MAKALELER – 4 –
MAKALELER – 4 –
“65 Yıllık Sevginin Sırrı: Tamir ve İhya Etmek”
“Yaşlı amcaya sormuşlar; Nasıl 65 yıl evli kaldınız?
‘Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığın da; Çöpe atılmaz tamir edilirdi.'”
Modern çağın hızına kapılmış, tüketim odaklı dünyamızda, ilişkiler de maalesef tek kullanımlık eşyalar gibi görülmeye başlandı. Ufak bir pürüzde, en küçük bir anlaşmazlıkta kolayca pes etme ve yeni arayışlara girme eğilimi, evlilik gibi kutsal bağları dahi sarsıyor. Oysa yaşlı amcanın 65 yıllık evliliğinin ardındaki o bilgece söz, sadece bir evlilik sırrını değil, aynı zamanda kaybolmaya yüz tutmuş bir hayat felsefesini de gözler önüne seriyor: Tamir ve İhya Etme Sanatı.
Tarih sayfalarında gezinirken, sağlam temeller üzerine kurulmuş medeniyetlerin, kırılanı onarmayı, eskiyeni yenilemeyi ve zayıflayanı güçlendirmeyi ilke edindiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nun yıkılan köprüleri yeniden inşa etmesi, Selçuklu mimarlarının yıpranan kervansarayları restore etmesi, bu medeniyetlerin ayakta kalma azminin birer göstergesidir. Tıpkı bir binanın temelindeki çatlak gibi, bir ilişkinin de temelinde anlaşmazlıklar, yanlış anlamalar ve incinmeler olabilir. Ancak önemli olan bu çatlakları görmezden gelmek değil, onları özenle onarmak, üzerini yeni bir sevgi harcıyla sıvamak ve binayı eskisinden daha sağlam hale getirmektir.
Yaşlı amcanın sözü, bize yalnızca bir ilişkiyi kurtarmayı değil, aynı zamanda kendi benliğimizi de onarmayı hatırlatır. Kırılan hayaller, zedelenen gururlar, yapılan hatalar… Hepsi birer çöpe atılacak enkaz değildir. Her biri, ders alınacak, tecrübe edinilecek ve yeniden inşa edilecek birer malzemedir. Tıpkı bir Japon sanatında olduğu gibi, kırılan bir vazonun parçalarını altınla birleştiren Kintsugi sanatı, kusurların gizlenmesi yerine onurlandırılmasını öğütler. Kırılanın daha değerli hale geldiği bu felsefe, insan ilişkileri için de geçerlidir. Kırılan gönüller, tamir edildiğinde ve yeniden inşa edildiğinde, önceki halinden daha derin, daha anlamlı ve daha değerli bir bağa sahip olur.
Sonuç olarak, yaşlı amcanın sözü, bir ilişkinin sadece aşk ve sevgi üzerine kurulmadığını, aynı zamanda sabır, fedakarlık ve onarım yeteneği üzerine inşa edildiğini gösterir. Bir şeylerin kırıldığı, zedelendiği zamanlarda hemen vazgeçmek yerine, tamir etme, onarma ve daha iyi hale getirme çabası, sadece evlilikleri değil, aynı zamanda insanlık bağlarını da güçlendirir. Bu, kaybolmaya yüz tutmuş bir bilgeliktir ve modern dünyanın hızına karşı duran, zamana meydan okuyan bir duruştur.
Özet: Yaşlı bir adamın 65 yıllık evliliğinin sırrını “kırılanı tamir etmek” olarak açıklaması, günümüzün tüketim odaklı ilişkilerine önemli bir ders sunmaktadır. Makale, bu hikmetli sözü, medeniyetlerin onarım ve yenileme çabalarıyla, Japon sanatı Kintsugi’nin kusurları onurlandırma felsefesiyle ilişkilendirerek derinleştirir.
Sonuç olarak, makale, bir ilişkinin sağlamlığının, kırıldığında tamir etme ve daha güçlü bir bağ kurma becerisine bağlı olduğunu vurgulayarak, bu felsefenin sadece evlilikler için değil, tüm insanlık bağları için geçerli olduğunu ortaya koyar.
***********
“Nimet ve Şükür Arasındaki Köprü: Besmele”
“Her bir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.” (Risale-i Nur)
İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu andan itibaren sayısız nimetle kuşatılmıştır. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek, hepsi birer nimet zincirinin halkalarıdır. Ancak ne yazık ki, çoğu zaman bu nimetlerin varlığını normal görür, onları birer hak olarak görürüz. Oysa İslam ahlakının temel taşlarından biri olan şükür, bu normalleştirmenin perdesini yırtar ve bize her bir nimetin ardındaki ilahi eli gösterir. Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, işte bu şükür yolculuğunun ilk ve en önemli adımı olan Besmeleyi işaret eder.
Tarih boyunca, Besmele’nin sadece bir sözden ibaret olmadığı, aynı zamanda bir duruş, bir niyet ve bir bilinçlilik hali olduğu görülmüştür. Gemi kaptanları fırtınalı denizlere Besmele ile açılmış, çiftçiler tarlalarına Besmele ile tohum atmış, alimler ilim yolculuğuna Besmele ile başlamışlardır. Bu, sadece bir başlangıç ritüeli değil, aynı zamanda tüm eylemleri ilahi bir maksada bağlama, yapılan işin sadece dünyevi bir amaç taşımadığını, aynı zamanda bir kulluk vazifesi olduğunu idrak etme eylemidir. Besmele, adeta bir anahtar gibidir; her nimetin, her eylemin kapısını ilahi bir boyuta açar.
Besmele okumak, bir yiyeceği tüketirken sadece biyolojik bir ihtiyacı karşılamaktan öteye geçerek, o yiyeceğin yaratıcısını, toprağı, suyu ve güneşi var edeni hatırlamaktır. Bu bilinç hali, insanı bencillikten, nankörlükten ve israftan korur. O yemeğin sofraya gelene kadar geçen süredeki zahmetleri, alın terlerini ve en nihayetinde o nimeti lütfeden Rabb’i düşünmek, insana derin bir tevazu ve minnettarlık hissi kazandırır. Bu şükürle beslenen ruh, sadece maddesel doyuma ulaşmakla kalmaz, aynı zamanda manevi bir huzur ve tatmin de bulur.
Sonuç olarak, Besmele, sadece dini bir görev değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesidir. O, nimetlerle aramızdaki köprüyü kurar, bize her anın ve her şeyin bir lütuf olduğunu hatırlatır. Bu köprüden geçenler, sadece midelerini değil, aynı zamanda ruhlarını da doyurur. Besmele ile başlayan her iş, berekete ve hayra kapı aralar; Besmele ile yenen her lokma, şükürle harmanlanır ve kalbi aydınlatır. Böylece insan, Rab’bine minnet ve şükranla mukabelede bulunarak, hem bu dünyada hem de ahirette huzur bulur.
Özet: Makale, Risale-i Nur’dan alınan “Besmele”nin önemi hakkındaki sözü ele almaktadır. Besmele’nin sadece bir sözden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir duruş ve niyet hali olduğunu anlatır. Tarihten örneklerle Besmele’nin, eylemleri ilahi bir amaca bağlama ve nimetlerin yaratıcısını hatırlama faaliyetini anlatır. Besmele’nin şükür bilincini artırarak insanı bencillikten ve nankörlükten koruduğunu belirtir. Sonuç olarak, Besmele’nin bir yaşam tarzı olduğunu ve onunla başlayan her işin berekete, her lokmanın ise manevi huzura vesile olduğunu anlatır.
***********
“Çocuğun Kalbi: Ekin Biçen Bir Bahçıvanın Mesuliyeti”
“Çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer; ne eksen tutar.” (Hz. Ali (r.a))
Hz. Ali’nin (r.a.) bu derin hikmeti, çocuk eğitimine dair söylenmiş en veciz ve en etkili sözlerden biridir. Bir çocuğun kalbini “ekilmemiş tarlaya” benzetmesi, aslında ebeveynlere ve eğitimcilere ne kadar büyük bir sorumluluk yüklendiğini gösterir. Bu tarla, boş ve verimli bir zemindir; ne ekersen, ne dikersen, o yeşerir ve o ürün verir. Bu, sadece bir pedagoji dersi değil, aynı zamanda insanın inşasına dair, geleceğin tohumlarının nasıl atıldığına dair bir ibrettir.
Tarih boyunca, büyük düşünürler ve liderler, çocuk eğitiminin toplumun geleceği için ne kadar kritik olduğunu anlamışlardır. Sokrates’in “yetişkinleri eğitmeyin, gençlere yönelin” sözü ve öğüdü, hep bu tarlaya ne ekileceği sorusunun cevaplarıdır. İslam medeniyetinde de çocuk terbiyesine verilen önem, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “çocuklarınıza iyi isim verin ve iyi ahlak öğretin” tavsiyesinde kendini gösterir. Bu sözler, çocuğun kalbine sadece bilgi değil, aynı zamanda ahlak, fazilet, sevgi ve merhamet gibi değerlerin de ekilmesi gerektiğini anlatır.
Bir çocuğun kalbi, ekilmemiş bir tarla gibi olduğu için, onu ihmal etmek, boş bırakmak en büyük hatadır. İhmal edilen bir tarla, ya yabani otlarla dolar ya da çoraklaşır. Çocuk da böyledir; ona güzel ahlak, doğruluk, dürüstlük ve sevgi tohumları ekilmezse, kalbi kötü niyetlerin, kıskançlığın ve nefretin yabani otlarıyla dolabilir. Bu sebeple ebeveynler ve eğitimciler, birer bahçıvan gibi, bu tarlayı sadece ekmekle kalmamalı, aynı zamanda onu sulamalı, havalandırmalı ve zararlı otlardan arındırmalıdır.
Çocuğa ne ekersek, sadece onun geleceğini değil, aynı zamanda toplumun geleceğini de belirleriz. Ektiğimiz bir sevgi tohumu, yarın koca bir merhamet ağacına dönüşebilir; ektiğimiz bir adalet tohumu, yarın adil bir toplumun temeli olabilir. Tersine, ektiğimiz bir nefret tohumu ise, gelecekteki toplumsal çatışmaların tohumu olabilir. Bu sebeple, bir çocuğun kalbine ekilen her tohum, sadece o çocuğun hayatını değil, bir neslin ve bir medeniyetin kaderini de şekillendirir.
Özet: Hz. Ali’nin (r.a.) “çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer” sözü, çocuk eğitiminin ve ebeveynliğin önemini anlatmaktadır.
Makale, bu sözü, tarihteki filozofların ve peygamberlerin çocuk eğitimine dair görüşleriyle destekleyerek konuyu derinleştirir. İhmal edilen bir tarlanın yabani otlarla dolması gibi, eğitilmeyen bir çocuğun kalbinin de kötü niyetlerle dolabileceğini belirtir. Sonuç olarak, makale, çocuklara ekilen her tohumun, sadece o çocuğun değil, aynı zamanda toplumun ve geleceğin kaderini de şekillendirdiğini anlatarak ebeveynlere ve eğitimcilere büyük bir sorumluluk yükler.
************
“Âlemin Kıymeti: Mana-yı Harfiyle Bakış”
“Kezâlik bu âlem de, eğer Kur’an’ın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymetdar olur.” (Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye – 228)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, kainatın varlık sebebine ve insanın ona nasıl bakması gerektiğine dair derin bir perspektif sunar. “Mana-yı harfiyle” bakış açısı, bir varlığa kendi başına bir anlam yüklemek yerine, onu yaratanın azametine ve sanatına bir ayna olarak görmeyi ifade eder. Bu bakış, sadece dini bir talim değil, aynı zamanda evrenin güzelliğini, düzenini ve inceliğini derinden idrak etmeye yönelik hikmetli bir duruştur.
Tarih boyunca bilim ve sanatın gelişimi, bu “mana-yı harfiyle” bakış açısının bir yansımasıdır. Astronomlar yıldızlara, gezegenlere bakarken sadece fiziksel cisimler görmemiş, aynı zamanda ilahi bir düzenin ve kudretin izlerini aramışlardır. Sanatçılar bir çiçeği, bir kuşu resmederken, sadece o varlığın suretini çizmekle kalmamış, onun ardındaki estetik ve yaratılış mucizesini de yakalamaya çalışmışlardır. Bu, varlıkları kendi başlarına birer “şey” olarak görmekten ziyade, onları birer “ayet” olarak okuma çabasıdır. Her bir varlık, her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tecellisi, O’nun azametine işaret eden birer harf, birer kelimedir.
Bu perspektif, insanı dünyevi ve gelip geçici olanın ötesine taşır. Bir kuşun cıvıltısı, sadece bir ses değil; bir çiçeğin kokusu, sadece bir koku değil; bir ağacın gölgesi, sadece bir gölge değildir. Bunlar, yaratıcının sanatının, merhametinin ve cömertliğinin birer delilidir. Bu bilinçle kainata bakan bir kişi, içinde bulunduğu âlemi kuru bir madde yığını olarak görmekten kurtulur ve onu canlı, anlamlı ve ilahi bir mektup olarak okumaya başlar. Bu, hayatı sıradanlıktan kurtaran, her anı ve her şeyi ibretle dolduran bir bakış açısıdır.
Öte yandan, “mana-yı ismiyle” yani varlıklara kendi başlarına birer amaç olarak bakıldığında ise, âlem ve içindekiler kıymetini yitirir, manasız birer enkaz haline gelir. Tüketim toplumunun getirdiği bu bakış açısı, doğayı sadece bir kaynak olarak görmeye, insanı sadece bir meta olarak değerlendirmeye iter. Bu, hem insanın hem de âlemin manevi bir çoraklaşmasına yol açar.
Özet: Makale, Risale-i Nur’dan alınan “mana-yı harfiyle” bakış açısını ele almaktadır. Bu bakış açısının, varlıklara kendi başlarına bir anlam yüklemek yerine, onları yaratıcının azametine işaret eden birer araç olarak görmeyi ifade ettiğini anlatır. Tarihten örneklerle, bilim ve sanatın bu düşünceyle nasıl geliştiğini gösterir. Bu perspektifin insanı dünyevi olandan öteye taşıdığını, her varlığı bir “ayet” olarak okumayı öğrettiğini belirtir. Karşıt olarak, varlıklara “mana-yı ismiyle” bakmanın manevi bir çoraklaşmaya yol açtığını vurgulayarak, makale, bu derin bakış açısının hayatı nasıl anlamlı hale getirdiğini ortaya koyar.
************
“Suyun Çekilmesi: En Büyük İbret”
“‘Hiç düşündünüz mü ki: suyunuz çekilse, size kim temiz bir su getirebilir?’ (67- Mülk suresi 30)”
Mülk Suresi’ndeki bu ayet, sadece bir su sorunu uyarısı değil, aynı zamanda insanın acizliğini ve kainatın mutlak sahibi karşısındaki konumunu hatırlatan derin bir ibrettir. Su, hayatın kaynağıdır. Medeniyetler su kenarlarında kurulmuş, şehirler su yolları sayesinde gelişmiştir. Ancak modern insanın suya bakışı, maalesef onu kabullenmiş bir kaynak, tükenmeyecek bir nimet olarak görme eğilimindedir. Bu ayet ise bu kabullenmeyi sarsar ve bize bir kez daha hatırlatır: En büyük nimetlerin bile kaynağı, bizim kontrolümüz dışında, ilahi bir kudretin elindedir.
Tarih boyunca, su kıtlığının ve kuraklığın nice medeniyetleri yok ettiğine, nice güçlü toplumları zayıflattığına şahit olduk. Mayalar’ın gizemli çöküşünün ardında, su kaynaklarının tükenmesi olduğuna dair teoriler, suyun medeniyetler için ne kadar hayati olduğunu gösterir. Bugün dahi, küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi sorunlar, dünyanın farklı bölgelerinde su savaşlarının habercisi niteliğindedir. Bu durum, bize suyun çekilmesi ihtimalinin sadece bir ayet meselesi olmadığını, aynı zamanda günümüzün en büyük gerçeklerinden biri olduğunu gösterir.
Bu ayet, suyun varlığının bir lütuf, bir hediye olduğunu bize tekrar tekrar hatırlatır. Suyun çekilmesi ihtimali, bizi sadece gelecekteki mümkün olan bir felaket konusunda uyarmakla kalmaz, aynı zamanda elimizdeki nimete şükretmeye, onu israf etmemeye ve onu korumaya davet eder. “Size kim temiz bir su getirebilir?” sorusu, aynı zamanda insanın sahip olduğu tüm imkanlara, teknolojik gelişmelere rağmen, bazı temel ihtiyaçlar karşısında ne kadar aciz kalabileceğini de gösterir. En gelişmiş arıtma teknolojileri dahi, suyun kaynağını, yağmurun bulutlardan inmesini sağlayamaz.
Sonuç olarak, Mülk Suresi’ndeki bu ayet, sadece suyun önemine dikkat çeken bir uyarı değil, aynı zamanda bir ibret dersidir. O, insana haddini bilmeyi, yaratıcının kudretini ve lütfunu idrak etmeyi öğretir. Suyun çekilmesi ihtimali, bizi sadece bir felaket senaryosuyla korkutmak için değil, aynı zamanda sahip olduğumuz en temel nimetlere şükretmeye, onları korumaya ve onları var edenin sonsuz kudretini düşünmeye davet etmek içindir.
Özet: Makale, Mülk Suresi’ndeki “suyunuz çekilse, size kim temiz bir su getirebilir?” ayetini temel alarak suyun önemini ve insanın acizliğini işler. Tarihten örneklerle su kıtlığının medeniyetlerin çöküşündeki rolünü ve günümüzdeki iklim değişikliği sorununu ilişkilendirir. Ayetin, suyun bir lütuf olduğunu hatırlatmakla kalmayıp, sahip olunan nimetlere şükretmeye ve onları korumaya davet ettiğini vurgular.
Son olarak, ayetin, en temel ihtiyaçlar karşısında dahi insanın ne kadar aciz kaldığını ve yaratıcının kudretinin idrak edilmesi gerektiğini öğrettiğini belirtir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com