Görevimiz Hizmet, Sonuçlar Allah’tan

Görevimiz Hizmet, Sonuçlar Allah’tan

Hayatın karmaşık dokusunda, insanoğlu sürekli bir arayış ve mücadele içindedir. Başarıya ulaşmak, hedeflere varmak ve bir iz bırakmak arzusu, iç tepkidir. Ancak bu yolculukta sıklıkla gözden kaçan bir gerçek vardır: Bizler, yalnızca üzerimize düşeni yapmakla yükümlüyüz. Sonuçların ve başarıların nihai sahibi ise başka bir gücün elindedir.
Bu derin hakikati en güzel şekilde ifade eden sözlerden biri Risale-i Nur Külliyatı’ndan geliyor:

“Biz, hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakiyet Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu ifade, sadece bir cümle değil, aynı zamanda hayata bakış açımızı kökten değiştirebilecek bir duşuncedir.
Bu sözün hikmetini anlamak için tarihin sayfalarına göz atmak yeterlidir. Hz. Nuh’un gemi yapımı, Hz. İbrahim’in ateşe atılması, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i yarması ve Hz. Peygamber’in hicret yolculuğu… Tüm bu olaylarda peygamberler, üzerlerine düşen görevi titizlikle yerine getirmişlerdir. Nuh (a.s) gemiyi inşa etmiş, ama tufanı durdurmamıştır; İbrahim (a.s) ateşe teslim olmuş, ama onu gülistana çevirmemiştir; Musa (a.s) asasını vurmuş, ama denizi yarıp geçmemiştir. Onlar, kendilerine yüklenen görevi yerine getirmiş, sonuçları ise her şeyin yegane sahibi olan Allah’a bırakmışlardır. Bu, insan iradesinin acziyetini kabul etmek ve ilahi kudretin sonsuzluğunu tasdik etmektir. Bir çiftçi tarlasını sürer, tohumlarını eker ve sular. Ama o tohumların yeşermesi, büyüyüp ürün vermesi onun elinde değildir. Bu, tam anlamıyla “hizmetle mükellef olma”nın pratik bir örneğidir.

Gerçek Tesir Eden Yalnızca O’dur

İnsanoğlu, yaşadığı dünyada olayların nedenlerini ve sonuçlarını kendi çabalarına bağlama eğilimindedir. Başarıyı kendi zekasına, gücünü kendi iradesine, mutluluğunu kendi imkanlarına yorar. Bu durum, bizi farkında olmadan gizli bir şirke ve kibre sürükleyebilir. Oysa ki olayların ardındaki gerçek fail ve tesir eden, yalnızca Allah’tır. Bu hakikat, Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şu şekilde açıklanır:

“Müessir-i hakiki yalnız Allah’tır. Tesir-i hakiki esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir.”

Bu söz, neden-sonuç ilişkisinin arkasındaki ilahi hikmeti anlamak için kritik bir anahtardır. Bir doktorun hastayı iyileştirmesi, bir mühendisin köprüyü inşa etmesi, bir öğretmenin öğrenciyi bilgilendirmesi… Tüm bu fiillerde görünen sebepler, aslında ilahi kudretin birer perdesidir. Sebeplere aşırı anlam yüklemek, bizi asıl yaratıcıyı görmekten alıkoyar. Örneğin, bir hasta iyileştiğinde, bu durum doktora atfedilir. Ancak doktor sadece Allah’ın şifa kanunlarını uygulayan bir vesiledir. Asıl şifayı veren Allah’tır. Sebepler, ilahi gücün ve hikmetin tezahür ettiği birer araçtır. Onları aşırı yüceltmek, asıl kudret sahibini göz ardı etmektir. Bu, aynı zamanda insanın acziyetini ve Allah’ın her şeye gücünün yettiğini idrak etmenin bir yoludur. Sebeplere takılıp kalmak yerine, onları birer basamak olarak görmek, bizleri hem tevazuya hem de şükre sevk eder.

Sünnet-i Seniye ve Edebin Kaynağı

Din, sadece ibadetlerden ibaret bir sistem değildir; aynı zamanda bir edep, bir ahlak ve bir yaşam tarzıdır. İslami geleneğin kalbinde yer alan ve tüm yaşamı kuşatan bu edep anlayışının kaynağı, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Sünnet-i Seniye’sidir. Bu derin hakikat, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur – Lem’alar kitabında şu şekilde ifade edilir:

“Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder.”

Bu söz, İslam’daki edep anlayışının Hz. Peygamber’in yaşamıyla olan doğrudan ilişkisini vurgular. O’nun konuşması, susması, yürümesi, yemeği, aile ilişkileri, tebessümü… Her biri, insana örnek teşkil eden birer edep dersidir. Hz. Peygamber’in hayatı, insanlık için ahlaki bir kılavuz, bir edep anayasasıdır. O’nun sünnetini terk etmek, sadece bir ibadeti ihmal etmek değil, aynı zamanda insanı insan yapan ahlaki değerlerden, edepten uzaklaşmaktır. Modern dünyada ahlaki yozlaşmanın, edepsizliğin ve manevi boşluğun artışının temelinde, Sünnet-i Seniye’den uzaklaşmanın payı büyüktür. Zira sünnet, sadece tarihi bir miras değil, aynı zamanda her çağda geçerli olan ve insanı en yüce ahlaki mertebelere ulaştıran bir yaşam biçimidir.

Şirk: Tüm Mahlukatın Hakkına Tecavüzdür

İnsanlık tarihi boyunca en büyük günah olarak kabul edilen şirk, yani Allah’a ortak koşmak, basit bir inanç sapması değil, aynı zamanda evrensel bir ahlaki yozlaşmadır. Şirk, yalnızca ilahi haklara bir tecavüz değil, aynı zamanda tüm varlık aleminin haklarına ve onuruna karşı işlenmiş büyük bir cürümdür. Bu, Bediüzzaman Said Nursi’nin Şualar adlı eserinde şu şekilde açıklanır:

“Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.”

Bu çarpıcı ifade, şirkin ne kadar derin ve yıkıcı bir günah olduğunu gözler önüne serer. Allah’a ortak koşmak, O’nun yaratma, rızık verme ve yönetme gibi sıfatlarına tecavüz etmek demektir. Bu, aynı zamanda her bir canlının haklarına da bir tecavüzdür. Zira her bir varlık, yaratıcısına karşı sorumludur. Onları yaratıcısından başkasına kulluk ettirmek, onların fıtri onuruna ve haysiyetine aykırıdır. Bir taşın, bir ağacın, bir yıldızın bile yaratıcısına karşı bir saygısı vardır. Onları putlaştırmak veya onlar aracılığıyla başka bir güce sığınmak, bu varlıkların yaratıcısına olan bağlılıklarına bir saygısızlıktır. Bu nedenle şirk, yalnızca bireysel bir günah değil, aynı zamanda tüm evrenin düzenine ve ahlakına karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Bu cürüm, o kadar ağırdır ki, ancak Cehennem ateşi gibi mutlak bir cezalandırma ile temizlenebilir.

Makalenin Özeti

Bu makale, dört farklı kaynaktan alıntılanan derin manalı sözleri, kendi konu bütünlükleri içinde ele alarak geniş bir perspektif sunmaktadır.

İlk bölümde, insanoğlunun asıl görevinin hizmet etmek olduğunu ve sonuçların Allah’a ait olduğunu belirten bir ifade incelenmiştir. Bu, eylemin kendisini önemli kılan ve sonuçlara takılıp kalmamamızı öğütleyen bir yaşam düşüncesidir.

İkinci bölümde, olayların arkasındaki gerçek etkenin yalnızca Allah olduğu ve görünen nedenlerin birer perde işlevi gördüğü vurgulanmıştır. Bu, tevazu ve şükre sevk eden, gizli şirkten koruyan bir bakış açısı sunar.

Üçüncü bölümde, Hz. Peygamber’in Sünnet-i Seniye’sinin tüm edep ve ahlaki değerlerin kaynağı olduğu ve bu yoldan ayrılmanın ahlaki bir boşluğa yol açtığı açıklanmıştır.

Son olarak, dördüncü ve en çarpıcı bölümde ise şirk’in, sadece Allah’ın haklarına değil, aynı zamanda tüm varlıkların onuruna ve haysiyetine karşı işlenmiş büyük bir cürüm olduğu ve bu nedenle en ağır cezalara layık bir günah olduğu ifade edilmiştir.

Tüm bu sözler, yaşamın farklı yönlerini kapsayan, ahlaki, manevi ve hikmetli bir derinlik sunarak okuyucuyu düşündürmeye ve ibret almaya davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 12th, 2025