modern insanın acıdan kaçışının aksine, Fuzûlî’nin acının dönüştürücü ve asalet kazandıran gücüne işaret ettiği sonucuna varılır.

4: Aşkta Üstadı Geçen Talebe
İktibas
كار عشقى پك بیلردم خسرو و فرهاددن
قابل ارشاد اولان استاد اولور استـاددن
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Kâr-ı aşkı pek bilirdim Hüsrev ü Ferhâd’dan
Kâbil-i irşâd olan üstâd olur üstâddan
Lâedrî
Aşk işini hem Hüsrev’den hem de Ferhat’tan daha iyi bilirim. Çünkü irşat edilmeye, yönlendirilmeye kabiliyeti olan kişi o işi öğrendiği üstattan daha üstün bir hâle gelir.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) imzalı bu beyit, oldukça iddialı ve hikmetli bir mesaj verir. Şair, ilk mısrada, aşk konusunda kendisini, Fars edebiyatının iki efsanevi âşığı olan Hüsrev ve Ferhat’tan daha bilgili ve üstün görür. Hüsrev, bir kral olarak aşkını yaşayan; Ferhat ise Şirin’e olan aşkı uğruna dağları delen bir halk kahramanıdır. Bu iki isim, aşkın zirve örnekleri olarak kabul edilir. Şairin bu iddiası ilk bakışta bir kibir gibi görünebilir. Ancak ikinci mısra, bu iddianın nedenini açıklayarak derin bir pedagojik ve irfani ilkeyi ortaya koyar: “Kâbil-i irşâd olan üstâd olur üstâddan.” Yani, “doğru yolu bulmaya, öğrenmeye ve gelişmeye yetenekli olan bir talebe, zamanla kendisini yetiştiren üstadını bile geçer.” Şair, Hüsrev ve Ferhat’ı birer “üstat” olarak görür, ancak kendisinin onlardan ders çıkaran, onların tecrübelerinden öğrenen “kâbil-i irşâd” bir talebe olduğunu ima eder. Bu yeteneği sayesinde, onların ulaştığı seviyeyi aşarak aşk konusunda daha derin bir anlayışa ve ustalığa eriştiğini savunur. Bu, sadece aşk için değil, her ilim ve sanatta geçerli olan “boynuzun kulağı geçmesi” atasözünün şiirsel bir ifadesidir.
Makale: Mirası Aşmak: Üstadın Omuzlarında Yükselen Talebe
İnsanlık birikimi, bir bayrak yarışı gibidir. Her nesil, meşaleyi bir öncekinden alır ve daha ileriye taşımak için koşar. Bu ilerlemenin sırrı, üstat-çırak ilişkisinin o kutsal diyalektiğinde gizlidir. Adı bilinmeyen bir şairin (Lâedrî) kaleminden dökülen o meşhur beyit, bu sırrı aşk gibi en çetin bir alana uygulayarak evrensel bir ders verir: “Kâr-ı aşkı pek bilirdim Hüsrev ü Ferhâd’dan / Kâbil-i irşâd olan üstâd olur üstâddan.”
Şair, iddiasını ortaya atarken referans noktası olarak edebiyatın en büyük âşıklarını, Hüsrev ve Ferhat’ı seçer. Biri aşkı için saltanatını, diğeri canını ortaya koymuştur. Onların hikâyeleri, asırlardır âşıklara ilham veren birer mektep gibidir. Ancak şair, bu mektepten sadece ders almakla kalmaz, aynı zamanda o mektebin müfredatını aştığını da iddia eder. Bu cüretkâr iddianın ardında yatan güç, kibir değil, “kabiliyet” ve “irşad”a açık olmaktır. Yani, öğrenme ve gelişme potansiyeline sahip, alıcıları açık bir ruh…
Gerçek bir üstat, kendisini tekrar eden değil, kendisini aşan talebeler yetiştirmek ister. Aristo’nun, hocası Platon’un fikirlerini eleştirerek kendi felsefesini kurması, onu hocasına karşı bir nankör yapmaz; tam aksine, hocasından aldığı ilhamla ne kadar ileri gidebildiğini gösterir. Bilim ve sanat tarihi, üstadının omuzlarında yükselerek yeni ufuklar açan nice dâhinin hikâyesiyle doludur. Fatih Sultan Mehmet, hocası Akşemseddin’in irşadıyla sadece bir askerî deha olmakla kalmamış, aynı zamanda çağ açıp çağ kapatan bir lider olmuştur. Hocasının çizdiği vizyonu, kendi kabiliyetiyle birleştirerek üstadını da onurlandıran bir “üstâd” haline gelmiştir.
Beytin işaret ettiği hikmet, aşk yolunda da geçerlidir. Hüsrev ve Ferhat, aşkın ne olduğunu kendi maceralarıyla ortaya koymuş birer üstattır. Onlardan sonra gelen ve onların hikâyelerini okuyan, anlayan, onlardaki hatalardan ders çıkaran “kabiliyetli” bir âşık, aşkı daha teorik ve derinlikli bir seviyede kavrayabilir. Ferhat’ın gücü dağları delmeye yetmişti, ama belki de ondan ders alan yeni âşık, gücünü kendi nefsini delmek, benlik dağını ortadan kaldırmak için kullanır ve böylece daha rafine bir aşk mertebesine ulaşır.
Bu beyit, aynı zamanda geleneğe nasıl yaklaşılması gerektiğine dair de bir ipucu verir. Gelenek, donmuş bir müze objesi değil, kendisinden ders alınıp aşılarak geliştirilmesi gereken yaşayan bir organizmadır. Hüsrev ve Ferhat’ı taklitte sıkışıp kalmak yerine, onların ruhunu anlayıp kendi zamanının ve kendi ruhunun diliyle daha ileri bir aşk tanımına ulaşmak, geleneğe yapılacak en büyük hizmettir.
Sonuç olarak, “irşada kabiliyetli olmak,” yani öğrenmeye ve dönüşmeye açık bir zihne ve kalbe sahip olmak, ustalığa giden yolun anahtarıdır. Bu kabiliyete sahip olanlar, en büyük üstatların mirasını devralır ve o mirası daha da yücelterek kendileri de aşılan yeni birer “üstat” olurlar.
Özet
“Lâedrî” imzalı beyit, aşk konusunda kendisini efsanevi âşıklar Hüsrev ve Ferhat’tan üstün gören şairin, bu iddiasını “irşada ve öğrenmeye kabiliyetli bir talebenin, zamanla üstadını geçebileceği” ilkesine dayandırdığını anlatır. Makale, bu fikrin sadece aşkta değil, bilimde (Aristo-Platon), siyasette (Fatih-Akşemseddin) ve sanatta da geçerli evrensel bir ilke olduğunu işler. Gerçek ustalığın, üstadı tekrar etmek değil, ondan alınan mirası daha ileriye taşıyarak onu aşmak olduğu vurgulanır. Beyit, geleneğe nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda da bir ders verir: Gelenek, taklit edilecek donmuş bir yapı değil, aşılarak geliştirilecek yaşayan bir kaynaktır.

5: Söz ve Öz Bütünlüğü
İktibas
ایلسه ك طوطی یه تعليم ادای كلمات
سوزی انسان اولور اما اوزی انسان اولماز
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz
Fuzûlî
Bir papağana kelimeleri telaffuz etmeyi, güzel konuşmayı öğretsen sözü belki insan gibi olur ama özü hakiki manada insan olamaz.
İzah ve Açıklama
Fuzûlî, bu beyitinde şekil ile mana, taklit ile tahkik, söz ile öz arasındaki derin farkı çarpıcı bir benzetmeyle ortaya koyar. İlk mısrada, bir “tûtî”ye, yani papağana, kelimeleri söylemeyi (“edâ-yı kelimât”) öğretebileceğimizi (“ta’lîm”) belirtir. Papağan, fonetik olarak insan sesini taklit etme yeteneğine sahip bir kuştur. Ona en güzel kelimeleri, en hikmetli sözleri ezberletebilirsiniz. İkinci mısra, bu durumun sonucunu ve sınırını çizer: “Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz.” Yani, papağanın ağzından çıkan sözler, tıpkı bir insanın sözleri gibi olabilir. Dışarıdan duyan, o sözlerin arkasında derin bir mana, bir şuur olduğunu zannedebilir. Ancak bu sadece bir yanılmadır. Çünkü papağan, söylediği kelimelerin manasından, ruhundan ve derinliğinden habersizdir. O sadece bir taklitçidir. Onun “özü,” yani varlığı, mahiyeti, asla bir “insan” olamaz. Fuzûlî bu beyitle, sadece güzel sözler söyleyen, ilimden bahseden ama o ilmi ve hikmeti kendi hayatına, ahlakına ve “özü”ne sindirmemiş olan sathi, taklitçi ve riyakâr insanları eleştirir. İnsan olmak, sadece konuşmakla değil, konuştuğunu yaşamakla, sözü öze hâkim kılmakla mümkündür.
Makale: Papağanın Sözü ve İnsanın Özü
İnsan, “nutk” yani konuşma yeteneğiyle diğer tüm canlılardan ayrılan اشرف مخلوقات, yani yaratılmışların en şereflisidir. Dil, onun en büyük nimeti, medeniyetler kurmasını sağlayan en güçlü aracıdır. Ancak Fuzûlî, bu gücün aynı zamanda en büyük yanılma kaynağı olabileceğini de keskin bir zekâyla hatırlatır: “Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât / Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz.”
Bu beyit, bir papağan alegorisi üzerinden, insan olmanın ne anlama geldiğine dair derin bir sorgulama başlatır. Papağan, mükemmel bir taklitçidir. Ona aşk şiirleri ezberletirsiniz, “aşk” der ama kalbinde sevgiye dair bir titreşim olmaz. Ona felsefi aforizmalar öğretirsiniz, “adalet” der ama zulmün ne olduğunu idrak edemez. Onun sözü, bir kabuktan ibarettir; içi boştur, ruhsuzdur. Fuzûlî’nin eleştiri okları, işte bu “papağan insanlara” yöneliktir. Onlar, en güzel ahlaki ilkelerden bahseden ama hayatlarında bu ilkelerin zerresini barındırmayanlardır. Onlar, ilim meclislerinde en derin meseleleri tartışan ama kalpleri o ilmin nuruyla aydınlanmamış olanlardır. Onlar, dillerinde sürekli Allah’ı zikreden ama “öz”lerinde dünyevi hırslardan başka bir şey taşımayanlardır.
Gerçek “insan” olmak, bilmekle değil, “olmak”la mümkündür. Bu, bilginin, sözün ve ilkenin, insanın karakterine, ruhuna, yani “özü”ne nüfuz etmesi, onunla bütünleşmesi demektir. Hz. Mevlânâ’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözü, bu “olma” sürecinin en güzel özetidir. Bilgi, insanı ancak “pişirir”; onu “yakacak,” yani özünü dönüştürecek olan ise o bilgiyi yaşantı haline getiren aşk ve samimiyettir. Sözü insan gibi olup özü insan olmayanlar, bu “yanma” tecrübesinden mahrum olanlardır. Onlar, suyun üzerinde yürüyen ama hiç ıslanmayanlar gibidir.
Tarih, bu iki tip insanın mücadelesine sahne olmuştur. Bir yanda, sözüyle özü bir olan, inandığı gibi yaşayan ve bu uğurda bedel ödeyen peygamberler, âlimler, arifler ve kahramanlar vardır. Onların az sayıdaki sözü, milyonlarca insanın hayatını değiştirmiştir. Diğer yanda ise dilleri süslü, nutukları parlak ama eylemleri çürük olan sofistler, riyakârlar ve demagoglar bulunur. Onların bolca sözü, sadece kafa karışıklığına ve ahlaki yozlaşmaya hizmet etmiştir.
Fuzûlî’nin bu beyti, günümüz bilgi çağında daha da büyük bir anlam kazanmaktadır. İnternet ve sosyal medya sayesinde herkesin kolayca bilgiye ulaştığı ve her konuda fikir beyan ettiği bir dünyada, “papağan insan” sayısı katlanarak artmaktadır. Okumadığı kitabın özetini anlatarak entelektüel görünenler, yaşam tarzıyla hiç uyuşmayan ahlaki paylaşımlar yapanlar, Fuzûlî’nin asırlar öncesinden işaret ettiği tehlikenin modern versiyonlarıdır.
Kurtuluşun yolu, sözü öze tâbi kılmaktan geçer. Bu, az konuşup çok iş yapmak, bildiğini yaşamak ve en önemlisi, dışarıya gösterdiğimiz yüz ile iç dünyamız arasındaki mesafeyi kapatmaktır. Ancak o zaman, papağanın anlamsız tekrarından kurtulup, kâinata kendi “öz”ümüzden anlamlı bir ses bırakan gerçek bir “insan” olabiliriz.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, bir papağana güzel konuşmayı öğretmenin mümkün olduğunu, ancak bunun onu gerçek bir insan yapmayacağını, çünkü “öz”ünün değişmeyeceğini anlatır. Makale, bu alegoriyi kullanarak söz ile öz, taklit ile tahkik arasındaki farkı ele alır. Sadece bilgili görünen, güzel konuşan fakat bu bilgiyi ve ahlakı hayatına ve karakterine sindirmemiş olan “papağan insanlar” eleştirilir. Gerçek insan olmanın bilmekle değil, bilginin yaşantıya dönüştüğü bir “olma” süreciyle mümkün olduğu vurgulanır. Günümüz bilgi çağında bu tehlikenin daha da arttığına dikkat çekilerek, çözümün sözü öze tâbi kılmak, yani samimiyet ve tutarlılık olduğu belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

 

 

Loading

No ResponsesEkim 12th, 2025