Savaşın Gündelikleşmesi ve Çocukluğun Kaybı

Makale 1: Savaşın Gündelikleşmesi ve Çocukluğun Kaybı

​”GAZZE’DE ÖLÜM ÇOCUK OYUNCAĞI!”
Evet,Gazzede ölüm çocuk işi.
​Bu acımasız ve düşündürücü slogan, savaşın en trajik sonuçlarından birini, çocukların dünyasındaki normalliğin nasıl alt üst olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade eder. Bir bomba enkazından kalan betondan bir parçayla oynuyor gibiler. Bu durum, ölümün ve yıkımın, masumiyetin en doğal alanı olan oyunun bir parçası haline geldiğini gösteriyor.

​İzah ve Açıklama:
Gazze’de yaşananlar, savaşın sadece istatistiklerden ibaret olmadığını, bizzat insan ruhunda derin yaralar açtığını gösterir. “Ölüm çocuk oyuncağı!” ifadesi, savaşın dehşetini o kadar gündelikleştirmiş ki, çocuklar bile korku ve travma yerine, bu yıkımı oyunlarına katmışlardır. Bu, sadece fiziki bir tahribatın değil, aynı zamanda ruhsal bir yok oluşun da işaretidir. Bir çocuğun zihni, patlayan bombaların gürültüsünü, enkazın tozunu ve acının çığlıklarını, oyunun sesleriyle eşleştirmeye başladığında, insaniyetin temel değerleri tehlikeye girer.

​İbret ve Düşünceler:

Tarih, savaşın çocuklar üzerindeki yıkıcı etkileriyle doludur. İkinci Dünya Savaşı’nda şehirleri vuran bombalardan kaçan çocuklar veya Suriye’deki çatışmalardan sağ çıkan yetimler, Gazze’deki çocukların yaşadığı trajedinin farklı versiyonlarını sergiler. Bu çocuklar, hayatta kalmak için doğuştan gelen masumiyetlerini ve oyun haklarını kaybetmek zorunda kalmışlardır. Onlar, büyülü dünyalar yerine, enkaz yığınlarından kaleler, bomba sığınaklarından evler inşa ederler.
​Buradan çıkarılacak en önemli ders, insanlığın savaşın dehşetini nasıl normalleştirdiğidir. Bizler, uzaktaki savaşları sadece haber bültenlerindeki kısa kesitler olarak görürken, o topraklarda yaşayan çocuklar için ölüm ve yıkım, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Bu durum, insanlığa vicdanını sorgulama çağrısıdır. Barışın sadece bir ideal değil, aynı zamanda her çocuğun en temel hakkı olduğunu hatırlatır.

​Özet:

Bu makale, “Gazze’de Ölüm Çocuk Oyuncağı!” sloganını temel alarak, savaşın çocuklar üzerindeki trajik etkilerini ve masumiyetin nasıl kaybolduğunu ele alır. Slogan, ölümün ve yıkımın, çocukların dünyasında normalleştiğini ve oyunun bir parçası haline geldiğini gösterir.
Makale, tarihi örneklerle bu trajedinin umumiliğini vurgulayarak, insanlığa savaşın dehşetini normalleştirmemesi ve her çocuğun barış hakkını koruması gerektiğini hatırlatır.

​Makale 2: Küresel Toplum ve Eleştirel Bakış Açısı

​ “Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir. Tarihçe-i Hayat – 146 Bediüzzaman Said Nursi (r.a)”

​Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin, İslam ve Asya coğrafyasını bir camiye benzeterek, modern dünyanın getirdiği ahlaksızlıkları, milliyetsizliği ve dinsizliği eleştirdiği bir düşünceyi yansıtır. Burada, Batı’nın düşüncelerini yayan gazeteciler “serseri ahlaksızlar” ve “ecnebi seyirciler” olarak tasvir edilmiştir.

​İzah ve Açıklama:

Said Nursi’nin bu sözleri, kendi döneminin ve günümüzün küresel meselelerine yönelik derin bir eleştirel bakış sunar. İslam dünyası ve Asya’yı manevi bir bütünlük içinde “muazzam bir cami” olarak tanımlaması, bu coğrafyaların manevi ve kültürel bir kimliğe sahip olduğunu vurgular. Bu caminin “muhterem cemaati” ise, iman ve hakikat ehlidir. Ancak bu bütünlüğü bozan ve ona dışarıdan bakan “haylaz çocuklar” ve “serseri ahlaksızlar” vardır. Bu kişiler, Batı’nın kültürel ve ideolojik değerlerini yayan, kendi kimliklerinden uzaklaşmış bireylerdir. “Gazeteciler” ise, bu yabancı fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynayan “ecnebilerin naşir-i efkârı” (fikir yayıcıları) olarak eleştirilir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makale, modern dünyada yaşanan kültürel ve kimlik krizine işaret eder. Said Nursi, Batı’nın maddi ve teknolojik ilerlemesini değil, onun ahlaki ve manevi değerlerinden mahrum kültürel etkisini eleştirir. Bu sözler, bir nevi “kültürel emperyalizm” eleştirisidir. Bize, dışarıdan gelen fikirlerin kendi değerlerimizi ve kimliğimizi nasıl aşındırabileceğini hatırlatır. Gazetecilerin bu süreçteki rolü, bilginin sadece bir aktarıcısı değil, aynı zamanda bir ideolojinin de taşıyıcısı olabileceği gerçeğine dikkat çeker.
​Bu sözlerden alınacak ders, bireylerin ve toplumların kendi kimliklerini korumak için bilinçli bir çaba göstermesi gerektiğidir. Dışarıdan gelen her fikir ve etkiyi sorgulamadan kabul etmek, kendi manevi camimizi yıkmaya giden bir yol olabilir. Bu, hem tarihi hem de edebi bir direniş çağrısıdır.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir…” sözünü temel alarak, Batı’nın kültürel etkilerine ve medyanın bu süredeki rolüne yönelik eleştirel bir bakış sunar. Metin, İslam dünyasının manevi bütünlüğünü bir camiye benzeterek, Batı’nın ahlaksız, milliyetsiz ve dinsiz fikirlerini yayanları “haylaz çocuklar” olarak niteler. Makale, bu sözlerin küresel kültürel emperyalizme karşı bir uyarı olduğunu ve bireylerin kendi kimliklerini korumak için bilinçli bir sorgulama yapması gerektiğini vurgular.

​Makale 3: İlim ve Cehaletin Kaynağı: Bakış Açısı

​”Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse İLİMDİR. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur. Mesnevi-i Nuriye -199. BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ”

​Bu derin söz, bilimin ve bilginin gerçek mahiyetini sorgular. İlim ve cehalet arasındaki temel ayrımın, bakış açısı olduğunu ileri sürer. Bir kişi kainata Allah’ın sanatı ve yaratılışı olarak bakarsa her gözlemi ilme dönüşür. Eğer sadece maddi sebepler (esbab) ve tesadüflerle açıklarsa, öğrendiği şeylerin ilim gibi görünse bile aslında cehalet olduğunu belirtir.

​İzah ve Açıklama:

“Allah’ın hesabına kâinata bakan adam,” varlıkların ardındaki ilahi hikmeti ve düzeni gören kişidir. Bir çiçeğin yapraklarını, bir yıldızın yörüngesini veya bir atomun yapısını incelediğinde, bunları sadece fiziksel fenomenler olarak değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz kudretinin ve bilgisinin birer delili olarak görür. Bu tür bir bakış açısı, bilimi manevi bir yolculuğa dönüştürür. Gözlemlediği her şey, onun imanını ve Allah’a olan hayranlığını artırır. Bu, bilim ve dinin birbiriyle çatışmadığı, aksine birbirini tamamladığı bir yaklaşımdır.
​Ancak, “eğer gafletle esbab hesabına bakarsa,” yani her şeyi sadece doğal sebeplerle, rastlantılarla veya kendi kendine oluştuğu düşüncesiyle açıklarsa, elde ettiği bilgiler, sadece yüzeysel bir anlayışa hizmet eder. Bu bakış açısı, evrenin ve hayatın derin anlamını kaçırır. Böyle bir durumda, kişi bilgi sahibi olduğunu sanır, ama aslında en temel gerçeğe, yani Yaratıcı’nın varlığına karşı kör olduğu için cehalet içindedir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden alınacak ibret, ilmin sadece bilgi birikimiyle ölçülemeyeceğidir. Gerçek ilim, bilginin ötesine geçerek, varlığın anlamını ve amacını kavramaktır. Bu söz, modern bilimin en büyük açmazlarından birine de işaret eder: manevi boyutun göz ardı edilmesi. Eğer bilim, sadece “nasıl” sorusuna cevap verip, “neden” sorusunu görmezden gelirse, insanlık için gerçek bir aydınlanma sağlayamaz. Bu nedenle, bir bilim insanı için en büyük görev, sadece fiziksel gerçekleri gözlemlemek değil, aynı zamanda o gerçeklerin ardındaki ilahi sanat ve hikmeti de idrak etmektir.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin ilim ve cehalet arasındaki farkı bakış açısıyla ilişkilendiren sözünü inceler. “Allah’ın hesabına” kainata bakanın her müşahedesinin ilim, “gafletle esbab hesabına” bakanın ise ilim zannettiği şeyin cehalet olduğunu açıklar. Makale, gerçek ilmin sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda varlığın manevi boyutunu idrak etmek olduğunu vurgular ve modern bilimin bu boyutu göz ardı etmesinin getirdiği eksikliği tartışır.

​Makale 4: Ölümün Anlamı ve Hayatın Amacı

​”Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”

​Bu çarpıcı ve düşünmeye sevk eden söz, ölümün sadece biyolojik bir son olmadığı, aksine hayatın kendisinden daha derin bir amacı olduğu fikrini taşır. Ölüm, bir yok oluş değil, bir dönüşümün ve hayatın asıl amacına ulaşmanın aracıdır.

​İzah ve Açıklama:

“Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm” ifadesi, ölümün ne kadar güçlü ve evrensel bir gerçek olduğunu vurgular. Hangi şehir olursa olsun, hangi medeniyet kurulursa kurulsun, hepsinin sonu, mezarlıkların dolmasıyla sonuçlanır. Bu, ölümün her şeyi ve herkesi kuşatan kaçınılmaz bir güç olduğunu gösterir. Ancak sözün asıl derinliği, “elbette hayattan ziyade bir istediği var” cümlesinde yatar. Eğer ölüm sadece bir son olsaydı, bu kadar güçlü ve kaçınılmaz bir şekilde var olmazdı. Ölüm, insandan daha büyük bir şey ister; o da hayatı anlamlı kılmasıdır.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden alınacak en büyük ibret, ölümü bir yok oluş olarak değil, bir öğretmen olarak görmemiz gerektiğidir. Ölüm, bize hayatın sınırlı olduğunu ve bu sınırlı zamanı en verimli şekilde kullanmamız gerektiğini hatırlatır. Ölüm, aynı zamanda hayatın derin bir manası olduğunu ve bu mananın, sadece maddi varlıklarla veya dünyevi başarılarla sınırlı olmadığını gösterir. Bir insan, ölümün gerçekliğini idrak ettiğinde, anlamsız meşguliyetlrrden vazgeçer ve kalıcı olan değerlere yönelir. Bu, manevi bir uyanışın başlangıcıdır.
​ Bu söz, bizlere bir uyanışı yaşatarak, hayatımızın asıl amacını bulma çağrısıdır.

​Özet:

Bu makale, “Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var” sözünü temel alarak, ölümün sadece bir son olmadığı, aynı zamanda hayatın asıl amacını anlamamızı sağlayan bir öğretmen olduğu fikrini işler.
Makale, ölümün evrensel gücünü vurgularken, onun asıl amacının, insanı boş ve anlamsız meşguliyetlrrden uzaklaştırıp kalıcı değerlere yöneltmek olduğunu belirtir.

​Makale 5: İnsanın Mükemmel Yaratılışı ve Sorumluluğu

​”Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza… Risale-i Nur’dan Mektubat (s.285)”

​Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Müşteki” (şikâyetçi) insana yönelik bir hitabıdır. İnsanın, diğer varlıklardan üstün olarak yaratıldığını ve birçok nimetle donatıldığını hatırlatır. İnsan, bir hiç (madum) olarak kalmamış, var olma nimetine erişmiş, cansız bir varlık (camid) olmamış, hatta sadece bir hayvan olarak da yaratılmamıştır. Tüm bu nimetler, ona bir sorumluluk yükler.

​İzah ve Açıklama:

“Ey insan-ı müşteki!” ifadesi, sürekli şikayet eden, elindeki nimetlerin değerini bilmeyen insanı eleştirir. Metin, varlığın en alt basamağından başlayarak, insanın sahip olduğu ayrıcalıkları sıralar:

• ​”Madum kalmadın, vücud nimetini giydin”: Bir hiçlikten varlığa çıkmak en büyük lütuftur.
• ​”Hayatı tattın, camid kalmadın”: Sadece var olmakla kalmamış, hareket etme, hissetme ve tecrübe etme yeteneğine sahip olmuştur.
• ​”Hayvan olmadın”: Akıl, irade ve vicdan gibi özelliklerle donatılarak, diğer canlılardan ayrılmıştır.
• ​”İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın”: Manevi bir rehberle doğru yolu bulmuş ve sapkınlıktan kurtulmuştur.
• ​”Sıhhat ve selâmet nimetini gördün”: Beden ve ruh sağlığı gibi temel ihtiyaçları karşılanmıştır.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden çıkarılacak en önemli ders, sahip olduğumuz nimetlerin farkına varmamız ve şükredici bir ruh hali geliştirmemiz gerektiğidir. İnsanın sürekli şikayet etme eğilimi, elindekileri görmesini engeller. Bu söz, insanı, kendine dışarıdan bakmaya ve kendi varoluşunun ne kadar değerli olduğunu anlamaya davet eder. Her bir nimet, sadece bir hediye değil, aynı zamanda daha iyi bir insan olma ve o nimetleri doğru kullanma sorumluluğudur.
​Edebi açıdan, bu metin, bir “varlık hiyerarşisi” sunar ve insanın bu hiyerarşideki özel yerini vurgular. Bu özel durum, beraberinde büyük bir sorumluluk getirir. Eğer insan, hayvanlardan üstün olduğunu unutup sadece maddi arzularının peşinden koşarsa, bu nimetleri israf etmiş olur ve varlığının gerçek amacından uzaklaşır.

​Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Ey insan-ı müşteki!” hitabıyla başlayan ve insanın sahip olduğu nimetleri sıralayan sözünü ele alır. Makale, insanın bir hiçlikten varlığa, cansız bir varlıktan canlı bir varlığa, hayvandan akıl sahibi bir insana ve doğru yolu bulmuş bir müslümana dönüşerek sahip olduğu ayrıcalıkları anlatır. Bu nimetlerin her birinin bir sorumluluk taşıdığını ve şikayet etmek yerine şükredici bir tavır sergilenmesi gerektiğini vurgular.

​Makale 6: Düşünme Yeteneğinin Kaybı: Manevi Körlük

​”Kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar; ‘kör, sağır ve dilsizdirler.’ Bu sebeple düşünmezler. (Bakara Sûresi:171)”

​Bu ayet, manevi hakikatleri kabul etmeyenlerin, yani kafirlerin durumunu hayvanların durumuyla kıyaslar. Bu benzetme, onlara bir hakaret olmaktan çok, onların manevi duygu mekanizmalarının nasıl faaliyetsiz hale geldiğini anlatır. Onlar, en temel gerçekleri görmezden gelerek, sadece zahiri ve yüzeysel uyarıcılara tepki verirler.

​İzah ve Açıklama:

Ayetin benzetmesi çok güçlüdür: “Çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanlar.” Bir hayvan, çobanın sesini duyar, ancak bu sesin arkasındaki anlamı, amacı veya niyetini tam olarak kavrayamaz. Sadece sese ve komuta tepki verirler. Aynı şekilde, bu ayette tasvir edilen kafirler de, kendilerine gönderilen ilahi mesajları duymalarına rağmen, o mesajların derin anlamını, amacını ve getirdiği sorumlulukları idrak edemezler. Onlar için bu mesajlar, anlamsız seslerden ibarettir.
​”Kör, sağır ve dilsizdirler” ifadesi, onların sadece fiziksel değil, manevi olarak kör, sağır ve dilsiz olduklarını vurgular.
• ​Kör: Hakikatin apaçık delillerini göremezler.
• ​Sağır: İlahi mesajların davetini duyamazlar.
• ​Dilsiz: Hakikati dile getiremezler. Bu durum, onları düşünme kabiliyetinden mahrum bırakır. Çünkü düşünmek, duymayı, görmeyi ve idrak etmeyi gerektirir. Bu kabiliyetler kapalı olduğunda, akıl da faaliyetini yitirir ve insan, sadece hissine göre hareket eden bir varlık haline gelir.

​Hikmetli ve Düşündürücü Yorum:

Bu makaleden çıkarılacak en önemli ibret, düşünme kabiliyetlerinin ne kadar değerli olduğudur. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik, düşünme kabiliyetidir. Ancak bu ayet, bu kabiliyetin doğru bir şekilde kullanılmadığında anlamsızlaşabileceğini gösterir. Düşünmek, sadece mantıki sonuçlar çıkarmak değil, aynı zamanda manevi gerçeklikleri sorgulamak ve kabul etmek demektir. Kibir, inat ve ön yargılar, düşünceyi köreltir ve insanı manevi bir cehalete sürükler.
​Tarih, bu manevi körlüğün ve sağırlığın yol açtığı felaketlerle doludur. Pek çok medeniyet, hakikate gözünü kapattığı için yıkılmıştır. Bu ayet, bize sadece başkalarını değil, aynı zamanda kendimizi de sorgulama fırsatı verir. Acaba bizler de zaman zaman manevi olarak kör, sağır ve dilsiz mi oluyoruz?

​Özet:

Bu makale, Kur’an’ın Bakara Suresi’nden “Kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer…” ayetini ele alır. Ayetin, hakikati reddedenlerin manevi körlüğünü, sağırlığını ve düşünme kabiliyetindeki eksikliği anlattığını açıklar. Makale, bu benzetmenin, ilahi mesajların derin anlamını idrak edemeyen insanları eleştirdiğini ve düşünme kabiliyetinin doğru kullanılmasının önemini vurguladığını belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 19th, 2025