Yaratıcının Katındaki İnsanın Değeri

  1. Yaratıcının Katındaki İnsanın Değeri
    > Metin: “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlıkının yanında büyük bir mevkii vardır.”
    > (İşârât-ül İ’caz 190.sh – Risale-i Nur)
    >
    Bu veciz ifade, insanı evrenin merkezine yerleştiren, ona sonsuz bir değer atfeden derin bir hakikati dile getirir. Bediüzzaman, modern dünyanın gözden kaçırdığı, insanın yaratılışındaki eşsiz konumu vurgular. “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insan,” ifadesi, yeryüzündeki tüm unsurların, dağlardan denizlere, havadan ateşe kadar her şeyin insanın hizmetine sunulduğunu ve ona boyun eğdiğini anlatır. İnsan, bu muazzam evren sahnesinde yalnızca bir seyirci değil, aynı zamanda aktif bir oyuncu ve hatta bir yönetici gibidir. Akıl, irade ve bilinç gibi özelliklerle donatılan insan, varlıkların sırlarını çözebilen, onlardan faydalanabilen ve nihayetinde onları Yaratıcısının sanatını ve kudretini sergileyecek şekilde kullanabilen, her şey emrine musahuar kılınan tek varlıktır. Bu, sadece fiziki bir üstünlük değil, aynı zamanda manevi bir sorumluluğu da beraberinde getirir.
    Tarih boyunca medeniyetlerin yükselişi ve düşüşü, insanın bu kudreti ne şekilde kullandığına bağlı olmuştur. İnsan, bu yeteneğini sadece kendi dünyevi çıkarı için kullandığında, bencillik ve zulüm ortaya çıkmış; evreni kendi egemenliği altına alma çabası, beraberinde çatışmaları ve yıkımı getirmiştir. Oysa, bu kudreti Yaratıcısının bir lütfu olarak gördüğünde, evrenle ve diğer varlıklarla uyum içinde yaşamış, ilim ve hikmetle medeniyetler inşa etmiştir.
    Bu makaledeki temel hikmet, insanın değerinin, sahip olduğu güçte değil, o gücü kendisine verene olan bağlılığında yattığını hatırlatır. İnsanın Hâlıkı (Yaratıcısı) yanındaki büyük mevkii, evrendeki her şeyin ona hizmet etmesinin bir sonucu değil, bizzat bu hizmetin Yaratıcı tarafından bir ihsanı ve onuru olması sebebiyledir. Kısacası, insan, yaratılışın en şerefli varlığıdır çünkü o, evrendeki her şeyi bir ayna gibi kullanarak Yaratıcının isim ve sıfatlarını görebilme, tanıyabilme ve tefekkür edebilme yeteneğine sahiptir. Bu makale, her birimizin kendi varlığımıza ve etrafımızdaki dünyaya daha derin bir anlamla bakmamız gerektiğini düşündürmektedir.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlıkının yanında büyük bir mevkii vardır” sözünü analiz eder. İnsanın evrendeki eşsiz konumunun ve bu konumun getirdiği manevi sorumluluğun altını çizer. İnsanın gerçek değerinin, yaratılışındaki lütfun ve ona hizmet eden varlıkların, Yaratıcıya karşı olan bağlılığında gizli olduğunu vurgular.

    2. Sonsuz Yaratıcıyı Tanıma Yolculuğu

    > Metin: “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.”
    > (Âyet-ül Kübra, Risale-i Nur)
    >
    İnsanlık tarihi, Yaratıcıyı tanıma çabalarının bir serüvenidir. Bu makalede, bu çabanın en hikmetli yolunu gösterir: Yaratıcıyı, O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla tanımak. Sonsuz, sınırsız ve aşkın olan bir varlığı, sonlu ve sınırlı bir akılla tam olarak kavramak mümkün değildir. Ancak Bediüzzaman, bu bilme arzusunun tatmin edilebileceği bir yol sunar: esma-i hüsna (en güzel isimler) ve sıfat-ı kutsiyye (kutsal sıfatlar). Bunlar, Yaratıcının kendisini kâinat aynasında tecelli ettirdiği pencerelerdir.
    Sanatçıya, sanatından bakmak gibi, Yaratıcıya da eserlerinden bakmak gerekir. Örneğin, bir çiçeğin eşsiz güzelliği, yaratıcısının Cemil (güzel) ve Musavvir (şekil veren) isimlerini; bir bebeğin mucizevi gelişimi, Rab (terbiye eden) ismini; evrenin kusursuz dengesi, Hakîm (her şeyi hikmetle yapan) ismini gösterir. Bu makale, sadece ezberden geçen bir bilgi değil, aynı zamanda derin bir tefekkür ve tecrübe yolculuğunu anlatır. İnsan, kendi kabiliyetinin nisbetinde, yani sahip olduğu akıl, kalp ve hislerin sınırları içerisinde, bu isimlerin yansımalarını fark etmeye çalıştıkça, Yaratıcısıyla olan bağı kuvvetlenir.
    Bu yaklaşımın en büyük faydalarından biri de, dini ve manevi arayışı soyut bir kavramdan somut bir tecrübeye dönüştürmesidir. İnsan, kuru ve şekli bir dindarlıktan kurtularak, etrafındaki her varlıkta Yaratıcının bir izini, bir sanatını görmeye başlar. Bu sayede, bilimle din, akılla kalp arasında bir çatışma değil, bir uyum ve bütünlük oluşur. İbretli bir şekilde, birbiriyle alakasız gibi görünen en küçük bir kum tanesi ile en büyük bir galaksi, aynı Yaratıcının isimlerini haykırır. Bu, hem bir ilim yolculuğu hem de bir iman yolculuğudur.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kutsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz” sözünü inceler. Yaratıcıyı, kâinattaki tecellilerinden, yani O’nun isim ve sıfatları aracılığıyla tanıma yolunun hikmetini açıklar. Bu yolculuğun, kuru bir bilgiden öte, somut bir tecrübe ve tefekkür olduğu vurgulanır, böylece insan bilim ve maneviyatı birleştirerek derin bir imana ulaşabilir.

    3. Asrın Büyüyen Belası: Enaniyet

    > Metin: “Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler.”
    > (Osm. Mektubat 529, Bediüzzaman Said Nursi)
    >
    Bu tarihi ve düşündürücü tesbit, modern insanın en büyük manevi hastalığını gözler önüne serer: enaniyet (bencillik, benlik). Firavun ve Nemrud, tarihte zulmün, kibrin ve kendisini ilahlaştırmanın sembolleri olarak bilinir. Firavun, Mısır’a, Nemrud ise Babil’e hükmeden, halklarını kendi ilahlıklarına inandırmaya çalışan zorbalardır. Bediüzzaman, bu makalede, bu tarihi figürlerin modern çağda küçülerek, her bir bireyin içine sızdığını belirtir. Artık tek bir Firavun veya Nemrud değil, binlerce “küçük” Firavun ve Nemrud var.
    Modernizmin ve bireyciliğin yükselmesiyle birlikte, insan kendi aklını, gücünü ve isteklerini mutlak bir ölçü olarak görmeye başlamıştır. Toplumdaki hırs, rekabet ve maddiyat odaklı hayat, bu enaniyetin beslendiği zemin olmuştur. Herkes kendi küçük dünyasının, ailesinin, şirketinin veya sosyal çevresinin Firavunu olmaya meyleder. Başkalarının fikirlerine saygı duymayan, kendi doğrularını mutlaklaştıran, elde ettiği başarıları tamamen kendi çabasına bağlayan bu tavır, insanlar arasındaki manevi bağları koparır ve çatışmaları körükler.
    Bu ibretli tablo, sadece bireysel bir ahlak problemi değil, aynı zamanda içtima-i bir çöküşün de habercisidir. Enaniyetin hükmettiği bir toplumda, işbirliği yerine rekabet, empati yerine çıkarcılık, adalet yerine gücün üstünlüğü geçerli olur. Ne yazık ki, bu durum, insaniyetin temel değerlerini erozyona uğratır. Bu makale, bizlere derin bir iç muhasebe yapma fırsatı sunar: Kendi içimizdeki “küçük Firavun ve Nemrud”u fark edip, onun yıkıcı etkilerinden kendimizi nasıl koruyabiliriz? Kurtuluş, enaniyetten vazgeçmek, kendi aczini ve Yaratıcıya olan muhtaçlığını anlamakta gizlidir.
    Özet: Bu makale, Bediüzzaman’ın “Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler” sözünü temel alır. Modern çağın bencillik ve kibir hastalığı olan enaniyetin, her bireyin içine nasıl sızdığını ve içtimai bağları nasıl zedelediğini anlatır. Bu tarihi ve düşündürücü analiz, ferdin kendi iç muhasebesini yapması ve enaniyetten kurtulma yollarını araması gerektiğini vurgular.

    4. Varlıklar ve Yaratıcının Birliği

    > Metin: “Meselâ, zemîn yüzündeki zîhayatların hizmetçileri olan hava, ateş, su birdir; öyle ise onları istihdam eden ve bizlere musahhar eden dahi birdir.”
    > (Risale-i Nur Külliyatı’ndan)
    >
    Bu makaledeki metin, kâinatın büyük ve karmaşık düzenini sade bir dille açıklayan, düşündürücü bir mantık örgüsü sunar. Hava, ateş ve su gibi temel elementler, yeryüzündeki tüm canlılar için hayati öneme sahiptir. Onlar olmadan hayat mümkün değildir ve bu elementlerin her biri, sayısız canlının hizmetindedir. Bu hizmetin arkasındaki hikmet ise, Bir yaratıcının varlığıdır.
    Bediüzzaman’ın bu mantığı, birbiriyle alakasız gibi görünen farklı sebebler arasında bir tevhid (birlik) bağı kurar. Hava, su ve ateşin birbiriyle uyumu ve canlılar için bir düzen içinde çalışması, onları yaratan, yöneten ve insanın hizmetine sunan Tek bir Kudretin varlığını gösterir. Eğer bu elementlerin her birini farklı bir güç yönetiyor olsaydı, evrende tam bir kaos ve düzensizlik hüküm sürerdi. Örneğin, suyun bir yaratıcısı, havanın başka bir yaratıcısı olsaydı, bu iki yaratıcının iradesi çatışır, yağmur oluşmaz veya su buharlaşamazdı. Ancak, her şey kusursuz bir uyum içinde işler. Birbirini tamamlayan bu sistem, bu varlıkların tesadüfen bir araya gelmediğini, aksine onları bir araya getiren ve aralarında bir koordinasyon kuran Bir İradenin olduğunu isbat eder.
    Bu düşünce, bize her şeye külli bir perspektiften bakmayı öğretir. Tarihi ibretler, medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri, tabiattaki ekolojik dengeler, insan vücudundaki sistemlerin kusursuz işleyişi; hepsi, tek bir Yaratıcının isimlerinin yansımasıdır. Bu makale, sadece bilimsel bir gerçeği değil, aynı zamanda manevi bir hakikati de ortaya koyar: Kâinatın uyumu, Yaratıcının birliğinin en açık delilidir. Bu birlik, insanın kalbinde de yankılanmalı ve onu sadece bu dünyanın değil, tüm varlığın Yaratıcısına yönlendirmelidir.
    Özet: Bu makale, “hava, ateş, su birdir; öyleyse onları istihdam eden ve bizlere musahhar eden dahi birdir” sözünü ele alır. Yeryüzündeki temel elementlerin canlılar için bir uyum içinde hizmet etmesinin, tek bir yaratıcının varlığına işaret ettiğini anlatır. Bu mantıki ve ibretli fayda, doğadaki ve tüm kâinattaki düzenin, tevhid (Allah’ın birliği) ilkesinin en güçlü isbatı olduğunu vurgular.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 18th, 2025