Hayatın Gayesi: Serçe Kuşunun Neferi mi, Yoksa Kâinatın Kumandanı mı?

Hayatın Gayesi: Serçe Kuşunun Neferi mi, Yoksa Kâinatın Kumandanı mı?

​İktibas:
​”Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.” (Risale-i Nur – Sözler, Beşinci Söz)

​İzah ve Açıklaması
​Bu hikmetli söz, insanın varoluş gayesi ve hayat tercihleri üzerine derin bir muvazene (denge) kurar. İnsan, potansiyel olarak en yüksek makama layık, ‘eşref-i mahlukat’ (yaratılmışların en şereflisi) olmasına rağmen, tercihiyle en aşağı mertebelere düşebilir.
​”Serçe Kuşunun Bir Neferi Hükmünde Olmak” ifadesi, dünyanın geçici zevklerini, yeme, içme, keyif ve nefsanî arzuları hayatın nihai ve tek gayesi haline getiren kişiyi tasvir eder. Bir serçe kuşu bile, sadece karnını doyurmak ve neslini devam ettirmek gibi fıtrî vazifeleri yerine getirir. Ancak o, ahiret endişesi taşımaz, geçmişin hüzünlerinden ve geleceğin korkularından münezzeh, anlık lezzeti tam olarak tadar. Dünya hayatını gaye yapan insan ise, aklı ve geniş duyguları sayesinde geçmişin fâni lezzetlerinin elemini ve geleceğin korkusunu da yüklenir. Yani, serçe kuşunun peşin ve saf lezzetine dahi ulaşamaz, üstelik onun basit hayatî gayesi için çalışırken, kendi ulvî (yüce) yaratılış gayesini ihmal etmiş olur. Bir serçe kadar bile dünyadan lezzet alamayan ve fani bir gayeye kendini mahkum eden kişi, manen küçük bir vazife için büyük sermayesini harcamış, adeta bir serçe sürüsünün basit bir askeri (neferi) durumuna düşmüş olur.
​”Hayvanatın Büyük Bir Kumandanı Hükmünde Olmak” ise, ahiret hayatını asıl hedef (gaye-i maksad) yapan ve dünya hayatını bu ulvî hedefe ulaşmak için bir tarla (mezraa) ve vasıta (vesile) olarak gören kişinin makamıdır. Böyle bir kişi, bütün dünya işlerini dahi ahiret namına birer ibadet ve salih amel niyetiyle yapar. Bu bakış açısı, insana bütün kâinata kumanda eden bir şuur ve manevî bir genişlik verir. O, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesi (temsilcisi), nazlı ve niyazkâr (dua eden) bir kulu, ikram edilen muhterem bir misafiri olur. Fâni dünyadaki bütün elemler ve zorluklar, ebedî bir saadetin ücreti olarak kabul edildiğinden, onun hayatı anlam ve huzurla dolar.

​Mal, Evlat ve Gençliğin Fâni Akıbeti

​İktibas:
​”O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefs ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” (Risale-i Nur – Sözler-28)

​İzah ve Açıklaması
​Bu metin, Risale-i Nur Külliyatı’nın Cennet Bahsi olan Yirmi Sekizinci Söz’ün önemli bir bölümüdür. İnsan, fıtraten sevgiye ve ebediyete meyyaldir (eğilimlidir). Ancak fani olan şeylere aşırı sevgi beslediğinde, o sevgi bir firak (ayrılık) ve elem kaynağına dönüşür. Bu söz, insanın fâni olanlara yönelttiği ölçüsüz sevginin acı neticesini tasvir eder.
• ​”Mal ve Evlat”: Dünya malı, makamı ve evlat sevgisi fıtrîdir. Ancak bu sevgiyi Allah sevgisinin önüne geçirmek ve sadece dünyevî menfaat için istemek, o sevginin fenasıyla (yok olmasıyla) büyük bir kayıp ve elem getirir. Mal terk eder, evlat ayrılır ve insana sadece onların fânîliğinden doğan hüzün kalır. Sözün ifadesiyle, onlara yapılan aşırı ihtimamın günahları (eğer Allah rızası gözetilmediyse) insana yükletilmiş olur.
• ​”Nefs ve Heva”: Nefsin arzuları ve keyifler (heva) da fanidir. Onlara taparcasına (perestiş etmek) bağlanan kişi, gençliğini o nefsanî arzuların tatminine harcar. O hevesler bittiğinde, o lezzetlerden eser kalmaz; geriye yalnızca o meşru olmayan lezzetlerin günahları ve manevi yorgunlukları (elemleri) kalır.
• ​”Gençlik ve Hayat”: İnsanın en büyük sermayesi olan gençlik ve hayat dahi, en hızlı ve geri dönülmez şekilde zayi olur. Gençliğin lezzetli vakitleri geçmiş, elden çıkmıştır. Bu fânî unsurlara ebedî gibi davranan kişi, onların geçiciliği karşısında büyük bir hayal kırıklığı ve pişmanlık yaşar.
​Bu hakikat, fâni şeyleri bizzat kendileri için sevmenin hata olduğunu, onları ancak Allah namına (Allah’ın bir nimeti ve emaneti olarak) sevmenin sevgiyi bâki (kalıcı) kılacağını ihtar eder. Aksi halde, sevilen her fâni şey, ayrılığıyla sevenin boynuna bir yük ve günah olarak kalacaktır. Bu durum, insanı fâniden yüz çevirip Bâkî olana yönelmeye sevk eden şiddetli bir uyarıdır.

​Cesaretin Kaynağı: İman ve Ubudiyet

​İktibas:
​”Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir.” (Risale-i Nur – Sözler, Üçüncü Söz)

​İzah ve Açıklaması
​Bu söz, iman ile cesaret arasındaki kopmaz bağı ve dalalet (sapıklık) ile korkaklık (cebanet) arasındaki ilişkiyi açıklar. Bu, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda insanın ruh haletinin temellerine inen psikolojik ve manevi bir tahlildir.
​”Hakiki Hasenatın Menbaı İmandır, Ubudiyettir”: Hasenat (iyilikler) sadece maddî değil, aynı zamanda manevî güzellikleri, erdemleri ve yüce hasletleri de kapsar. Cesaret (korkusuzluk), bu manevî hasenatın en parlaklarından biridir.
• ​İman Cesaret Verir: İmanın getirdiği en büyük güç, insanın Allah’a dayanması (nokta-i istinad) ve ölümü yokluk olarak görmemesidir. Ahirete inanan bir mümin, ölümün sadece fâni bir dünyadan bâki bir hayata geçiş, bir tebdil-i mekân (yer değiştirme) olduğunu bilir. Ölüm, ona korkulacak bir son değil, ebedî saadete açılan bir kapıdır. Hatta tam münevverü’l-kalp (kalbi tamamen nurlanmış) bir abid için, kâinat bomba olup patlasa bile, o, Allah’ın kudretini hayretle seyredecek kadar huzur içindedir. Bu derin iman, dünya hayatında gelebilecek her türlü tehlike ve zorluk karşısında sarsılmaz bir cesaretin kaynağıdır. O, yaptığı iyiliklerin ve gösterdiği cesaretin karşılığını fânî dünyada değil, bâki ahirette alacağına kesinkes inanır.
• ​Ubudiyet Cesaret Verir: Kulluk bilinci (ubudiyet), insana yeryüzünde vazifeli olduğunu hissettirir. Vazifesini yapan bir asker gibi, neticeyi değil, sadece görevi düşünür. Bu şuur, onu basit dünyevî endişelerden kurtarır.
​”Seyyiatın Menbaı Dalalettir”: Seyyiat (kötülükler) ve cebanet (korkaklık), kökünü imansızlıktan ve dalaletten alır.
• ​Dalalet Korkaklık Verir: Dalaletteki veya küfürdeki bir kişi, ölüme bir yokluk ve hiçlik olarak baktığı için, hayatını her şeyden üstün tutar ve onu kaybetme korkusuyla titrer. Onun için her an bir felaket ihtimali taşır. Dünyayı yegâne sığınak (nokta-i istinad) gören bu kişi, kalbini acz (güçsüzlük) ve fakr (yoksulluk) hisleriyle dolu bulur. Bu sebeple en küçük bir tehlike karşısında dahi büyük bir korkaklık gösterir. Bazı kâfirlerde görülen cesaret ise, genellikle cehaletten (bilgisizlikten), gafletten (dalgınlıktan) veya tehevvürden (pervasızlıktan) kaynaklanır; bu, imandan neşet eden (kaynaklanan) hakiki, kalbî ve şuurlu cesaret değildir.

​Ölümün Hakikati: Firak Değil, Visaldir

​İktibas:
​”Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.” (Risale-i Nur – Tarihçe-i Hayat – 123 / Lem’alar – Yirmi Altıncı Lem’a)

​İzah ve Açıklaması
​İnsanın en büyük derdi, sevdiklerinden ayrılma (firak) korkusu ve ölümün yokluk olduğu vehmidir. Bu söz, Kur’an ve iman hakikatleriyle bu dehşetli vehmi paramparça eder ve ölüme bambaşka bir mana yükler.
​Ölüm, Firak Değil Visaldir: İman nazarıyla bakıldığında ölüm, bir yok oluş (adem) değil, bir kavuşma (visal) ve mekân değiştirme (tebdil-i mekân) hadisesidir.
• ​Visal (Kavuşma): İnsan, bu fâni dünyada en çok sevdiği dostlarından, akrabalarından ve Peygamberlerden (a.s.m.) ayrı kalır. Onların kabristana göçmesi, dış görünüşte firak (ayrılık) gibi görünse de, iman bize hakikati söyler: O sevdiklerimiz yok olmadı; sadece bu zindan-ı dünyadan (dünya hapishanesinden) ebedî ve hakiki yurtları olan Âlem-i Berzah ve Cennet’e gittiler. Dolayısıyla ölüm, ehl-i iman için geride kalmak değil, önden giden sevdiklerine kavuşmaktır.
• ​Ervah-ı Bâkiye’nin Durumu: Bâki (kalıcı) olan ruhlar, vefatla beraber hantal ve maddî kayıtlara bağlı olan eski beden yuvalarını (cesetlerini) terk ederler. Ruh, zaman ve mekân kaydından büyük ölçüde azade, nuranî ve latif bir varlıktır. Bu nuranîyet sayesinde, Allah’ın izniyle, bir kısmı yıldızlar gibi nuranî âlemlerde (makam-ı a’lâlarda) veya Âlem-i Berzah tabakalarında (geçici bekleme yurdunda) serbestçe gezerler. Bu durum, onların diriliğe ve bekaya (ebediyete) mazhar olduklarını gösterir.
• ​Hüküm ve İbret: Bu hakikat, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhis (hayat görevinden bir izin) ve Rahman-ı Rahim’in fazlından ücretini almaya bir nöbettir. Böylece Mü’min, kabri, sevdiklerinin toplandığı bir bahar bahçesinin kapısı gibi görür.

​Makalenin Özeti

​Bu dört hikmetli söz, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen dört temel hayat ve iman dersini sunar.
• ​Hayatın Gayesi: Dünyayı hayatın tek maksadı yapmak, insanın ulvî makamını düşürerek onu serçe kuşu kadar basit bir hayat mücadelesine hapseder. Oysa ahireti gaye edinmek, insanı Allah’ın nazlı bir kulu ve kâinatın manevî kumandanı seviyesine yükseltir.
• ​Geçiciliğin Neticesi: Mal, evlat, gençlik ve nefsanî arzular gibi fani şeylere bağlanan aşırı sevgi, onların yok olmasıyla büyük bir elem ve günah yükü bırakır. Sevgiyi, fani suretler yerine Bâkî olan Allah namına dönüştürmek, sevginin ebedîleşmesinin yegâne yoludur.
• ​Cesaretin Kaynağı: Hakiki cesaret, temelini İman ve Ubudiyetten alır. İman, ölümü yokluk değil, saadet-i ebediyeye açılan bir kapı olarak gösterdiği için mümini sarsılmaz kılar. Korkaklık (cebanet) ise, dalaletin bir neticesi olup, imansızlığın verdiği acz ve hiçlik hissinden doğar.
• ​Ölümün Hakikati: Ehl-i iman için ölüm, sevdiklerinden bir ayrılık (firak) değil, bilakis kavuşma (visal) anıdır. Ölen ruhlar yok olmaz; eski beden yuvalarını bırakıp, nuranî ve serbest bir surette Âlem-i Berzah ve yüksek makamlarda gezmek suretiyle bekaya (ebediyete) mazhar olurlar. Ölüm, fânî zindandan bâki bir dosta ve ahbaba göçtür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
05/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 6th, 2025