Kur’an-ı Kerim ve Yaratıcıyı Tanıma

  1. Kur’an-ı Kerim ve Yaratıcıyı Tanıma

    İktibas: “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfat-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.” (Âyet-ül Kübra, Risale-i Nur)

    İzah ve Açıklama: Bu ifade, Yaratıcı’yı (Hâlık) tanıma sürecinin insan aklının ve idrakinin sınırları içinde gerçekleşebileceğini belirtir.
    Esma-i Hüsna, Allah’ın en güzel isimleri, sıfat-ı kutsiyesi ise O’nun yüce sıfatlarıdır. İnsan, kendi yetenek ve kapasitesine (kabiliyetimizin nisbetinde) göre bu isim ve sıfatlar aracılığıyla Allah’ı anlamaya gayret edebilir. Bu durum, O’nun sonsuz ve sınırsız büyüklüğünü tam olarak idrak edemeyeceğimizi, ancak O’nun tecellilerini kendi sınırlarımız içinde gözlemleyerek ve tefekkür ederek marifetullaha ulaşmaya çalışabileceğimizi gösterir. Tıpkı bir okyanusun tüm suyunu bir damlada göremeyeceğimiz gibi, Yaratıcının sonsuz kemalatını da sınırlı aklımızla tam olarak kavrayamayız. Ancak O’nun sanatını, eseri olan kâinatı inceleyerek O’nun sonsuz isim ve sıfatlarını görebiliriz.

    Makale: Yaratılışın Penceresinden Marifetullah

    İnsanoğlu var olduğu günden bu yana “kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularının cevaplarını aramıştır. Bu arayış, nihayetinde Yaratıcı’yı tanıma (marifetullah) arayışına dönüşür. Ancak Yaratıcı’yı tanımak, O’nun sonsuz ve mutlak varlığını sınırlı bir akılla idrak etmekle mümkün değildir. O’nun mahiyetini tam manasıyla kavramak, insan aklının sınırlarını aşan bir durumdur. İşte tam da bu noktada, “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfat-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.” ifadesi bize bir yol haritası sunar.
    Allah’ın isim ve sıfatları, O’nun kainattaki tecellileridir. Her bir isim ve sıfat, O’nun farklı bir yönünü, bir kudret nişanesini gösterir. Mesela, “Şâfî” ismini hastalıklardan şifa bulduğumuzda, “Rezzâk” ismini rızkımızın geldiğini gördüğümüzde, “Hakîm” ismini ise kâinattaki mükemmel düzen ve ahengi fark ettiğimizde anlarız. Her bir varlık, her bir olay, O’nun bir isminin aynasıdır. Bir çiçeğin renklerindeki ahenk, bir kuşun kanadındaki tasarım, göklerdeki yıldızların intizamı, denizlerdeki canlıların çeşitliliği… Bütün bunlar, bize Yaratıcı’nın sanatkarlığını, ilmini, kudretini gösterir. İnsan, bu tecellileri gördükçe, kendi varlığının ve kâinatın ne kadar ince bir hesapla yaratıldığını anlar. Ve anlar ki, bu kusursuz sanatın Sahibi, ancak sonsuz kemâl sahibi bir Zat olabilir.
    Tarih boyunca bu hakikati idrak eden pek çok âlim, veli ve düşünür, eserlerinde bu marifet yolculuğunu anlatmıştır. İmam Gazali, İbn Arabi, Mevlana gibi büyük şahsiyetler, kaleme aldıkları eserlerde bu yolculuğun inceliklerini işlemiş, insanın kendi iç âlemine yönelerek ve kâinat kitabını okuyarak Rabbini tanıyabileceğini vurgulamışlardır. Bu yol, salt bir bilgi birikimi değil, aynı zamanda kalbî bir tefekkür ve manevi bir uyanış gerektirir. Yaratılışın harikaları karşısında hayranlıkla durabilen ve bu harikalardan bir Yaratıcıya ulaşan bir kalp, okyanusun damlasına sığdığı gibi, Yaratıcı’nın sınırsız azametini kendi sınırlı dünyasında hissedebilir.
    Özet: Bu makale, Allah’ı tanıma yolunun, O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla ve insanın kendi idrak kapasitesi ölçüsünde mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Her bir yaratılış eserinin, Allah’ın bir isminin tecellisi olduğu ve bu tecellileri doğru okuyarak marifetullaha ulaşılabileceği anlatılmıştır.

    2. Kedinin Mırıltısı ve Yaratıcıya Yakarış

    İktibas: “Hazin mırmırlarını dikkatle dinlersen, ‘Ya Rahim, ya Rahim’ çektiklerini anlarsın.” (Risale-i Nur)

    İzah ve Açıklama: Bu ifade, bir hayvanın, hatta bir kedinin mırıltısının bile anlamsız bir ses olmayıp, bir manası olduğunu, Yaratıcıya yönelik bir zikir ve yakarış olabileceğini anlatır. “Ya Rahim” ismi, Allah’ın merhamet ve şefkat sahibi olduğunu ifade eder. Bir kedinin acı veya sevinç anındaki mırıltısı, aslında O’nun sonsuz merhametine sığınma ve O’ndan merhamet dileme hali olarak yorumlanır. Bu durum, sadece insanların değil, tüm canlıların fıtratında Yaratıcıya karşı bir bağ ve yönelişin bulunduğunu gösterir.

    Makale: Canlıların Dilinden Merhamet Arayışı

    Kainat, Yaratıcı’nın sayısız eseriyle dolu bir sergi gibidir. İnsan, bu serginin en dikkatli izleyicisi olması gerekirken, çoğu zaman etrafındaki sesleri, hareketleri ve canlıları sadece sıradan şeyler olarak görür. Oysa her bir fısıltı, her bir hışırtı, her bir canlı sesi, kendine mahsus bir dille Yaratıcı’yı tesbih eder. İşte bir kedinin mırıltısı da bu eşsiz dillerden biridir. Mırıltısı, bir kedinin sevinçten, acıdan veya korkudan çıkardığı bir ses olmaktan öte, manevi bir derinlik taşır. Bu derinliği idrak edebilenler, o seste bir sığınma, bir yakarış ve bir merhamet arayışının fısıltısını duyarlar. “Hazin mırmırlarını dikkatle dinlersen, ‘Ya Rahim, ya Rahim’ çektiklerini anlarsın.” ifadesi bu hakikati dile getirir.
    Kedi, yavrularına olan şefkati, kendini savunurken gösterdiği hırsı, aç kaldığında sığındığı köşesi ve doyduğunda gösterdiği memnuniyet ile kendi varoluşunun farkındadır. Ve bütün bu hallerinde, kendisini var eden ve kendisine merhamet eden bir Zat’a yönelir. Hayvanların fıtratındaki bu merhamet arayışı, insan için de büyük bir ibrettir. İnsan, sadece akıl ve irade sahibi olmakla değil, aynı zamanda bu canlıların sesini dinleyebilme ve bu seslerin ardındaki ilahi manayı hissedebilme kabiliyetiyle de donatılmıştır. Hayvanların en zor anlarında dahi bir Yaratıcıya olan yönelişi, insanın en rahat anında bile O’nu unutmaması gerektiğini hatırlatır.
    Bu hikmetli bakış açısı, insanın kendini kâinatın merkezine koyup diğer canlıları sadece nesne olarak görme yanılgısından kurtarır. Her bir canlının, Yaratıcı’nın merhametinden bir pay aldığı ve kendi lisanıyla O’na yakardığı idraki, insanda daha derin bir saygı ve farkındalık uyandırır. Bu farkındalık, hem diğer canlılara karşı şefkatli olmayı, hem de insanın kendi acizliğini ve Yaratıcı’nın sonsuz merhametine olan ihtiyacını anlamasını sağlar. Böylece kâinat, sadece biyolojik bir sistem olmaktan çıkar, her anın ve her canlının bir tesbih ve dua içinde olduğu canlı bir mescide dönüşür.
    Özet: Bu makale, bir kedinin mırıltısının bile Yaratıcı’nın Rahim ismine bir yakarış olabileceği fikrini işlemektedir. Bu durum, tüm canlıların fıtratında Yaratıcıya bir yönelişin bulunduğunu ve insanın bu fıtratı anlayarak kâinatla daha derin bir bağ kurabileceğini anlatmaktadır.

    3. Zaman, Acizlik ve Tevekkül

    İktibas: “Zamanın geçti, kabirden başka mekânın var mı? … Biçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? … Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. … Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdad..” (Mesnevi-i Nuriye – 96)

    İzah ve Açıklama: Bu metin, insanın zaman karşısındaki acizliğini, ölümlü oluşunu ve bu acizlikle başa çıkmak için bir dayanak noktasına (nokta-i istinad) ihtiyaç duyduğunu anlatır. İnsan, dünyaya gelirken sahip olduğu zayıflık ve fakirlikle (muhtaçlık) yaratılmıştır. Emelleri, yani istek ve arzuları sınırsızken, ömrü kısadır. Bu çelişki karşısında çaresiz kalan insana, bir sığınak ve yardım kaynağı (cihet-i istimdad) gösterilir: Yaratıcı. O, her zayıfın dayanağı ve her muhtacın yardımcısıdır.

    Makale: Fani Bir Varlık Olarak İnsan ve Sonsuz Dayanak

    İnsan, gözlerini dünyaya açtığı andan itibaren bir koşuşturmacanın içinde bulur kendini. Gelecek için planlar yapar, hayaller kurar, hedeflere koşar. Ancak bu durmaksızın devam eden yarış, acı bir gerçekle kesilir: zamanın geçiciliği ve hayatın sonlu oluşu. “Zamanın geçti, kabirden başka mekânın var mı?” sorusu, insanın fani tabiatına dair sert bir yüzleşmedir. Sınırsız emelleri olan insan, her an yaklaşan ecel karşısında ne yapacağını şaşırır. “Biçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? … Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır.” Bu derin çelişki, insanı bir çıkmaza sürükler gibi görünse de, aslında doğru yolu gösteren bir pusuladır.
    Bu acizlik ve fakirlik idraki, insanın kendi gücüyle var olamayacağını, bir Yaratıcıya muhtaç olduğunu anlamasını sağlar. Hayatın zorlukları, hastalıklar, kayıplar ve hüzünler karşısında insan, kendi iradesinin ne kadar sınırlı olduğunu fark eder. İşte bu farkındalık, insanı bir sığınak aramaya iter. Fıtraten zayıf ve muhtaç olan insan, güçlü ve zengin bir dayanak noktası arar. Bu dayanak, kendi gücünün bittiği yerde başlar. “Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdad..” Bu dayanak, her şeye gücü yeten, sonsuz zenginlik sahibi olan Yaratıcıdır.
    Tarihte, bu gerçeği idrak eden pek çok insan, zayıflıklarını bir güç kaynağına dönüştürmüştür. Peygamberler, en zor anlarında dahi Allah’a tevekkül etmiş, O’na sığınmış ve bu sayede imkânsız gibi görünen başarıları elde etmişlerdir. Hz. İbrahim’in ateşe atılması, Hz. Musa’nın denizi yarması, Hz. Yusuf’un zindanda sabrı… Bütün bunlar, kendi acizliğinin farkında olanların, Yaratıcı’nın sonsuz gücüne dayanarak nasıl büyük mucizeler gösterebildiklerinin en güzel örnekleridir. İnsanın gücü, kendi acizliğini bilip Yaratıcı’nın kudretine iltica etmesinde saklıdır.
    Özet: Bu makale, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu, sınırsız arzularına karşı ömrünün sınırlı olduğunu ele almaktadır. Bu çaresizlik karşısında insanın bir sığınak ve dayanak noktasına ihtiyaç duyduğu ve bu dayanağın ancak sonsuz güç sahibi Yaratıcı olabileceği vurgulanmaktadır.

    4. İbrahim Hakkı ve Tevekkülün Sanatı

    İktibas: “…O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme…” (Mektubat – 224)

    İzah ve Açıklama: Bu metin, Allah’ın iki temel sıfatı olan “Hakîm” (her şeyi hikmetle yapan) ve “Rahîm” (sonsuz merhamet sahibi) sıfatlarına dikkat çekmektedir. Kâinatta meydana gelen olaylar, bazen insana dehşet verici ve anlamsız gelebilir. Ancak bu olayların arkasında bir hikmet ve rahmetin bulunduğuna inanmak esastır. Bu noktada, meşhur düşünür Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” sözü, tam bir tevekkül ve teslimiyet ifadesidir. İnsanın bu olayları, sanki bir pencereden dışarıyı seyreder gibi, dışarıda kalarak, yani duygularına kapılmadan ve gereksiz endişeye düşmeden izlemesi gerektiği vurgulanır.

    Makale: Hikmet ve Rahmet Aynasında Tevekkül

    Hayat, kimi zaman akıl almaz ve dehşet verici olaylarla doludur. Savaşlar, salgın hastalıklar, doğal afetler… İnsan, bu olayların karşısında kendini çaresiz ve anlamsız bir varlık gibi hissedebilir. Bu his, Yaratıcı’nın kudretine olan imanı sarsabilir. İşte bu zor anlarda, “O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.” hakikati, sarsılmaz bir iman pınarıdır. Yaratıcı, her işi bir hikmet ve merhametle yapar. Bizim için kötü görünen bir olay, gelecekte daha büyük bir hayrın kapısını aralayabilir.
    Bu ilahi hakikat, insanı gereksiz endişe ve panikten kurtarır. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın meşhur sözü “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler”, bu teslimiyetin en güzel özetidir. Bu söz, bir pasiflik değil, aksine, insanın kendi sorumluluğunu yerine getirdikten sonra sonucunu Yaratıcı’nın hikmetine bırakmasıdır. İnsanın görevi, olayların içine girip çaresizliğe düşmek değil, onları bir pencereden seyrederek ibret almaktır. Yani, olayların görünen yüzüne takılıp kalmamak, arkasındaki ilahi hikmeti aramaktır. Bu durum, bir cerrahın hastasını ameliyat ederken gösterdiği merhametli sertliğe benzer. Hasta için acı verici olan bu işlem, aslında onun iyileşmesi için bir zorunluluktur.
    Tarih boyunca bu teslimiyet ahlakı, pek çok insanın zorluklar karşısında dimdik durmasını sağlamıştır. Yunus Emre’nin “Cânım, varım, ben O’na teslim” deyişi, Mevlana’nın “Ne olursan ol yine gel” çağrısı, bu teslimiyetin farklı yansımalarıdır. Bu teslimiyet, bir yenilgi değil, bilakis en büyük zaferdir. Zira insan, acizliğinin farkına varıp Yaratıcı’nın sonsuz gücüne dayandığında, iç huzurunu bulur ve hayatın fırtınaları karşısında sarsılmaz bir duruş sergiler.

    Özet: Bu makale, hayatın zorlukları karşısında Yaratıcı’nın hikmet ve merhametine güvenmenin önemini vurgulamaktadır. İbrahim Hakkı’nın sözüyle ifade edilen tevekkül anlayışı, olayların görünen yüzüne takılıp kalmadan, onların ardındaki ilahi manayı aramayı ve iç huzurunu korumayı öğretir.

    5. Kader ve Kalıp
    İktibas: “Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak’tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir.” (Mesnevi-i Nuriye – 181)

    İzah ve Açıklama: Bu metin, kaderin, her bir varlığın varoluşuna dair belirlenmiş bir ölçü (mikdar) ve bu ölçüye uygun bir şekil (kalıp) verdiğini ifade etmektedir. Her varlığın, sahip olduğu özellikler ve yetenekler, bu belirlenmiş kalıp içerisinde gelişir. Feyyaz-ı Mutlak (sonsuz feyz ve ihsan sahibi) olan Allah’tan gelen feyz (manevi akış, bereket), o varlığın fıtri yeteneğine (kabiliyeti) göre şekillenir. Yani, bir ağacın meyve vermesi, bir kuşun uçması, bir insanın düşünme yeteneği, hepsi kendi kalıpları içinde ve ilahi bir belirlemeyle gerçekleşir.

    Makale: Varoluşun Mükemmel Tasarımı

    Kâinatta rastgele hiçbir şey yoktur. Gözümüzün görebildiği her bir varlık, en küçük atomdan en büyük galaksilere kadar, belli bir düzen ve ölçü içinde yaratılmıştır. Bu düzenin en önemli sırrı ise kaderdir. Kader, her bir varlığa biçilmiş birer elbise, birer şablon gibidir. “Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir.” Bu kalıplar, varlıkların potansiyellerini ve sınırlarını belirler. Bir elma çekirdeği, bir çam ağacı olamaz; bir kuş, bir balık gibi suda yaşayamaz. Her biri kendi fıtratına uygun bir kalıp ve ölçü ile donatılmıştır.
    Bu kader, aynı zamanda varlıkların potansiyellerini açığa çıkarmaları için bir zemin de hazırlar. “Feyyaz-ı Mutlak’tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir.” Bu ifade, yaratılışta her varlığın, kendisine verilen kabiliyet kadar bir lütuf ve bereket alacağını gösterir. Tıpkı bir çiçeğin topraktan sadece kendisine lazım olan suyu ve besini alması gibi, her bir varlık da Yaratıcıdan aldığı feyzi, kendi fıtratının elverdiği ölçüde kullanır. Bu durum, hiçbir varlığın boş yere yaratılmadığını ve her birinin evrenin mükemmel işleyişinde bir rolü olduğunu isbatlar.
    Tarihte, bu kader inancı, insanlara hem bir teselli kaynağı hem de bir motivasyon kaynağı olmuştur. Zorluklar karşısında “kader böyleymiş” diyerek tevekkül etmek, imanın bir yansımasıdır. Ancak bu, pasif bir bekleyiş anlamına gelmez. Tam tersine, insan kendi kalıbının farkına varmalı, kendisine verilen yetenekleri keşfetmeli ve bu yetenekleri en iyi şekilde kullanarak hayatına bir anlam katmalıdır. Ressam fırçasını, şair kalemini, bilim adamı aklını bu kalıp içinde en iyi şekilde kullanır. Bu anlayış, insanı bir başkasının hayatını taklit etmekten kurtarır ve kendi özel yolculuğuna odaklanmasını sağlar.

    Özet: Bu makale, kaderin her varlığa bir ölçü ve kalıp verdiğini ve bu kalıpların, varlıkların Yaratıcıdan alacağı feyze olan kabiliyetlerini belirlediğini anlatmaktadır. Bu ilke, her varlığın kendine özel bir potansiyeli olduğunu ve bu potansiyeli kullanarak evrenin bütünlüğüne katkıda bulunduğunu vurgulamaktadır.

    6. İnsan, İman ve Sanat-ı İlahiye

    İktibas: “İnsan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı ilahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır.” (Sözler, Risale-i Nur)

    İzah ve Açıklama: Bu metin, insanın gerçek değerini neyin belirlediğini açıklar. İnsanın kıymeti, sadece biyolojik bir varlık olmasından değil, iç dünyasında ve görünüşünde tecelli eden ilahi sanatın (sanat-ı ilahiye) ve Rabbi’nin isimlerinin nakışlarının (nukuş-u esma-i Rabbaniye) yansımalarından gelir. Bu tecelliler, ancak iman ile doğru bir şekilde anlaşılır ve anlamlandırılır. İman, insanı bu ilahi sanatı görebilen bir ayna haline getirir ve böylece ona eşsiz bir değer kazandırır.

    Makale: İnsanlığın Yüce Değeri ve İman Aynası

    İnsanoğlu, yeryüzünün en karmaşık ve en gizemli varlığıdır. Fiziksel ve biyolojik yapısının mükemmelliği, akıl ve irade gibi eşsiz yetenekleri, onu diğer canlılardan ayırır. Ancak bir insanın gerçek değeri, sadece bu özelliklerden mi gelir? İşte bu soruya cevaben, “İnsan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı ilahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır.” hakikati ortaya çıkar. İnsan, sadece bir et ve kemik yığını değil, Yaratıcı’nın sanatının en güzel eseri, isimlerinin en parlak aynasıdır.
    İnsandaki mükemmel beyin yapısı, karmaşık sinir sistemi, kalbin ritmik atışı, gözün kusursuz mekanizması… Bütün bunlar, rastgele oluşmuş şeyler değil, Yaratıcı’nın Sanat-ı İlahiyesinin birer şaheseridir. İnsan yüzündeki ifadeler, sesindeki tonlamalar, duygularındaki derinlikler, hepsi Esma-i Rabbaniye’nin nakışlarıdır. Örneğin, insandaki şefkat, Yaratıcı’nın Rahim isminin; adalet duygusu, Adl isminin; ilim arzusu ise Âlim isminin bir yansımasıdır. İnsan, bu tecellileri ancak iman gözüyle görebilir. İman, bu nakışları okuyabilen bir anahtar, bu sanatı anlayabilen bir kalp gözüdür. İman etmeyen bir insan, bu nakışları göremez ve sadece biyolojik bir varlık olarak kalır.
    Tarih boyunca bu hakikati idrak edenler, insanlığa en büyük hizmetleri sunmuşlardır. Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” deyişi, insanın taşıdığı ilahi sanatın bir kabulüdür. Mevlana’nın “Gel” çağrısı, her insanda bulunan ilahi potansiyeli görmenin bir sonucudur. İman, insanı benmerkezcilikten kurtarır ve onu, evrenin ve tüm varlıkların Yaratıcısı’na bağlar. Bu bağ, insana sadece bir değer vermekle kalmaz, aynı zamanda ona bir amaç ve anlam da kazandırır. O artık amaçsız bir varlık değil, ilahi sanatı taşıyan ve yansıtan yüce bir halifedir.

    Özet: Bu makale, insanın gerçek değerinin sadece fiziksel özelliklerinden değil, iç dünyasında ve dış görünüşünde tecelli eden ilahi sanat ve isimlerin bir yansıması olarak ortaya çıktığını açıklamaktadır. Bu değerin ancak iman ile anlaşılabileceği ve imanın, insana bu ilahi nakışları okuma ve bu sayede eşsiz bir kıymet kazanma yeteneği verdiği vurgulanmaktadır.

    Genel Makale Özeti ve Bütünlük Değerlendirmesi

    Bu makaleler serisi, farklı açılardan Yaratıcı’yı ve O’nun kâinattaki tecellilerini tanıma ve anlama çabasını ele almaktadır. İlk makale, Yaratıcı’yı sınırlı aklımızla ancak O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla tanıyabileceğimizi vurgulayarak bir başlangıç noktası sunar.
    İkinci makale, bir kedinin mırıltısı gibi küçük ve önemsiz görünen bir olayda bile ilahi merhametin izlerini görebileceğimizi, böylece kâinattaki her şeyin bir anlam taşıdığını anlatır.
    Üçüncü makale, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu kabul ederek, bu acizliğin Yaratıcı’nın sonsuz gücüne sığınmak için bir sebep olduğunu açıklar.
    Dördüncü makale, hayatın zorlukları karşısında tevekkül ve teslimiyetin önemini, her olayın ardında bir hikmet ve rahmetin bulunduğunu anlatır.
    Beşinci makale, kaderin her varlığa biçtiği özel bir kalıp ve ölçü olduğunu, bu sayede her şeyin mükemmel bir düzen içinde var olduğunu gösterir.
    Son olarak, altıncı makale, tüm bu tecellilerin en büyüğünün insanda olduğunu ve insanın gerçek değerini, içindeki ilahi sanatı imanla okumasıyla kazandığını vurgular.

    Bu makaleler, birbirinden bağımsız konuları ele alsa da, ortak bir tema etrafında birleşir: Yaratıcı’yı tanımak ve O’na iman etmek. Her biri, farklı bir pencereden kâinat kitabını okumayı öğretir. Bir bütün olarak ele alındığında, bu metinler, insanın kendi varlığını, kâinatı ve Yaratıcı’yı anlamak için nasıl bir yolculuğa çıkması gerektiğini gösteren kapsamlı bir rehber niteliğindedir. Bu yolculuk, dışarıdaki büyük olaylardan, içimizdeki en derin hislere kadar her şeyi kapsar ve sonuçta, insanın kendi acizliğini bilip Yaratıcı’nın sonsuz kudretine sığınmasıyla tamamlanır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 21st, 2025