İlahi Teveccüh ve İnsanların Teveccühü Arasındaki Fark
İlahi Teveccüh ve İnsanların Teveccühü Arasındaki Fark
Hakiki değerin ve itibarın kaynağı neresidir? İnsanların beğenisi mi, yoksa ilahi rıza ve teveccüh mü? Bu soru, asırlar boyunca hikmet ve dinin temel meselelerinden biri olmuştur. İlk metinde yer alan yazı, bu konuya net ve derinlikli bir bakış açısı sunar.
> “Rıza-yı İlahî ve ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir.” – R. Nur Külliyatı, B. Said Nursi
>
Bu metin, ilahi rızayı, Rahman’ın iltifatını ve Rab’bin kabulünü, insanlığın teveccühünden kat kat üstün bir mertebe olarak tanımlar. İnsanların beğenisi ve takdiri, bu ilahi makama kıyasla bir “zerre” hükmündedir. Bu zerre, varlığını ve değerini, asıl kaynaktan, yani ilahi rahmetin yansımasından alır.
Tarih, bu gerçeği defalarca ispatlamıştır. Yüzyıllarca alkışlanan, övülen nice lider, sanatçı ve düşünür, zamanın süzgecinden geçememiş ve unutulup gitmiştir. Firavunlar, Nemrutlar, Roma imparatorları… Hepsi kendi dönemlerinde insanların hayranlığını kazanmış, ancak ilahi rızadan mahrum kaldıkları için tarihin utanç sayfalarında yerlerini almışlardır. Oysa mütevazı bir yaşam süren, insanlardan fazla itibar görmeyen, ancak hayatını Allah’ın rızasını kazanmaya adayan nice evliya ve alim, vefatlarından sonra bile gönüllerde taht kurmuştur. Onların eserleri, sözleri ve hikmetleri asırlara ışık tutmaya devam etmektedir.
İnsanların beğenisi, fani ve değişkendir. Bugün alkışlayanlar yarın sırtını dönebilir. Bu yüzden gerçek bir teveccüh arayan kişi, gönlünü Allah’a çevirmelidir. İnsanların teveccühü, ancak ilahi rahmetin bir yansıması olarak görüldüğünde anlam kazanır. Eğer bu teveccüh, kişiyi gurur ve kibre sevk ediyorsa, asıl maksattan uzaklaştırıyorsa, o zaman arzu edilecek bir şey değil, aksine bir imtihan vesilesidir. Hakiki mümin, ilahi rahmetin tecellisi olarak kendisine yönelen teveccühe şükreder, ancak kalbini asla bu faniliğe bağlamaz.
Hayatın Değeri ve Vazifelerin En Kıymetlisi
Hayatın anlamı nedir? Niçin yaşarız? İnsanlığın bu en temel sorusu, her devirde farklı cevaplar bulmuştur. Maddiyatı her şeyin üstünde tutanlar, haz peşinde koşanlar ve maneviyatı önceleyenler, hayata dair bambaşka tanımlar yapmıştır.
İkinci metin, bu konuya dair eşsiz bir bakış açısı sunar.
> “Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir.” – Tarihçe-i Hayat
>
Bu hikmetli söz, öncelikle varlık âlemi içindeki en değerli şeyin hayat olduğunu belirtir. Hayat, sadece nefes alıp vermek değil, Allah’ın bize bahşettiği en büyük emanettir. Bu emanetin kıymetini bilmek, onu en iyi şekilde değerlendirmekle mümkündür.
Hayatın kıymetini anladıktan sonra, bir sonraki aşama vazifelerin en kıymetlisidir. Bu da hayata hizmet etmektir. Hayata hizmet, sadece kendi hayatımızı sürdürmek değil, aynı zamanda başkalarının hayatına dokunmak, onlara faydalı olmak ve tüm canlıların yaşamına saygı duymaktır. Bir hekimin hastalara şifa olması, bir öğretmenin genç beyinleri aydınlatması, bir çiftçinin toprağı bereketlendirmesi bu hizmetin farklı tezahürleridir.
Ancak metin, bu hizmetin de ötesinde, en kıymetli hizmetin ne olduğunu vurgular: fani hayatı baki hayata çevirmek için çabalamak. Bu, basit bir yaşam mücadelesinden manevi bir gayeye yükseliştir. İnsan, bu dünyada geçici bir yolcudur. Sahip olduğu her şey, makam, mal, mülk, hepsi bu fani hayatla sınırlıdır. Oysa asıl ve ebedi olan, ahiret hayatıdır. Bu yüzden en değerli çaba, bu fani hayatı, Allah’ın rızasına uygun amellerle doldurarak baki hayata bir köprü haline getirmektir. Bu anlayış, hayata bambaşka bir anlam ve derinlik kazandırır. Zira yapılan her iş, söylenen her söz, atılan her adım, ebedi bir karşılık bulacaktır.
Kendini Okuma ve Gerçek Kimliği Anlama
İnsan, kendini ne kadar tanıyor? Sadece bir beden ve akıldan ibaret mi, yoksa çok daha derin bir anlam mı taşıyor? Üçüncü metin, bu soruyu kısa ve öz bir şekilde cevaplar.
> “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku…” – Risale-i Nur, Sözler – 687
>
Bu çağrı, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda bir davettir. Kendini “insan” olarak tanımlayan her bireye, kendi varlığının derinliklerine inme, deruni bir yolculuğa çıkma çağrısıdır. Bu, aynaya bakıp fiziksel özelliklerini görmekle sınırlı değildir. Asıl maksat, insanın yaratılışındaki sırları, zaaflarını, potansiyelini ve Yaratan’la olan ilişkisini idrak etmesidir.
Tarih boyunca kendini okuyanlar, büyük dönüşümlere imza atmıştır. Mevlana, içine dönüp kendi varlığındaki evreni keşfettiğinde, “Ne olursan ol yine gel” diyen bir aşk deryasına dönüşmüştür.
Yunus Emre, “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir” diyerek bilginin zirvesinin, insanın kendi özünü tanıması olduğunu vurgulamıştır.
Sokrates “Kendini bil!” demiş ve bu sözüyle batı felsefesinin temelini atmıştır.
Kendini okumak, insana haddini bildirir. Zayıflığını ve acizliğini fark eden kişi, kibre kapılmaz. Gücünün ve yeteneklerinin kaynağının Allah olduğunu anlayan kişi, şükreder. Kendini okuyan bir insan, içindeki iyilik ve kötülük mücadelesini daha net görür. Kendi nefsiyle yüzleşir, hatalarından ders alır ve her geçen gün daha iyi bir insan olmaya gayret eder. Bu okuma, bir ömür sürer ve her anı, yeni bir keşfe gebedir.
Dünyevi Zevklerin Geçiciliği ve Ahirete Hazırlık
İnsan fani dünyaya neden bu kadar düşkün olur? Mal, mülk, evlat, gençlik gibi değerlere neden bu kadar tutkuyla bağlanır?
Dördüncü metin, bu soruların cevabını ibret dolu bir şekilde verir.
> “O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” – Risale-i Nur, Sözler – 28
>
Bu metin, dünya hayatının en cazip unsurlarının, yani mal, evlat, gençlik ve nefsani arzuların geçiciliğini ve fani oluşunu vurgular. İnsan, bu değerlere tutkuyla bağlanır, onları kaybetme korkusuyla yaşar. Ancak zaman, hepsini tek tek alıp götürecektir. Bir gün malını kaybedecek, evladından ayrılacak, gençliği elden gidecek ve nihayetinde hayatı son bulacaktır.
Bu ayrılık, sadece fiziksel bir ayrılık değildir. Metin, asıl dramatik olanı son cümlede ifade eder:
“Günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” İnsan, bu fani zevklere ulaşmak için işlediği günahların, yaşadığı acıların yükünü omuzlarında taşıyacaktır. Mal hırsıyla kul hakkına giren, evladının geleceği için haram kazanan, gençliğini heva ve heves peşinde zayi eden kişi, bu fani zevklerin kendisinden ayrıldığı anda, onların yol açtığı günahlarla baş başa kalacaktır. Bu, derin bir vicdan azabı ve ahiret azabıdır.
Bu durum, insanı bir kez daha fani ve baki olanı ayırmaya çağırır. Dünya nimetlerinden faydalanmak haram değildir, ancak onlara taparcasına bağlanmak ve ahiret hayatını unutmak büyük bir hatadır. Gerçek akıl, bu geçici zevkleri ebedi saadetin bir aracı olarak kullanmaktır. Gençliğini Allah’a ibadetle, malını zekat ve sadakayla, evladını salih birer kul olarak yetiştirmekle değerlendirenler, bu fani nimetleri baki birer sermayeye dönüştürmüş olurlar.
Hakikatlerin Kıymeti ve Değersiz Ellerdeki Durumu
Son metin, hakikatlerin ne kadar narin ve kıymetli olduğunu, aynı zamanda bu hakikatlerin yanlış ellere düştüğünde nasıl bir değersizliğe maruz kaldığını anlatır.
> “Biçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.” – Risale-i Nur Külliyatı’ndan
>
Hakikatler, Allah’ın kainata serpiştirdiği, yaratılışın ve varlığın sırlarıdır. Onlar, insanlığa doğru yolu gösteren fenerlerdir. Ancak bu fenerlerin ışığı, onları taşıyan ellerin temizliği ve samimiyetiyle doğru orantılıdır.
Bu metin, hakikatlerin kendi başına değerini yitirmediğini, ancak onu taşıyanın niteliği nedeniyle değersizleştiğini söyler. Örneğin, Kur’an gibi ilahi bir hakikat, onun anlamını bilmeyen veya hayatına yansıtmayan birinin elinde sadece bir kağıt ve mürekkep yığınına dönüşür. Hakikati sadece kendi nefsine hizmet etmek için kullanan, onu siyasi çıkarlara alet eden veya ticari bir meta haline getiren kişi, o kutsal hakikati değersizleştirir.
Tarih, bu durumun acı örnekleriyle doludur. Yüzyıllar önce indirilen ilahi kitaplar, onu taşıyan toplumların yanlış ellerine geçtiğinde, tahrif edilmiş, asıl anlamından uzaklaştırılmış ve birer efsaneye dönüşmüştür. Bugün de aynı durumla karşılaşılmaktadır. Manevi değerler, felsefi ilkeler veya bilimsel gerçekler, onları doğru anlamayan, sindiremeyen veya art niyetle kullanan kişiler nedeniyle toplumun gözünde itibarını yitirebilir.
Bu nedenle, hakikatlerin kıymetini korumak, sadece onları bilmekle değil, aynı zamanda onları hakkıyla taşımakla mümkündür. Hakikati samimiyetle, dürüstçe ve fedakarlıkla sahiplenenler, o hakikati yüceltir ve ona değer katarlar. Onlar, hem kendilerini hem de çevrelerini aydınlatır.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden derlenen beş farklı metni ele almıştır. Her bir metin, hayatın farklı bir yönüne ışık tutar ve derin bir hikmet barındırır.
İlk olarak, ilahi rızanın insanların teveccühünden kat kat üstün olduğu vurgulanmıştır. Gerçek itibarın kaynağının fani insanlar değil, baki olan Allah olduğu anlatılmıştır. İnsanların beğenisi, ancak ilahi rahmetin bir yansıması olduğunda kıymetli hale gelir.
İkinci olarak, hayatın varlıklar içindeki en değerli şey olduğu ve vazifelerin en kıymetlisinin ona hizmet etmek olduğu belirtilmiştir. Bu hizmetin zirvesi ise, fani hayatı baki hayata çevirmek için yapılan çabadır.
Üçüncü metinde, insanın en önemli görevinin “kendini okumak” olduğu ifade edilmiştir. Kendini tanıyan, haddini bilen ve potansiyelini keşfeden bir bireyin manevi bir uyanışa erişeceği anlatılmıştır.
Dördüncü olarak, dünyevi zevklerin geçiciliği ele alınmıştır. Mal, evlat ve gençlik gibi değerlerin bir gün elden çıkacağı, ancak onlar uğruna işlenen günahların ve yaşanan acıların baki kalacağı hatırlatılmıştır.
Son olarak, hakikatlerin kıymetinin, onu taşıyanların samimiyeti ve temizliğiyle doğrudan ilişkili olduğu vurgulanmıştır. Değersiz ellere düşen hakikatlerin kendi kıymetini koruyamayacağı ve değersizleşeceği ifade edilmiştir.
Bu metinler, insanı fani olanın peşinden koşmaktan vazgeçirerek, baki olanı hedeflemeye, kendini tanımaya ve hakikatlere sahip çıkmaya çağıran bir bütünlük içindedir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com