İbadetin ruhu İHLAS’tır

  1. “İbadetin ruhu İHLAS’tır.”

    Bu kısa ve öz ifade, İslam’ın temel direklerinden olan ibadetin özünü tanımlar. İhlas, bir ibadeti veya ameli, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapmaktır. Gösterişten, riyadan, insanların beğenisini kazanma arzusundan uzak durmaktır. Bediüzzaman, ibadetin görünürdeki şeklinin (namaz, oruç vb.) bir beden olduğunu, bu bedene hayat veren, onu değerli kılan şeyin ise ihlas olduğunu vurgular. İhlası olmayan bir ibadet, ruhsuz bir beden gibidir; zahiren var olsa da manevi bir derinlik ve karşılık bulamaz. Bu söz, müminin niyetini sürekli gözden geçirmesi ve amellerini arındırması gerektiğini hatırlatır.

    2. “Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.”

    Bu çarpıcı metafor, hakikatin kaynağını ve insanın bu kaynağa yönelme zorunluluğunu anlatır. Güneş, burada bütün kâinatı aydınlatan ve tüm hakikatlerin asıl kaynağı olan Allah’ı temsil eder. Mumlar ise, Allah dışında, insan aklının, felsefenin, ideolojilerin veya sahte rehberlerin ortaya koyduğu sınırlı ve eksik bilgileri simgeler. Bediüzzaman, asıl ve mutlak hakikat varken, geçici, kısmi ve yanıltıcı bilgilere bel bağlanmaması gerektiğini belirtir. İnsanlık, tarih boyunca birçok farklı düşünce akımının peşinden gitmiş, ancak eninde sonunda bu “mumların” ışığının yetersiz olduğunu görmüştür. Bu söz, insanı doğrudan ilahi hakikate yönelmeye davet eder.

    3. “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

    Bu ifade, insanın manevi tekâmülündeki en büyük engellerden biri olan enaniyet’i (benlik, ego) ele alır. Enaniyet, insanı kibire ve gurura sevk eden, kendisini merkeze koyan bir duygudur. Bediüzzaman, Kur’an’ın getirdiği sonsuz ve tatlı manevi havuzu (kevser-i Kur’ânî) kazanmanın tek yolunun, bu “buz parçası” gibi katı ve soğuk benliği eritmekten geçtiğini söyler. Buz parçası, tek başına bir hiçken, havuz içinde eridiğinde ona karışır ve bütünleşir. Aynı şekilde, insan egosunu Kur’an’ın rehberliğinde erittiğinde, bütün kâinatın ve hakikatin bir parçası olduğunu idrak eder, bencillikten kurtulur ve gerçek saadete ulaşır.

    4. “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster… Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.”

    Bu, bir dua ve niyaz metnidir. “Zeval”, bir şeyin yok olması, “teb’id” ise uzaklaştırılması demektir. “Raiyet”, tebaa, kul demektir. Bu duada Bediüzzaman, insanın fani dünyada karşılaştığı nimetlerin, aslında sonsuz bir kaynaktan gelen birer gölge ve numune olduğunu ifade eder. İnsan, bu geçici nimetlerden (güzellikler, lezzetler) dolayı bu nimetlerin asıl sahibine yönelme arzusu duyar. Duada, Allah’tan bu geçici nimetlerin asıllarının ve sonsuz kaynaklarının gösterilmesi, yani cennetin ve Allah’ın rüyetinin nasip edilmesi istenir. Aynı zamanda, kulun yokluğa ve Rabbinden uzaklaştırılmaya mahkûm edilmemesi niyaz edilir. Bu dua, insanın Allah’a olan derin bağlılığını, şükranını ve O’ndan ayrılma korkusunu dile getirir.

    İbadetin Özü ve Hakikat Güneşine Yöneliş

    İnsan, varoluşundan beri bir şeyler arayışındadır. Kimi zaman bu arayış, dünyevi zevklerin peşinde geçen bir ömre dönüşürken, kimi zaman da hakikatin kapısını aralamaya yönelir. Bu arayışta atılan her adımın ve yapılan her ibadetin bir anlamı, bir de ruhu vardır. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi:

    “İbadetin ruhu İHLAS’tır.”

    İbadet, sadece belli hareketleri tekrarlamak, belli kelimeleri söylemek değildir. Namaz kılarken, oruç tutarken veya zekât verirken, niyetin sadece Allah’ın rızasını kazanmak olması, o ibadete can verir.
    Hikâye odur ki, İmam-ı Gazali, bir gün bir talebesine “İhlâs nedir?” diye sorar. Talebe, “Bir işi Allah için yapmaktır” der.
    İmam, “Yeterli değil” der. “Bir işi Allah için, halk için değil, nefsin için değil, sırf Allah için yapmaktır” der.
    Bu cevap da yeterli gelmez.
    Sonunda, “Bir işi Allah için, halk için değil, nefsin için değil, hatta cennet için değil, sırf Allah’ın rızası için yapmaktır” der.
    İşte ihlas, bu derin niyetin bir yansımasıdır.
    Bu derinlik, insanın manevi yolculuğunda önüne çıkan engelleri aşmasını da sağlar. En büyük engellerden biri ise, insanın kendi benliğidir. Enaniyet, adeta bir buz parçası gibi, insanı diğerlerinden ayırır, onu tek ve biricik gibi hissettirir. Oysa hakiki saadet, bu benliğin erimesiyle elde edilir.

    Bediüzzaman, bu durumu şöyle bir metaforla anlatır:

    “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

    Kur’an, bir okyanus gibi, hakikatin, ilmin ve hikmetin sonsuz kaynağıdır. İnsan, kendi küçük benliğini bu sonsuz havuza atıp erittiğinde, artık “ben” değil, “biz”in bir parçası olduğunu, kâinatın büyük bütünlüğünde bir yer edindiğini anlar. Bu erime, kibirden arınma ve tevazu ile olgunlaşma anlamına gelir.
    Bu manevi yolculukta, insanı en doğru yola sevk edecek olan rehber ise ilahi hakikatin kendisidir. Yanıltıcı felsefeler, ideolojiler ve şahısların görüşleri, gerçeğin sadece küçük birer yansımasıdır. En nihayetinde, bu küçük ışıklar, hakikatin Güneşi karşısında sönmeye mahkûmdur.

    Bediüzzaman bu durumu şu veciz sözüyle özetler:

    “Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.”

    Bu söz, insanı akıl ve kalp ile doğrudan Allah’ın varlığını ve birliğini idrak etmeye davet eder. Bilim, sanat ve felsefe ne kadar ilerlese de, bunlar ancak Allah’ın yarattığı hakikatlerin birer yansımasıdır. Bu yansımalara takılıp kalmak yerine, asıl kaynağa yönelmek, insana hem ilim hem de hikmet kapılarını açar.
    Bu dünya hayatı, bizlere sunulan bir imtihan ve nimetler sofrasıdır. Her bir nimet, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Bir çiçeğin güzelliği, bir yiyeceğin lezzeti, O’nun sonsuz nimetlerinin birer göstergesidir. İnsan, bu nimetlerin geçici olduğunu bilerek, onların asıllarına ve kaynaklarına özlem duymalıdır. Bu özlem, kalbi Allah’a yönelten bir yakarışa dönüşür. Bediüzzaman bu yakarışı bir dua metniyle şöyle ifade eder:

    “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster… Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.”

    Bu dua, insanın acizliğini, Allah’a olan derin bağlılığını ve O’ndan ayrılma korkusunu gösterir. O’nun nimetleriyle beslenmiş bir kul, bu nimetlerin yok olmasını ve O’ndan uzaklaştırılmayı istemez. Bu, insanın ruhunda var olan sonsuzluk ve ebediyet arzusunun en samimi ifadesidir.
    Sonuç olarak, insanın bu dünyadaki yolculuğu, ibadetin ruhunu ihlasla doldurmak, kendi benliğini eritmek, hakikatin Güneşine yönelmek ve tüm nimetlerin sahibine şükranla bağlı kalmaktan geçer. Bu bilinçle yaşayan bir kul, fani hayatın geçici telaşlarından kurtulup, ebedi bir saadete doğru adım atar.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı sözü etrafında şekillenmiştir. Makale, ibadetlerin özünün ihlas olduğunu ve riyadan arınmış bir niyetin ibadetlere ruh kattığını vurgular. Ardından, hakikatin kaynağı olan Allah’a yönelmek yerine, sınırlı ve yanıltıcı ideolojilere bel bağlamanın anlamsızlığını “Güneş varken mumlara ihtiyaç yok” metaforuyla açıklar. Ayrıca, insanın manevi gelişiminin önündeki en büyük engel olan enaniyetin (benlik), Kur’an’ın rehberliğinde eritilmesi gerektiğini belirtir. Son olarak, dünya nimetlerinin sonsuz nimetlerin birer yansıması olduğunu ve kulun, Allah’tan bu nimetlerin asıllarını ve ebedi bir hayatı niyaz etmesi gerektiğini anlatan bir dua ile konuyu derinleştirir.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Loading

No ResponsesEylül 16th, 2025