BERCESTE VE İZAHI – 32 —

BERCESTE VE İZAHI – 32 —

Bu makalede, Doğu edebiyatının ve düşünce tarihinin zirve isimlerinden Şeyh Gâlib, Hz. Mevlânâ, Ziyâ Paşa ve Lâedrî’ye ait olan ve insanın kâinatla, dinle, nefsle ve hakikatle olan karmaşık ilişkisini ele alan beş farklı beyiti derinlemesine inceleyeceğiz. Her bir beyit, kendi içinde büyük bir hikmeti barındırarak okuyucuya manevi bir yolculuk ve düşündürücü bir perspektif sunmaktadır.
1. Teslimiyet ve Takdir: Şeyh Gâlib’den Kader Bilinci
İlk olarak, Şeyh Gâlib’in derin bir tevekkül ve teslimiyet dusuncesini dile getiren beyti ve izahı:
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| تدبيري ترك ايله تقدير خداّندر | Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır | Ey insan! Sen aldığın tedbirlerle asla bel bağlama. Başına her ne gelirse Allah’tandır. |
| سن يوقسون او بنكلر هب وهم و كانلدر | Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır | Hakk’a büyük bir teslimiyetle bağlı olan kullarda benlik olmaz, onlar hep senin zannındır. |
| برددن بره يول عشقي بو تحفه بولاندر | Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır | Sen aşkı birden bire bulmaya bak. Bu aşk hediyesi ancak bulanındır. |
| دورت اولان درن ارباب صفالدر | Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır | Devran devran olalı safa ehli olan âşıklarındır. |
| عا شقلده كدر نيلرغم خلق جهاندر | Âşıkda keder n’eyler gam halk-ı cihânındır | Âşıkta dünyevî gailelerden doğan bir dert, keder olmaz. Bu sıkıntılar avam içindir. |
| قوعا قدحي الدن سوز بير مغاندر | Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır | Sen kadehini sakın elinden bırakma. Söz, Allah Teâlâ’nın tecellîlerine mazhar olan kâmil insanındır. |
Derinlemesine İnceleme
Şeyh Gâlib, bu beyitleriyle tasavvufi düşüncenin temel taşı olan tevekkül ve teslimiyet kavramlarını en edebi biçimde işler. İlk mısra, insanın cüzi iradesiyle yaptığı tedbirin sınırlarını çizerek nihai hüküm ve takdirin Allah’a (Hudâ) ait olduğunu vurgular. İnsana düşen, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi yaratıcısına havale etmektir. Aksi takdirde, tedbire aşırı güvenmek bir tür kibir ve vehme (kuruntuya) dönüşebilir.
İkinci mısra, ‘Sen yoksun’ diyerek vücûd-ı mutlak karşısındaki insan benliğinin (ene) ne kadar hiç olduğunu belirtir. Kişinin kendi varlığını ve yaptıklarını ön plana çıkarması, yalnızca bir “vehm ü gümân” (kuruntu ve şüphe) ibarettir. Gerçek varoluş, benliğin ortadan kalktığı fenâ mertebesinde başlar.
Beyit, aşkı anîden bulanların bu tuhfeye (hediyeye) layık olduğunu söylerken, ilahi aşkın akılla, planla değil, bir lütuf olarak kalbe doğduğunu işaret eder. Bu aşkı taşıyan, safa ehli olan âşıklar ise dünya derdinden, kederinden azade olmuşlardır. Çünkü onların kalbi, bütün cihanın derdini içine alan İlahi Aşk ile meşguldür. Son mısra, “pîr-i mugânın” (meyhane piri/mürşidi kâmil) sözüne uyarak kadehi (aşk ve marifet dolu gönül) elden bırakmamayı tavsiye eder. Bu, kesintisiz bir hâl ve zikir içinde kalma öğüdüdür. Gâlib’in bu tavsiyesi, insanın kâmil insan mertebesine ulaşabilmesi için gerekli olan sürekli manevi uyanıklık ve teslimiyeti öğütler.
2. Aşkın Maddi Kaynakları: Ziyâ Paşa’dan Sosyal Eleştiri
İkinci mısrada, Tanzimat döneminin önemli şairi Ziyâ Paşa’nın toplumsal değer yargılarını eleştiren meşhur beyti yer alır.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| إيمان ايله دين آنجه در ارباب غناده | Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda | Zengin insanlar için din, iman gibi konular gerektiğinde kullanılmak üzere duran geçerli bir akçe gibidir. |
| ناموس و حيت سوزى قالدى فقراراده | Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda | Namus, haysiyet gibi yüce duygular fakirlerde kaldı. |
Derinlemesine İnceleme
Ziyâ Paşa, bu hiciv dolu beyitlerinde, dönemin içtimaî ahlak çöküntüsünü ve sınıfi adaletsizliği sert bir dille eleştirir. Şair, maddi zenginliğin (erbâb-ı gınâ) manevi değerlerin önüne geçtiği bir toplum portresi çizer.
“Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda” mısrası, zengin sınıfın dini ve imanı, ihtiyaç duyduklarında kullanmaktan çekinmeyecekleri bir meta (akçe/para) olarak gördüğünü ifade eder. Yani din, hakiki bir inanç veya hayat biçimi olmaktan çıkmış, sosyal statüyü korumak, ticari ilişkileri düzenlemek veya eleştirilerden kaçınmak için gerektiğinde piyasaya sürülen bir araç haline gelmiştir. Bu, Ziyâ Paşa’nın ikiyüzlülüğe yaptığı en keskin atıftır.
Buna karşılık, “Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda” dizesiyle, namus (ahlaki temizlik, iffet) ve hamiyyet (ulusal onur, haysiyet) gibi yüksek insani erdemlerin sadece fakir (fukarâ) ve yoksul kesimde kaldığını belirtir. Zenginliğin getirdiği güç ve imtiyaz, bu zümrenin ahlaki hassasiyetlerini köreltirken, fakirler için sahip oldukları tek değer, haysiyetleri ve namuslarıdır. Paşa, bu beyit ile paranın ve gücün yozlaştırıcı etkisine dikkat çekerek, gerçek ahlakın maddi varlıktan bağımsız, hatta maddi yoksunlukta daha saf bir biçimde korunduğuna dair derin bir sosyal bakış sunar. Bu, Tanzimat aydınlarının toplumu ayna tutma çabalarının en çarpıcı örneklerindendir.
3. Beden ve Can Çatışması: Hz. Mevlânâ’dan Nefis Terbiyesi
Üçüncü beyit, tasavvuf ve irfan ehlinin en büyük ismi Hz. Mevlânâ’ya ait olup, ruh (can) ve beden (nefis) arasındaki ebedi mücadeleyi simgesel bir dille anlatır.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| خردن تن مانع اين خردن است | Horden-i ten mâni’-i în hordenest | Sadece bedenin yiyip içiyor olması, manevi yemeğe manidir. |
| جان چو بازرگان و تن چون رهزن است | Cân çü bâzergân u ten çün reh-zenest | Can tacirdir, bedense yol kesen bir haydut gibidir. |
Derinlemesine İnceleme
Hz. Mevlânâ, bu Farsça beyitlerinde, insanın iki temel boyutu olan ruh (cân) ve madde (ten) arasındaki ilişkiyi alegorik bir anlatımla ortaya koyar.
İlk mısra, bedenin (nefsin) maddi zevklere olan düşkünlüğünün (horden-i ten), ruhun manevi gıdasını (în hordenest) almasına engel olduğunu belirtir. Yani nefsin doymak bilmez arzuları, kalbin Allah ile olan irtibatını, yani manevi zenginleşmeyi engeller. Dünya lezzetlerine dalmak, ahiret yolculuğunda ruhun aç kalmasına neden olur.
İkinci mısrada bu çatışma, çarpıcı bir metaforla açıklanır: Can (ruh) bir bâzergân (tacir), ten (beden) ise bir reh-zen (yol kesen haydut) gibidir.
* Bâzergân (Can): Ruh, bu dünyaya manevi sermayesini (imân, ibadet, ahlak) artırmak için gelmiş bir tacirdir. Amacı, ahiret pazarına değerli mallarla ulaşmak, yani ebedi saadeti kazanmaktır.
* Reh-zen (Ten): Beden ise bu tacirin yolunu kesen, sermayesini (ömrünü ve sağlığını) çalan bir hayduttur. Bedenin aşırıya kaçan şehvetleri, tembelliği, dünyevi lezzet peşinde koşması, ruhun asıl ticaretini yapmasını engeller ve onu manevi iflasa sürükler.
Mevlânâ, bu beyitle nefis terbiyesinin zorunluluğunu ve dünya hayatının bir imtihan olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanı kâmil eden yol, tacir olan ruhun, haydut olan bedene boyun eğmek yerine onu kontrol altına almasıyla mümkündür.
4. İki Cihanda Murâd: Lâedrî’den Şefaat Ümidi
Dördüncü metinde, şairinin belli olmadığı (Lâedrî) bir beyit ile Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e duyulan derin bağlılık ve şefaat ümidi dile getirilir.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| بنم ايكى جهان ايجره مرادم اول خداوندر | Benim iki cihân içre murâdım ol Hudâdandır | Ben hem dünyada hem de ahirette muradımı Allah Teâlâ’dan isterim. |
| اميدم روز محشرده محمد مصطفاوندر | Ümîdim rûz-ı mahşerde Muhammed Mustafâ’dandır | Bütün insanların dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah’ın huzurunda toplandıkları mahşer gününde Muhammed Mustafa’nın bana şefaat edeceğini ümit ediyorum. |
Derinlemesine İnceleme
Bu naif ve içten beyit, İslam inancının merkezinde yer alan iki temel dayanağı özetler: Tevhid (Allah’a yönelme) ve Şefaat (Peygambere bağlılık).
İlk mısra, “Benim iki cihân içre murâdım ol Hudâdandır,” diyerek şairin tevhid inancındaki kesinliğini gösterir. Şair, hem dünya (bu cihân) hem de ahiret (iki cihânın tamamı) için ne isterse, dilek ve maksadının kaynağının yalnızca Allah Teâlâ olduğunu beyan eder. Bu, İslâmî bir hayat felsefesinin temelidir: Her türlü isteği ve ihtiyacı doğrudan Yaratıcıdan talep etmek.
İkinci mısra, “Ümîdim rûz-ı mahşerde Muhammed Mustafâ’dandır,” ifadesiyle bu tevhidin yanında büyük bir ümit kapısını açar. Rûz-ı mahşer (kıyamet günü) herkesin hesaba çekileceği o zorlu günde, şairin tek ümidi, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın kendisine şefaat etmesidir. Şefaat inancı, Peygamber’in Allah katındaki yüce mertebesine olan güvenin ve ona duyulan sevginin bir yansımasıdır. Bu beyit, müminin Allah’tan istemenin ve Peygamberin yardımına sığınmanın denklemini kurarak, ruhaniyat ve teslimiyetin en güzel birleşimi sunar. Bu, Osmanlı ve divan şiirinde yaygın olan Naat (Peygamberi öven şiir) geleneğinin bir parçasıdır ve büyük bir teselli kaynağıdır.
5. Mübarek Ayak İzi: Lâedrî’den Peygamber Aşkı ve Kutsallık
Son beyit, yine Lâedrî’ye ait olup, Peygamber Efendimiz’in yeryüzündeki varlığının kutsallığını tasavvufi bir derinlikle anlatır.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| باصماسه مبارك قدمك روى زمينه | Basmasa mübârek kademin rûy-i zemîne | Eğer mübarek ayağın yeryüzüne basmasaydı, |
| پاك ايتمز ايدي كيمسينى خاك ايله تيمم | Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm | Toprakla alınan teyemmüm abdesti kimseyi temiz bir hâle getirmezdi. |
Derinlemesine İnceleme
Bu beyit, Peygamber sevgisini (Aşk-ı Nebevî) ve onun fiziki varlığının dahi kâinata kattığı manevi değeri en çarpıcı biçimde dile getirir. Beyit, fıkhi bir mesele olan Teyemmüm (su bulunmadığında toprakla alınan abdest) üzerinden manevi bir anlam katmanı oluşturur.
Teyemmüm, toprak veya toprak cinsi bir madde ile abdest almayı sağlayan, İslam hukukunda temizliği ve ibadeti mümkün kılan bir ruhsattır. Normalde toprak (hâk) temizleyici bir unsur olarak görülmez; ancak dinî emirle bu özelliğe sahip kılınmıştır.
Şairin iddiası şudur: “Eğer Peygamberin mübarek ayağı (kadem) yeryüzüne (rûy-i zemîne) basmasaydı, o toprak hiçbir kimseyi teyemmüm yoluyla temizleyemezdi.” Bu ifade, Peygamber Efendimiz’in bedeninin ve onun temas ettiği her şeyin (bu durumda yeryüzü toprağının) kutsallığına vurgu yapar. Toprak, Peygamber’in varlığı ve ayak izlerinin bereketi sayesinde manevi bir temizleyici güç kazanmıştır.
Bu, sadece bir teyemmüm yorumu değil, aynı zamanda Peygamber’in “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemlere rahmet) oluşunun tasavvufi bir tefsiridir. Onun varlığı, maddi olanı manevi olarak arındıran, kirli olanı paklayan bir kaynaktır. Beyit, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kâinatın yaratılış sebebi ve en büyük bereketi olduğu inancını edebi ve güçlü bir şekilde özetler.
Makale Özeti
Bu makale, Şeyh Gâlib, Ziyâ Paşa, Hz. Mevlânâ ve Lâedrî’nin beş seçkin beyti üzerinden Doğu irfanının temel konularını incelemiştir:
* Şeyh Gâlib, tedbirin ötesinde İlahi Takdire Teslimiyet’i ve dünya kaygılarından arınmış Âşıkların Safası’nı ele alarak kâmil insan olmanın yolunu gösterir.
* Ziyâ Paşa, Din ve Namus gibi yüksek erdemlerin zenginler için bir araç (akçe) haline geldiğini, gerçek ahlaki değerlerin ise fakir kesimde kaldığını söyleyerek toplumsal yozlaşmaya ayna tutar.
* Hz. Mevlânâ, Canı Tacire, Bedeni Hayduta benzeterek, maddi arzuların (nefsin) ruhun manevi ticaretini engellediği Nefis Terbiyesi mücadelesini metaforik olarak açıklar.
* Lâedrî’ye ait iki beyit ise Peygamber Sevgisi’ni merkezine alır: İlkinde, bütün isteklerin kaynağı olarak Allah gösterilirken, mahşer günündeki tek ümidin Hz. Muhammed’in Şefaati olduğu dile getirilir. İkincisinde ise, yeryüzünü teyemmüm için temiz kılan gücün, Peygamberin Mübarek Ayak İzi’nin bereketi olduğu ifade edilerek manevi kutsallığa derin bir gönderme yapılır.
Makale, bu beyitler aracılığıyla okuyucuyu teslimiyet, ahlak, nefis mücadelesi ve peygamber sevgisi gibi ebedi konular üzerine düşünmeye davet eden, hikmet ve ibret dolu bir manevi yolculuk sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025