MAKALELER
MAKALELER
- Makale: “Allah’ın Nimetlerini Hatırlamak ve Şükrün Sırrı”
“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” (Maide Suresi, 11)
Yeşeren taze bir yaprak, üzerinde parlayan bir damla su..
Maide Suresi’nden alınan o kutlu ayetle birleşince, hayatın ve varoluşun en temel hakikatlerinden birini fısıldar: Nimetlerin şuurunda olmak.
“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” Bu ilahi çağrı, sadece müminlere değil, aynı zamanda idrak sahibi her insana yöneltilmiş bir davettir.
Tarih boyunca nice medeniyetler, nimetlerin kıymetini bilmedikleri için zeval bulmuştur. Antik Yunan’da bolluk ve refah içinde yaşayan toplumlar, bir süre sonra yozlaşmış, ahlaki çöküntü yaşamış ve nihayetinde yok olmuşlardır. Kuran-ı Kerim’de anlatılan Ad ve Semud kavimlerinin hikayeleri de bu ibretlik sonu gözler önüne serer. Onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği güç, servet ve bereketli topraklara şükretmek yerine, kibir ve nankörlüğe kapılmış, sonunda ise ilahi bir ceza ile helak olmuşlardır.
Bu ayet, bizlere bu ibretlik sonlardan ders almamızı öğütler. Her an içinde bulunduğumuz sayısız nimeti, sağlıklı bir bedeni, huzurlu bir aileyi, içtiğimiz bir yudum suyu, soluduğumuz havayı, hatta yeryüzünün o güzel yeşilliğini düşünmek, bizi gaflet uykusundan uyandırır. Nimetleri hatırlamak, sadece bir zihin egzersizi değil, aynı zamanda kalbin bir eylemidir. O nimetleri verenin kim olduğunu idrak etmek, insanı şükür duygusuna sevk eder ve şükür, nimetleri artırmanın anahtarıdır.
Sonuç olarak, Maide Suresi’nin bu ayeti, hayatın en temel ilkesini hatırlatır: Nimetleri hatırlamak ve şükretmek. Bu, sadece bireysel bir fazilet değil, aynı zamanda toplumsal bir bilinçtir. Bir toplum nimetlerin kıymetini bildiği ve şükürle karşılık verdiği sürece ayakta kalır. Aksi takdirde, nimetler yoklukla, bolluk kıtlıkla, huzur ise kargaşayla yer değiştirir. İşte bu, tarihten günümüze uzanan en büyük hikmet ve en acı ibrettir.
Özet: Bu makale, Maide Suresi’nin “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” ayetini ele almaktadır.
Makale, nimetlerin şuurunda olmanın, hem bireysel hem de toplumsal bir fazilet olduğunu anlatır. Tarihteki Ad ve Semud kavimlerinin hikayelerinden örnekler vererek, nimetlere nankörlük etmenin ibretlik sonlarını gösterir. Sonuç olarak, nimetleri hatırlamanın şükür duygusunu geliştirdiğini ve bunun da nimetlerin devamı için bir anahtar olduğunu belirtir.
***********?
- Makale: “Boş Vakit ve Sağlık: En Büyük İki Nimet”
“İki nimet vardır ki insanların çoğu, onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1)
Zamanın kum saati misali akıp gittiği, kalp ritminin yavaşladığı bir hal…
Bu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) o hikmetli Hadis-i Şerifi’nin bir tasviridir: “İki nimet vardır ki insanların çoğu, onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.”
Bu söz, modern çağın insanına en önemli hatırlatmalardan birini sunar. Zira bugün, hem sağlığımızı hem de zamanımızı hoyratça harcamaktayız.
Tarihte, nice büyük şahsiyetin başarıları, bu iki nimeti doğru kullanmalarına bağlı olmuştur. İmam-ı Gazali’nin eserlerini kısa bir ömre sığdırması, İbn-i Sina’nın tıp ve felsefeye dair devasa çalışmaları, boş vakitlerinin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Onlar, zamanın bir nehir gibi akıp gittiğinin farkında olarak, her anı ilimle, ibadetle ve faydalı işlerle doldurmuşlardır. Sağlıkları el verdiği sürece bu çabayı sürdürmüşlerdir. Aynı şekilde, Fatih Sultan Mehmet’in genç yaşta bir çağ kapatıp yeni bir çağ açması, sağlığın ve zamanın kıymetini bilen bir iradenin eseridir.
Ancak, bu iki nimete aldananların sayısı da az değildir. Birçok insan, sağlığının kıymetini ancak onu kaybettiğinde anlar. Hastalık yatağında geçen günler, sağlıklı iken yapılabilecekler için duyulan pişmanlıklarla doludur. Aynı şekilde, boş vakitler de çoğunlukla faydasız işlerle, anlamsız meşguliyetlerle heba edilir. Oysa o boş vakitler, öğrenmeye, düşünmeye, manevi gelişime, aileye ve faydalı işlere ayrılabilirdi. İşte bu, büyük bir aldanıştır ve bu aldanışın bedeli, hem dünyada hem de ahirette ağır olabilir.
Sonuç olarak, Hadis-i Şerif’in bu uyarısı, bize bir ibret dersi sunar. Boş vakitlerimizi ve sağlığımızı birer emanet olarak görmeli, onları en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Hayatın kum saati misali akıp gittiğini, sağlığın ise her an elimizden kayıp gidebileceğini unutmamalıyız. Bu bilinçle yaşayanlar, hem dünyada hem de ahirette huzuru ve bereketi bulurlar.
Özet: Bu makale, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Sağlık ve boş vakit” hakkındaki Hadis-i Şerifini ele almaktadır. İmam-ı Gazali ve İbn-i Sina gibi tarihi figürlerin bu nimetleri nasıl değerlendirdiğini örneklerle açıklar. Makale, insanların bu iki nimeti genellikle doğru kullanmada nasıl aldandıklarını, sağlığın kıymetinin kaybedilince, boş vaktin ise faydasız işlerle harcandığında anlaşıldığını anlatır.
Sonuç olarak, bu nimetlerin birer emanet olduğunu ve en iyi şekilde değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
**********
- Makale: “İsraf ve Şükür: Kanaatin ve Hırsın Dengesi”
“Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır; hürmetsizliktir; haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.” (Mektubat – 366)
Dünyayı bir lokma gibi yutan bir figürle, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu hikmetli sözü, şükür ve israf kavramlarının derin bir tahlilini sunar. “Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır… Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır”
Bu söz, sadece maddi zenginliklerle ilgili değil, aynı zamanda insanın manevi dünyasındaki dengeyi de tarif eder.
Tarih boyunca, nice kavimler ve medeniyetler, israf ve hırs yüzünden çöküş yaşamıştır. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki lüks ve savurganlık, toplumun ahlaki yapısını çökertmiş, ekonomik dengesizliklere yol açmış ve nihayetinde imparatorluğun zayıflamasına sebep olmuştur. Aynı şekilde, Kur’an’da anlatılan Karun’un hikayesi de hırsın ve şükürsüzlüğün, bir insanı nasıl felakete sürüklediğinin ibretlik bir örneğidir. Karun, kendisine verilen serveti Allah’tan bilmeyip, kendi çabasıyla kazandığını iddia etmiş ve bu şükürsüzlüğün karşılığında, tüm servetiyle birlikte yerin dibine batırılmıştır.
Bu söz, insana, sahip olduğu her şeye bir “emanet” nazarıyla bakmayı öğretir. Şükür, sadece “Elhamdülillah” demekten ibaret değildir. Asıl şükür, nimetleri yerli yerinde kullanmak, israf etmemek ve kanaatkar olmaktır. İktisat, yani dengeli harcama yapmak, şükrün en önemli göstergelerindendir. Hırs ve israf ise, şükürsüzlüğün, dolayısıyla nankörlüğün bir işaretidir. Haram helal demeden kazanma hırsı, insanı manevi bir çöküşe götürür ve dünyayı bir lokma gibi yutmaya çalışan figürün temsil ettiği felaketle sonuçlanır.
Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın bu sözü, insanlık için zamansız bir uyarı niteliğindedir. Şükür ve israf, sadece kişisel tercihler değildir; aynı zamanda bir toplumun kaderini belirleyen iki temel unsurdur. Şükreden, kanaatkar ve iktisatlı bir toplum, hem maddi hem de manevi olarak bereketlenir. Hırsın ve israfın pençesine düşen bir toplum ise, er ya da geç kendi felaketine davetiye çıkarır.
Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin şükür ve şükürsüzlük kavramlarını ele alan sözünü incelemektedir.
Makale, şükrün kanaat ve iktisatla, şükürsüzlüğün ise hırs ve israfla ölçüldüğünü anlatır.
Tarihten Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve Karun’un hikayesi gibi örneklerle, israfın ve hırsın ibretlik sonlarını anlatır. Sözün, nimetlere emanet gözüyle bakmayı öğütlediğini ve asıl şükrün nimetleri yerli yerinde kullanmak olduğunu belirtir.
Sonuç olarak, şükreden ve kanaatkar bir toplumun bereket bulacağını, israf eden toplumun ise felakete sürükleneceğini ifade eder.
***********
- Makale: “Zulüm ve Adalet: İslâm Dünyasının Onurlu Duruşu”
ABD Başkanı Trump’ın Gazze’ye yardımlar, İsrail’in işgal planı ve İslam ülkelerinin buna karşı duruşu hakkında ifadeler ihtiva ediyor. Ayrıca “artık ne olacaksa olsun… ama buna müsaade edilmesin” gibi ifadelerle Gazze’deki masumların feryadının İslam dünyasını yakacağı uyarısında bulunuyor.
Bu metin, Gazze’deki masumların acısı ve İslam dünyasının bu acıya karşı alması gereken duruş hakkında tarihi ve ibretlik bir çağrıdır.
Metindeki ifadeler, zalimin pervasızlığına ve mazlumun feryadına karşı, onurlu bir duruş sergilenmesi gerektiğini anlatır. Bu, sadece siyasi bir mesele değil, aynı zamanda vicdan, adalet ve iman meselesidir.
Tarih boyunca, İslam ümmetinin en parlak dönemleri, zulme karşı dimdik durduğu, mazlumun yanında yer aldığı dönemlerdir. Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan geri alması, Osmanlı’nın adaletle hükmetmesi, hep bu şuurun bir yansımasıdır. O dönemlerde, İslam dünyası, dünyanın neresinde bir zulüm varsa, ona karşı durmayı kendine bir görev bilmiştir. Bu, İslam’ın evrensel adalet ve merhamet prensiplerinin bir gereğidir.
Ancak, günümüzde bu şuur ne yazık ki zayıflamıştır. Metinde belirtildiği gibi, “Gazze’ye yardımları İsrail dağıtacak” gibi pervasız ifadeler, zalimin kendi zulmünü meşrulaştırma çabasıdır. “Kuzuyu kurda teslim edeceğiz, üstüne de para alacağız” benzetmesi, zulmün ve adaletsizliğin ne kadar acımasız bir boyuta ulaştığının edebi bir ifadesidir. Bu durumda, İslam dünyasının “kararlı ve onurlu bir duruş” sergilemesi hayati önem taşır.
Metinde yapılan “ne olacaksa olsun… ama buna müsaade edilmesin” çağrısı, bir ibret vesilesidir. Eğer zulme göz yumulur, masumların feryatları duyulmazdan gelinirse, bu durumun vebali tüm İslam dünyasını sarar. Gazze’deki masumların acısı, sadece onların değil, tüm ümmetin acısıdır. Bu acıya sessiz kalmak, zalime destek olmaktır. İşte bu ibretlik dersi unutmamak gerekir.
Özet: Bu makale, Gazze’deki zulme ve İslam dünyasının buna karşı alması gereken duruşa odaklanan metni ele almaktadır. Makale, tarihten örneklerle, İslam ümmetinin zulme karşı duruşunun önemini anlatır.
Metindeki “Kuzuyu kurda teslim etme” benzetmesiyle, zulmün acımasız boyutunu gösterir ve İslam dünyasının “onurlu bir duruş” sergilemesi gerektiğini belirtir. Sonuç olarak, makale, zulme sessiz kalmanın tüm İslam dünyası için bir vebal olacağı uyarısında bulunur.
***********
- Makale: “Evliliğin Temeli: Tamir ve Vefa”
Yaşlı amcaya sormuşlar; “Nasıl 65 yıl evli kaldınız?” “Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığın da; çöpe atılmaz tamir edilirdi.”
Yaşlı bir çiftin sevgi dolu anının resmedildiği, sözleri ise modern dünyada unutulmaya yüz tutmuş bir hikmeti fısıldıyor.
“Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığında; çöpe atılmaz tamir edilirdi.”
Bu söz, sadece bir evlilik sırrı değil, aynı zamanda vefa, sabır ve emek üzerine kurulu bir hayat felsefesinin özeti gibidir. Bu söz, evliliğin, sorunlar karşısında kolayca pes etmek yerine, tamir etme azmiyle ayakta tutulabileceğini gösterir.
Tarih boyunca, güçlü toplumların temelinde güçlü aile yapıları vardır. Aile, toplumun en küçük ve en önemli yapı taşıdır. Osmanlı toplumunda, boşanma oranlarının günümüze göre çok düşük olması, evliliğe verilen kıymeti ve problemleri çözme konusundaki sabrı gösterir. O zamanlarda, evlilikler sadece iki kişinin birleşmesi değil, aynı zamanda iki ailenin ve hatta iki neslin bir araya gelmesi olarak görülürdü. Bu, evliliğin kolayca feda edilemeyecek kadar kıymetli bir değer olduğunu gösterir.
Günümüzde ise, bu anlayış yerini “kullan-at” kültürüne bırakmıştır. Küçük bir anlaşmazlık, bir kırgınlık, hemen evliliğin sonu olarak görülmektedir. İlişkiler, tamir edilmek yerine kolayca sonlandırılmakta, insanlar yeni arayışlara girmektedir. Bu durum, sadece bireyleri değil, aynı zamanda toplumu da zayıflatmaktadır. Zira tamir edilmeyen her evlilik, arkasında kırık kalpler, travmalar ve parçalanmış aileler bırakır.
Sonuç olarak, yaşlı amcanın bu hikmetli sözü, bize evliliğin ve tüm ilişkilerin temelini hatırlatır: Vefa, sabır ve emek.
Kırılan her şeyi çöpe atmak yerine, tamir etmeye çalışmak, gerçek sevginin ve bağın bir göstergesidir. Bu, sadece evlilikler için değil, aynı zamanda dostluklar, aile ilişkileri ve hatta toplumun kendisi için de geçerli bir ilkedir. Unutmamak gerekir ki, tamir edilen her şey, eskisinden daha kıymetli ve daha sağlam olur.
Özet: Bu makale, yaşlı bir amcanın “kırılan şeylerin çöpe atılmayıp tamir edildiği” sözünü ele almaktadır. Makale, bu sözün, evlilik ve ilişkilerdeki vefa, sabır ve emeğin önemini anlattığını belirtir. Tarihten Osmanlı toplumundaki aile yapısı gibi örneklerle, evliliğe verilen değerin toplumun gücünü nasıl artırdığını anlatır. Günümüzün “kullan-at” kültürünü eleştirerek, ilişkilerin tamir edilmek yerine kolayca sonlandırılmasının bireylere ve topluma verdiği zararları ifade edilir.
Sonuç olarak, makale, vefa ve tamir etme bilincinin, ilişkilerin sağlamlığı için hayati önem taşıdığını ifade eder.
**********
- Makale: “İnsan ve Hırs: Nefsin Cihadı”
“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, Risale-i Nur Külliyatı)
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, insanın iç dünyasındaki en büyük mücadeleyi tasvir eder. “İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”
Bu söz, insan hayatının üç temel sacayağını özetler: Yaratıcısına karşı görevi, günahtan uzak durması ve nefsiyle verdiği mücadele.
Tarih boyunca, nice peygamberler, alimler ve veliler, bu cihadın en büyük savaşçısı olmuşlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir savaştan dönerken, asıl büyük cihadın nefisle yapılan cihad olduğunu söylemiştir. Bu, dış düşmanlarla savaşmaktan daha zor ve daha önemli bir mücadeledir. İmam-ı Gazali’nin “İhya-u Ulumi’d-Din” eseri, bu nefis terbiyesi mücadelesinin en önemli rehberlerinden biridir. İnsan, dışarıdaki düşmanları alt edebilir, ancak kendi içindeki hırsı, kibri, öfkeyi ve şehveti alt etmek çok daha çetin bir iştir.
Bu söz, insana bir ibret dersi sunar. Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmek, sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir; aynı zamanda bu kulluk bilincini tüm hayatına yaymaktır. Kebair’den, yani büyük günahlardan uzak durmak, sadece bir korku meselesi değil, aynı zamanda manevi bir olgunlaşma ve takva meselesidir. Nefis ve şeytanla uğraşmak, bu mücadelede sürekli uyanık ve diri olmayı gerektirir. Bu cihad, bir ömür boyu devam eder ve ancak bu cihadı kazananlar, gerçek huzura ve kurtuluşa ererler.
Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın bu sözü, insan hayatının gayesini ve en büyük mücadelesini özetler. Kulluk, takva ve cihad, insanın manevi varlığını güçlendiren üç temel direktir. Bu üç ilkeyi hayatına tatbik eden bir insan, nefsine esir olmaktan kurtulur, şeytanın vesveselerinden korunur ve Allah’a yakın bir kul olarak hayatını sürdürür.
Özet: Bu makale, Mesnevi-i Nuriye’den alınan, insanın Allah’a karşı vazifesi, takvası ve cihadı hakkındaki sözü ele almaktadır. Makale, bu sözü, insanın iç dünyasındaki en büyük mücadele olan nefis cihadı olarak yorumlar. Tarihten Peygamber Efendimiz’in ve İmam-ı Gazali’nin örnekleriyle, nefis terbiyesinin önemini anlatır. Sözün, kulluk, takva ve cihadın insanın manevi gelişim için temel ilkeler olduğunu anlattığını belirtir. Sonuç olarak, nefisle mücadele edenlerin gerçek huzura ve kurtuluşa erişeceğini ifade eder.
**********
- Makale: “Fitne, Adam Öldürmekten Daha Beterdir”
“Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” (Bakara Suresi 2/191. Ayet)
Bakara Suresi’nin bu ayeti, fitnenin yıkıcı gücünü, insanlık tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan cinayetle kıyaslayarak gözler önüne serer. “Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” Bu söz, sadece bir hukuki hüküm değil, aynı zamanda toplumsal barışı ve ahlaki düzeni korumak için yapılmış ilahi bir uyarıdır.
Tarih boyunca, nice devletler, toplumlar ve medeniyetler, dış düşmanlar tarafından değil, kendi içlerindeki fitne ve fesat yüzünden yıkılmıştır. Fitne, toplumu içeriden çürüten, insanlar arasındaki güveni ve kardeşliği yok eden sinsi bir hastalıktır. Dışarıdan gelen bir düşmanla mücadele edilebilir, ancak içeriden gelen fitne, dostu düşmandan, doğruyu yanlıştan ayırmayı zorlaştırır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan taht kavgaları ve iç isyanlar, bu fitnenin nasıl büyük bir imparatorluğu zayıflattığının tarihi bir ibretidir.
Bu ayet, fitnenin adam öldürmekten daha beter olmasının hikmetini de açıklar. Bir adamın öldürülmesi, bir ailenin ocağını söndürür, bir toplumda korku oluşturur. Ancak fitne, bir toplumun topyekün çöküşüne neden olur. Fitne, insanların birbirine olan güvenini yok eder, kin ve nefreti körükler, kardeş kanının dökülmesine zemin hazırlar. Bu nedenle, fitne, bir değil, binlerce insanın manevi ve hatta fiziksel ölümüne neden olabilir.
Sonuç olarak, Bakara Suresi’nin bu ayeti, bize fitnenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu ve ondan korunmak için ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatır. Toplumsal barışı korumak, kardeşlik bağlarını güçlendirmek ve dedikodu, iftira gibi fitne kaynaklarından uzak durmak, her müminin ve her aklıselim insanın görevidir. Unutmamak gerekir ki, fitnenin alevi, tüm toplumu yakabilir ve bu alevden korunmanın yolu, ilahi hikmete sarılmaktır.
Özet: Bu makale, Bakara Suresi’nden “fitnenin adam öldürmekten daha beter olduğu” ayetini ele almaktadır. Makale, fitnenin toplumu içeriden çürüten sinsi bir hastalık olduğunu ve tarihi örneklerle, nice medeniyetlerin fitne yüzünden yıkıldığını belirtir. Fitnenin bir kişiyi öldürmekten ziyade, bir toplumun topyekün çöküşüne neden olabileceğini anlatır.
Sonuç olarak, toplumsal barışı korumak ve fitneden uzak durmanın hayati önem taşıdığını ifade eder.
***********
- Makale: “İnkarcılar ve Zalimler: Kaderin Tezahürü”
“İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz…” (Âl-i İmrân Sûresi, 12)
Bu ayet, sadece Mekke müşriklerine yönelik bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin her döneminde zulmeden, inkar eden ve adaletsizliği yayan tüm zalimlere karşı ilahi bir vaattir. Bu vaat, mazlumlar için bir umut, zalimler için ise kaçınılmaz bir sondur.
Tarih, bu ilahi vaadin nice kez tecelli ettiğine şahit olmuştur. Firavun, zulmü ve inkârı yüzünden Kızıldeniz’in sularında boğulmuştur. Roma ve Bizans imparatorlukları, İslam orduları karşısında mağlup olmuş ve tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Yakın tarihte, nice zalim rejim, kendi zulmünün ateşiyle yanıp yıkılmıştır. Bu örnekler, ilahi adaletin her zaman tecelli edeceğini ve hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını gösterir.
Bu ayet, aynı zamanda mazlumlar için bir direniş ve sabır kaynağıdır. Zulmün en yoğun olduğu anlarda bile, ayetin vaadi, kalplere bir serinlik ve umut verir. Mazlum, tek başına ve çaresiz gibi görünse de, arkasında ilahi bir kudretin olduğunu ve zalimin sonunun yaklaştığını bilmenin huzurunu yaşar. Bu, sadece pasif bir bekleyiş değil, aynı zamanda aktif bir direnişin, sabrın ve duanın da kaynağıdır.
Sonuç olarak, Âl-i İmrân Suresi’nin bu ayeti, tarihin en büyük derslerinden birini sunar. Zulmün ve inkârın galip gelemeyeceği, sonunun mutlaka mağlubiyet ve hezimet olacağı ilahi bir kanundur. Bu kanun, hem mazlumların gönlüne su serper, hem de zalimleri bir an önce durmaya ve adalete dönmeye davet eder. Unutmamak gerekir ki, ilahi vaat, şaşmaz ve değişmez bir hakikattir.
Özet: Bu makale, Âl-i İmrân Suresi’nden “İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız” ayetini ele almaktadır. Makale, ayetin sadece tarihi bir uyarı değil, aynı zamanda zulmeden tüm zalimlere karşı ilahi bir vaat olduğunu anlatır. Tarihten Firavun ve Roma İmparatorluğu gibi örneklerle, zulmün sonunun mağlubiyet olduğunu gösterir. Ayetin, mazlumlar için bir umut ve direniş kaynağı olduğunu, zalimler için ise kaçınılmaz bir sonun habercisi olduğunu belirtir. Sonuç olarak, ilahi adaletin her zaman tecelli edeceğini ve hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını ifade eder.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com